• https://api.whatsapp.com/send?phone=05521012184
  • https://www.twitter.com/@kifsamer
  • https://www.instagram.com/psikologizzetgullu
  • https://youtube.com/@psikologizzetgullu
DUYGULARIN DİLİ PSİKİYATRİYE HAYIR DİYOR

Bayılma, şoka girme, hatta bağırma...

Ne enteresan savunma sistemleri!

Bir kaza sonrası her yerinizden kan akarken bayılmadığınızı düşünsenize. Hissedeceğiniz acıyı ve olası ölüm korkusunu düşünsenize. Belki de akıl sağlığımızı kaybederdik.

Bu sistem sayesinde olayın farkındalığı dışında tutuluyoruz. Ta ki hastaneye varıncaya kadar ya da makul bir süre boyunca...

Şok da böyle bir koruyucu mekanizma aslında.

Acı dayanılmaz ve ani olduğunda devreye giriyor o da.

Peki ya, “Elimde olmadan yaptım” dediğimiz ani bağırma tepkisi?

Buna şimdilerde öfke nöbeti diyorlar…Sara nöbeti gibi algılansın da korksunlar diye… Hastalıkmış oda.

Aslında hastalık bazı beyinlerde ve kalplerde.

Bağırma yüksek ses, yüksek ses tehlike (çünkü her tehlike büyük ölçüde yüksek bir sesle gelir. O yüzden çocuklar ebeveynleri bağırınca yaparlar, yapılması istenen şeyleri), tehlike korkmak, korkmak (korunma amacıyla) geri adım atmak demektir.

Bağırarak bizi ruhen zorlayan muhatabı geri çekilmeye zorluyoruz aslında. Etkili bir tonda, “Daha fazla gelme üstüme, kontrolümü kaybetmek üzereyim” demiş oluyoruz.

Bu duygu haddini aşanlara sınırı hatırlatıyor. İnsanın her şeyi mucize.

Peki haddini aşan, insan ruhunun kodlarını bozan psikiyatriye sınırlarını kim hatırlatacak!

Sadece ben mi! Ben aciz bir kulum!

Şimdilerde bunları (bayılma, şok vs.) önlemeye dönük “tedaviler” (iğne, ayıltıcı sağaltım vs) devreye sokuyorlar.

“İş tempon ağır, benim umurumda olan senin işin, para kazancın yahut başarın değil; sağlığın” mesajı veren stresi “tedavi” ettikleri gibi öfke duygusunu da hastalık saymaya hazırlanıyorlar.

İşte organizmamızın doğal çalışma sistemini böyle "tedavi lakaplı kuzu postunun altına saklanarak” bozuyorlar.

Sonrası malum!

Nedeni belirsiz sıkıntılar, sebepsiz yere girilen ani ve bir garip bunalımlar.

“Bir sorunu yoktu aslında” denildiği halde işlenen tüyler ürpertici cinnetler, cinayetler…

Sonra yıkın gitsin günahı; annesi geçen gün bir kere kızmışmış da, sigara içiyormuş da, eskiden sevdiği bir kız varmış, sebep o olabilirmiş de… bahanelerinin üstüne.

Yıkın ağalar, yıkın beyler… Devir sizin devriniz ne de olsa.

Bayılma, şoka girme, hatta bağırma... dedim. Sadece bunlar mı?

Sevgi bizi ihtiyacımız olana yaklaştırıyor, korku uzaklaştırıyor tehlikeden. Tehlike büyükse korku fazla oluyor haliyle. Çünkü tedbir ve korunma ihtiyacı fazla. Buna da fobi hastalığı diyorlar. Belki elli çeşidi var…

Kaygı risk var, tedbirli ol diyor bize. Hazır kurulum düzeyimizi, teyakkuz seviyemizi artırıyor. Hemen, “Bak kaygı fazla, bu sorun… Azı karar çoğu zarar” tekerlemesi giriyor devreye. Sevginin azı – çoğu sevgi de, nefretin azı çoğu nefret de bunun biraz fazlası niye bozukluk oluyor demiyorlar.

Diyeni ayıplıyorlar en fazla!

Tiksinti hastalık olasılığı olan pis şeylere uzak durmamızı sağlıyor. Siz hiç temiz olan şeyden tiksinen birini gördünüz mü!

Bunlar hep tesadüf mü!

Bunlar böyle de üzüntü çok mu farklı.

O duygu sayesinde üzüntü sonrası iyi ve hoş günlerin temizliğini yapıyor ruh. Bizi sonraki iyi ve hoş günlere hazırlıyor. Bu anlardan alacağımız hazzı artırma işlevi görüyor. Arada et yememek, et yediğimiz zaman alacağımız lezzeti artırıcı bir işlev görür. O sebeple mahrumiyet yaşantısı çoğunun zannettiğinin aksine büyük bir nimettir aslında.

Her gün et yediğinizi düşünsenize. Bu, maazallah eti nimet olmaktan çıkarır, eziyet haline getirirdi. Birilerinin ona hüzün hastalığı (depresyon) demesine bakmayın siz.

“Her şer gibi görünende bir hayır vardır” lafı boş değil.

Her şeyin bir hayırlı tarafı var. Evet, bir şey hariç, her şeyin…

Sadece psikiyatrinin yok.

İnanın, numune olarak söyleyebileceğim tek bir hayırlı yanı yok…

Psikolog
İzzet Güllü

  
3632 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın