• https://api.whatsapp.com/send?phone=05521012184
  • https://www.twitter.com/@kifsamer
  • https://www.instagram.com/psikologizzetgullu
  • https://youtube.com/@psikologizzetgullu

Depresyona Farklı Bakış

Köprü trafiğinden nefret hastalık mı?

METİN MÜNİR
Her sene Avrupa ’da 165 milyon kişi, yani Avrupa Birliği nüfusunun neredeyse yüzde 40’ı, ruhsal bozukluk yaşar.
Bu rakam, Almanya ’nın Heidelberg kentinde toplanan, “Akıl Hastalıklarına Anlam Vermeye Çalışmak ” * isimli toplantıda, Dresden Teknik Üniversitesi profesörlerinden Hans-Ulrich Wittchen tarafından açıklandı.
Buna göre ruhsal bozukluklar arasında en sık rastlanan anksietedir. Anksiete, günlük hayat olayları karşısında duyulan aşırı kaygı, endişe veya vesvesedir.
Avrupalıların yüzde on dördü bu dertten mustarip.
Ardından uykusuzluk, depresyon, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu ve demans (bunama) geliyor.
Ruhsal bozukluk bu kadar yaygınsa neden Avrupa oturup kalkmıyor? Nüfusunun yüzde kırkı kanser veya verem veya AİDS olsa herhalde olağanüstü durum ilan edilirdi.
Ama nüfusun yüzde 40’ı ruh hastası dendiğinde kimsenin kılı bile kıpırdamadı.
Bence bunun nedeni çok basit. Ruh hastasıdır denilen insanların büyük bir çoğunluğu hasta değil sadece, hayatın çekilmez hale gelmesinden acı, üzüntü, sıkıntı çekiyor.
Dünyayı el birliği ile yaşanamaz hale getirdik. Yaşamak; erkek kadın, çocuk büyük, evli bekâr, genç yaşlı birçok insan için zorlaştı, yük haline geldi, tatsızlaştı. Bunun insanların ruh hallerinde yaptığı olumsuz yansımanın adını ruhsal bozukluk koyarsanız sağlam insan bulmak zor olur.
Bozuk olan ruh değil hayattır. Ekonomik ve sosyal düzendir. Parçalanan aile, kötü okullar, hapishane benzeri işyerleri, dengesi altüst edilmiş doğadır.
Ruhumuz aynadır. Bu aynada insan cinsi olarak dünyaya ve hemcinslerimize yaptıklarımızın aksini görüyoruz. Ve bu bizi “hasta” ediyor.
Hasta etmiyor aslında. Mutsuz ediyor. Başa çıkamayacağımız korkusuyla dolduruyor. Yetersiz olduğunuz şüphesi yaratıyor. Endişelendiriyor. Aklımızı karıştırıyor.
Okuduğum psikiyatri kitaplarından birinde panik atak nedeniyle psikiyatriste giden bir kadın anlatılıyordu. Kadının işine gitmesi için köprüyü geçmesi gerekiyordu.Sabahleyin uyanıp bu yolculuk aklına geldiği andan itibaren içi çöküyordu. Evden büyük bir isteksizlikle çıkıp arabasına biniyordu. Köprü trafiğine yaklaştıkça içi daralıyor, bazen arabayı kenara çekip beklemek zorunda kalıyordu.
Psikiyatrist kadına “panik atak” teşhisi koydu ve bir ilaç yazdı.
Kadının iyileşip iyileşmediği kitapta yoktu. Ama iyileşmediğine garanti verebilirim. Kadın hasta değildi ki iyileşsin. Sadece, günde iki defa tahammül etmesi gereken olağanüstü tatsız bir deneyime doğal bir tepki veriyordu.
İnsan, yedi milyar başka insanla yaşamak üzere dizayn edilmedi. Dev metropoller, mesai haline gelen hayatlar, kesintisiz stres, rekabet ve alışveriş için de.
Olmamamız gereken yerlerde, yaşamamamız gereken hayatlara mahkûmiyetin adıdır ruh hastalıklarının hemen hemen hepsi.
Konferansta dile getiren bir başka gerçek ruhsal bozuklukların neden meydana geldiğinin bilinmezliğini koruduğudur. Dökülen bunca araştırma parasına rağmen psikolojik bozuklukların biyolojik kaynağı hâlâ meçhul.
Arayacaklar arayacaklar ama beyinde, hastalık dedikleri bu hallerin pınarlarını ve yollarını bulamayacaklar. Bulamayacaklar çünkü insan olmak bir beyin hastalığı değildir.
*Konferansla ilgili bilgi ve videoya alınmış bazı konuşmalar için:http://www.embo.org/science-policy/science-society/conferences/2011.html

4 ŞUBAT 2012 CUMARTESI

MEVLANA PROZAC ALIR MIYDI?

METİN MÜNİR
 
İnsanın yoldaşı, kahkaha değil gözyaşıdır. İnsana derinliğini veren yaşadığı hüzün, çektiği çiledir.
Her şey, içinde, yok olacağı anı barındırır. Kayıp veya kaybetme endişesi sürekli yoldaşımızdır. Bunun, bilerek veya bilmeyerek, herkes farkındadır.
Devamlı bir şeyler kaybederiz veya bir şeylerin kaybolduğuna şahit oluruz.
Hüzün bunlara verdiğimiz tepkidir ve insan olmanın bir sonucudur.
İnsan var olduğundan beri bilinen ve böyle anlaşılan bu durum son zamanlarda dünya çapında bir ruh hastalığı haline getirildi.
Hüzün isim değiştirerek “depresyon,” nitelik değiştirerek hastalık oldu.
Bu başkalaşım herhangi bir bilimsel buluşa değil arkasında muazzam para gücü olan bir pazarlama stratejisine dayanıyor.
Bu stratejinin iki ortağı var: Daha çok mal satmak isteyen ilaç şirketleri. Ve tıbbın en az bilimsel dalı olan, diğer dallar gibi ilaçla tedavi edebilen bir disiplin haline gelmek, ciddiye alınmak isteyen psikiyatri.
Psikiyatri, sadece depresyonu değil, insan olma durumunun doğal sonucu olan birçok hali hastalık sınıfına sokarak ilaç endüstrisine yardımcı oldu. İlaç endüstrisi de bu hastalıklara, tedavi etme yeteneği tartışmalı, ilaçlar uydurarak psikiyatriye. Bu çıkar buluşmasının sonucu yeryüzünün psikiyatrik ilaca boğulmasıdır.
Antidepresanlar dünyanın her yerinde olduğu gibi ülkemizde de en çok satan ilaçlar arasına girdi. Hastalık olmayan bir durum müthiş ağır yan etkileri olan ilaçlarla “tedavi” ediliyor. Bu çağımızın en büyük aldatmacalarından biri, muska yazmaktan beter bir şarlatanlıktır. Hiç olmazsa muskanın yan etkisi yok.
Bir psikiyatristin normal insanlık hali olan hüzün için ilaç yazması bir cerrahın hasta olmayan bir uzvu sırf para kazanmak için ameliyat etmesinden farklı değildir.
Kişi için, normal hüzün durumlarında, hayatın günlük streslerine karşı antidepresan kullanmak tedavi değil hastalık aramaktır. Tırnağı kesmek yerine parmağı kesmek gibi bir akılsızlıktır.
Bu ilaçların büyük bir bölümünün parasını ödeyen Sosyal Güvenlik Kurumu için ise gerçek bir israftır.
“Ömrümün hulasası, üç sözden fazla değildir. Ham idim, piştim, yandım,” diyor büyük hayat ustası Mevlana.
Bu sözler insanın başlangıçta ham olduğunu “ateş üstündeki tencere gibi ıstırap duyup,” sayesinde olgunlaştığı bir süreçten geçmesi gerektiğini anlatıyor.
Mevlana, bugün yaşasaydı, Prozac milletinden olmazdı. Çünkü hüznün, neşe ve sevgi gibi, insan olmanın ayrılmaz bir parçası olduğunu, daha olgun bir insan olmak için yaşanması gerektiğini bilirdi.
Değişen bir şey yok. İnsanın doğası Mevlana’nın yaşadığı On Üçüncü Yüzyıl’dan bu yana değişmedi.
İnsanın kişiliğini zenginleştirmesi, gereksiz yere antidepresan alıp çok uluslu ilaç şirketlerini ve psikiyatristleri zenginleştirmesinden bin kat iyidir.

3 ŞUBAT 2012 CUMA

ANTİDEPRESANLARIN CİNSEL HAYAT ÜZERİNDEKİ ETKİSİ

METİN MÜNİR
Ülkemizde antidepresan ilaç kullanımı rekor bir hızla artıyor. Bunun en büyük nedeni depresyon hastası olmayanların, şu veya bu nedenle derin bir hüzün, yeis veya keder içinde olanların da antidepresan almalarıdır.
Bunun arkasında da son altmış yılda psikiyatriyi egemenliği altına almış olan yanlış bir anlayış var: Bu anlayışa göre ruh ve akıl hastalıkları beyin hastalıklarıdır ve bu hastalıkları ilaçla tedavi etmek mümkündür. Bu anlayış halka o kadar iyi satıldı ki Panadol nasıl baş ağrısını geçirirse antidepresanlar da depresyonu geçirir sanılıyor. Bu son derece yanlıştır.
Gerçek depresyonla insanlık hallerinin doğurduğu ruh çöküntüleri farklıdır. Her iki durumda da insan aynı şeyleri hisseder. Aşırı keyifsizdir, normalde zevk aldığı sosyal aktivitelerden kaçar, iştahını kaybeder, uyku sorunları yaşar, enerjisini kaybeder, kendini değersiz hisseder, düşünme ve hareket etmesi zayıflar, hatta ölüm düşünceleri düşünür.
Ama insanlık hallerinden gelen depresyon bir süre sonra kendiliğinden geçer. Klinik depresyon daha ağırdır, kolay kolay geçmez, kroniktir, tekerrür eder.
Normal insanlık hallerinin yarattığı depresyon dolayısıyla antidepresan almak, iyi iken hasta imiş gibi ilaç almaya benzer.
Bu halde insan tedavi değil hastalık satın alır. Aldığı, ilaç değil, ilacın yan etkileridir. Yan etkileri kurtulmak istediği hüzün durumundan daha ağır, etkileri daha kalıcı olabilir.
Antidepresyon ilaçlarının en sık görülen yan etkisi cinsel hayata sekte vurmaktır. Kadınları ve erkekleri eşit derecede etkiler. Değişik şekillerde ortaya çıkar. Seks yapma isteğini azaltır, seks sırasında hissizliğe ve donukluğa neden olur, orgazma ulaşılmasını zorlaştırır. Erkeklerde sertleşme sorunu ve boşalma zorluğuna sıkça rastlanır.
Beyindeki bir kimyasal olan serotonin üzerinde etki yapan antidepresanlar ilk çıktığında psikiyatristlerin bu etkiler konusunda pek fazla bilgisi yoktu.
Başlangıçta ilaçların yan etkileri konusundaki el kitapları, örneğin, Prozac’ın cinsel performans üzerindeki etkisinin yüzde ikinin biraz altında olduğunu yazıyordu. Daha sonra yapılan araştırmalar bu oranı yüzde ona çıkarttı.
Bu tahmin de olağanüstü yanlıştı. Araştırmalar serotonin üzerinde etkisi olmayan antidepresanlarda cinsel bozukluk oranının yüzde 20, Celexa ve Paxil gibi serotonin etkili antidepresanlarda yüzde 70’lere çıktığını gösterdi.
Bunun neden böyle olduğu bilinmiyor. Tahmin edilen, cinsel bozukluğa, ilaçların serotonin üzerindeki etkisinin neden olduğudur. Serotonin beyindeki kimyasallardan biridir.
Psikiyatristler bu sorunu yaşayanlara genellikle Viagra, Levitra ve Cialis gibi ilaçlar yazmaktadır. Ancak bu ilaçlar sertleşme sorunu halletmekte ama cinselliğin motoru sayılan libidoyu, yani cinsel iştahı, etkilememektedir.
Sorunu daha da karmaşık yapan antidepresanları bırakan bazı hastaların ereksiyon sorunu yaşamaya devam etmesidir.
Antidepresana kesinlikle doktor gözetiminde başlamak, kesinlikle doktor gözetiminde bırakmak gerekir.

2 ŞUBAT 2012 PERŞEMBE

ANTİDEPRESAN İNTİHAR İLİŞKİSİ

METİN MÜNİR
 
Antidepresanların en tehlikeli yan etkilerinden biri intihar düşüncelerine yol açmalarıdır.
Depresyonu kaldırıp insanı normal haline döndürmeyi amaçlayan bir ilacın intihar düşüncelerine yol açması bir çelişkidir. Bu nasıl olabilir, diye sorabilirsiniz. Bu sorunun cevabı bilinmiyor.
Antidepresanların intihara yol açabileceği, psikiyatri literatürüne 1990 da girdi.
Prozac’ın piyasaya çıkmasından kısa bir zaman sonra idi. Bu ilacı alan beşi kadın bir erkek depresyon ve şiddetli anksiete hastası altı kişi üzerinde bir araştırma yapıldı. Hastalardan bazıları Prozac’a başlamadan önce de zaman zaman intihar etmeyi akıllarından geçirmişlerdi. Araştırmaya göre, Prozac’a başladıktan sonra sürekli olarak intiharı düşünmeye başladılar.
Kamuoyundan gelen baskı üzerine, Amerikan Gıda ve İlaç Kurumu FDA ilaç şirketleri tarafından yollanmış araştırmaları inceledi. Ve endişe verici bir bulguya ulaştı: Antidepresanlar intihar düşüncelerine neden oluyordu ama çocuklarda ve gençlerde.
FDA, 2002’de, ilaç etiketlerine, çocuklara ve gençlere yönelik, intihar uyarısı konmasına kara verdi. Bu uyarı 2007’de 24 yaşına kadar olan kişileri kapsayacak şekilde genişletildi.
Antidepresan-intihar ilişkisi ABD’de psikiyatristler arasında hararetli bir tartışma konusu olmaya devam ediyor. Bazılarına göre antidepresan bağlantılı intihar olayları arttı. Bazılarına göre böyle bir sonuca varabilmek için yeterli veri yok ve toplanması yıllar alacak.
Antidepresanın yirmi dört yaş üzeri kişilerde de intihar riskini artırdığına dair iddialar da var ama bu konudaki veriler tartışmalıdır.
Amerikan psikiyatrist Peter Breggin antidepresan-intihar ilişkisini araştıranlardan biridir. Breggin serotonin etkili ilaçların “akatizi” adı verilen bir tedirginlik, ajitasyon, huzursuzluk, vesvese durumu yarattığını keşfetti. Bu durumu, yaşamış olan hastalar “derimin dışına fırlıyormuşum gibi bir his” olarak tarif ediyor.
Breggin’e göre antidepresan alanlar çoğu zaman bu durumda iken kendilerine ve başkalarına karşı saldırgan olup şiddet uyguluyorlar.
Profesör Irving Kirsch, Prozac alan bazı hastaların “akatizi” durumuna düştüklerini, Prozac’ı bıraktıktan sonra bu durumun geçtiğini yazıyor.
“Yaşları 25-47 arasında olan ve Prozac aldıktan sonra intihara teşebbüs eden üç hasta Prozac almaktan men edildi. Bir süre sonra ‘acaba ne olacak’ diye görmek için bu üç kişiye yeniden Prozac verildi. Üçü de şiddetli “akatizi” hissettiklerini ve yeniden intihar eğilimine girdiklerini söyledi. İlaç kesildiğinde ajitasyon durumu ile birlikte intihar eğilimi düşüşe geçti.”
Ülkemizde antidepresan ile intihar ve şiddet ilişkisi konusunda araştırma yoktur.
Antidepresana kesinlikle doktor gözetiminde başlamak, aynı şekilde kesinlikle doktor gözetiminde bırakmak gerekir.

1 ŞUBAT 2012 ÇARŞAMBA

Dikkat: Antidepresan öldürücü olabilir

METİN MÜNİR
Ülkemizde, reçeteli, reçetesiz, leblebi gibi antidepresan alınıyor. Bu çok sakıncalıdır. Antidepresan, muhakkak, doktor gözetiminde başlanmalı ve bırakılmalıdır. İlacı bırakmak hastaların yüzde yirmisinde “yoksunluk belirtileri” olarak adlandırılan bazı olumsuz hallerin belirmesine neden olur. Mideye kramp girmesi, ishal, bulantı, kusma, baş ağrısı, uyku bozukluğu, baş dönmesi, bulanık görme, uyuşma, elektrik çarpmış gibi olmak, kasların gayri ihtiyari oynaması, titreme, bu belirtilerden bazılarıdır.
Ayrıca, ilacı aniden kesmek depresyon ve anksiete duygularının depreşmesine neden olabilir. İlaç yoksunluğunun neden olduğu bu durumu hasta, yanlış olarak, depresyonun nüks ettiğine yorarak tekrar ilaca başlayabilir. Antidepresan bağımlığının bir çeşidinin nedeni budur. Özellikle çocuklar ve gençlerin, kesinlikle, gözetimsiz antidepresan ilaç almaması gerekir. Çünkü:
-Antidepresanların çocuklarda ve gençlerde intihar eğilimini artırdığına dair araştırmalar var. (Bu konuyu ayrıntılı olarak yarınki yazımda anlatacağım.)
-Antidepresanlar, bazı kişilerde, hem kendilerine hem de başkalarına yönelik şiddet eğilimini artırır.
Amerikan Gıda ve İlaç Kurumu FDA 2006’da serotonin artırıcı başka ilaçlarla birlikte kullanılması halinde antidepresanların “serotonin sendromu” diye bilinen, öldürücü olabilecek bir bozukluğa yol açabileceğini açıkladı.
Serotonin beyindeki kimyasallardan biridir. Yeni nesil bazı antidepresanlar beyindeki serotonin düzeyini etkiliyor. Serotonin sendromunu meydana getiren vücutta aşırı serotonin birikmesidir. Birden fazla antidepresan alınması aşırı serotonine yol açan nedenlerden biridir.
Antidepresanların bazı başa tür ilaçlarla alınması da serotonin sendromuna neden olabilir. Öksürük bastırıcı ilaçlar, reçetesiz satılan baş ağrısı ilaçları, ağrı kesiciler, antibiyotikler, iştah bastırıcı ilaçlar ve bazı bitkisel ilaçların anti depresanlarla birlikte alındığında ölüme yol açtığı görülmüştür. Eczanelerde ve attarlarda satılan bitkisel antidepresan St John’s Wart veya Sarı kantaron antidepresanla alınmamalıdır. Antidepresanla beraber alındığında ölümcül olabilecek diğer şeyler LSD, ecstasy ve kokain gibi uyuşturuculardır. Bu aşırı tepki dışında antidepresanların hayat kalitesini olumsuz etkileyebilecek birçok yan etkisi vardır. Seks hayatına sekte vurması listenin başında gelir. (Bu konuyu cuma günkü yazımda anlatacağım.)
Psikiyatristler ve malını satmaktan başka pek bir şeyi umursamayan ilaç şirketleri antidepresanların olumlu etkilerini abartmak, yan etkilerini önemsiz göstermek eğilimindedir. Bu konuda ne Sağlık Bakanlığı ne de Türkiye Psikiyatri Derneği’nin internet sitelerinde bilgi vardır. Bu nedenle antidepresan alan veya almayı düşünenlerin yan etkiler konusunda kendilerini eğitmelerinde yarar var. En iyi başlangıç noktası ilaç kutularının içinde bulunan etiketler veya prospektüslerdir. Bu ve hafta içinde yazacağım diğer yazılarda kullandığım kaynakları merak edenler www.milliyet.com.tr’ye girip 25 Ocak Çarşamba günkü yazıma bakabilirler.

28 OCAK 2012 CUMARTESI

BEYİN NASIL ÇALIŞIR?

METİN MÜNİR
Beyinde milyarlarca sinir hücresi vardır. Olağanüstü karmaşık ağlar oluşturan bu hücreler birbirleriyle sürekli ilişki halindedirler.
Tipik bir hücrenin tel tel uzantıları vardır. Hücre bu uzantılar aracılığıyla diğer hücrelere sinyal yollar ve onlardan sinyal alır.
Bu sinyallerin, yollanıp alınırken, hücreleri birbirlerinden ayıran minik boşlukları aşması gerekir.
Bir sinir hücresi bir başka sinir hücresi ile ilişki kurmak istediğinde bir kimyasal salgılar. Bu kimyasal iki hücre arasındaki boşluğu geçer ve diğer sinir hücresine tutunur. O hücreyi faal hale getirir veya faaliyetini engeller. Daha sonra yollayan hücre kimyasalını geri alır veya kimyasal metabolize edilir.
Bu mekanizma gözlemlendikten sonra bir tez ortaya atıldı: Dendi ki depresyon, şizofreni, bipolar, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu gibi bozukluklar beyindeki bu kimyasalların anormalliğinden, dengesizliğinden meydana gelir - TİRE dopamin adlı kimyasalın azlığı şizofreniye neden olur, serotonin azlığı ise depresyon nedenidir.
Konumuz depresyon olduğu için serotonine yoğunlaşmak istiyorum. Gerçekten, yaygın olarak iddia edildiği gibi, depresyon serotonin eksikliğinden mi meydana gelir?
Beyindeki serotonin miktarı artırıldığında depresyon sona erer mi?
Her iki sorunun cevabı da hayırdır.
Bir defa, araştırmalar depresyon bozukluğu geçirenlerin sadece yüzde 25’inde serotonin eksikliği olduğunu gösteriyor. Bir an serotonin eksikliği hipotezinin doğru olduğunu var saysak bile bu depresyon bozukluklarının sadece dörtte birinin nedenini açıklayabilecektir.
Geriye kalan dörtte üçünün sebebi nedir?
Gelelim ikinci soruya. Antidepresan almak beyindeki serotonin oranını hemen yükseltir. Ama ilacın depresyon üzerinde etki yapması (eğer yaparsa, tabii), yani onu azaltması veya kaldırması, tipik olarak birkaç hafta sonra olur. Bundan çıkan sonuç ilacın serotonin miktarını yükseltmekten başka nedenlerle hastaya etki yaptığıdır.
Deneylerde, hayatında depresyon geçirmemiş kişilerin beyinlerindeki serotonin miktarı düşürülmüş ancak bu kişilerde en ufak bir depresyon emaresi görülmemiştir.
Açıkça görüldüğü gibi depresyonun “kimyasallarda bozukluk”tan meydana geldiği ya da “beyin hastalığı” olduğunu söylemek yanlıştır. Depresyona serotonin eksikliği neden olmaz antidepresanlar serotonini dengeleyip depresyonu tedavi etmez.
Antidepresanlar ve akıl bozukluklarına yönelik diğer ilaçlar genel beyin fonksiyonlarını etkileyerek etki yapar. Bazen yararlı olurlar, bazen olmazlar.
Neden bazen yararlı olup bazen olmadıkları bir muammadır. Bunda şaşılacak bir şey yok çünkü tedavi etmeyi hedefledikleri akıl bozuklukları da bir muammadır. Nereden, neden kaynaklanıyorlar, bilinmiyor.
Beyin sırlarını açıklamıyor. Psikiyatri bilinenlerin değil bilinmeyenlerin egemen olduğu bir tıp dalıdır. Psikiyatristler genellikle bildiklerini abartıyorlar. Önerdikleri ilaçların etkinliğini genellikle abartıp, yan etkilerini küçülttükleri gibi.
Ünlü psikiyatrist Daniel Carlat konuyu iyi özetledi:
“Modern psikiyatri budur: Sadece semptomları rehber alarak, neyi düzeltmeye çalıştığımızı tam kavramadan ve önerdiğimiz ilaçların nasıl çalıştığını tam bilmeden (hastalarımızı tedavi etmeye çalışmak).”
“Bütün ruhsal bozukluklarda depresyon, şizofreni, bipolar bozukluk ve anksiete bozuklukları bilgimizin cılız ışıkları cehaletimizin gölgesinde kayboluyor.”

27 OCAK 2012 CUMA

DEPRESYON: ÜZGÜNSENİZ NORMALSİNİZ

METİN MÜNİR
Bozukluk bir organın normal biyolojik görevini yerine getirememesidir. Kalp normal bir biçimde kan pompalayamazsa, böbrekler süzemezse, ak ciğerler normal iyi nefes alıp veremezse bozulmuş sayılırlar. Beynimizin çevrede meydana gelen olaylara verdiği reaksiyon olan duygusal tepkilerimiz de aynıdır.
Normal bir beynin kayıp karşısında verdiği tepki hüzün, yeis, kederdir. İnsanın neden hüzün duyduğu, bunun biyolojik fonksiyonunun veya faydasının ne olduğu bilinmemektedir. Bilinen, her insanın kayıp olaylarına hüzün duyarak tepki verdiğidir.
Parasını batıran tüccar, işsiz kalan bankacı, sevgilisini kaybeden liseli, seçimi kaybeden politikacı, artık başrol teklifi almayan yaşlanmaya yüz tutmuş aktör, üzüntü duyar. Bu ve benzeri kayıp durumlarına verilen hüzün tepkisi beynin fonksiyonunu yerine getirdiği, normal olduğunu gösterir.
Normal olmayan, kayıp veya herhangi bir başka neden olmadan meydana gelen hüzün veya, psikiyatrideki adı ile, majör depresif epizoddur. Bu beynin normal fonksiyonunu yerine getirmede başarısızlığa uğradığını, bir sorunu olduğunu gösterir.
Ancak modern psikiyatrinin depresyon tarifi normal hüznü depresyondan ayırt etmeyi zorlaştırarak - hatta gereksizleştirerek - insanlara zarar vermektedir. Tedaviye ihtiyacı olmayan milyonlar ilaca mahkum edilmektedir. İstisnalar dışında, uygulama psikologların her depresyon olayını bir beyin hastalığı olarak görmesi, ilaçla tedavi etmeye çalışmasıdır.
Bunun sonucunda antidepresanlar dünyada en çok satılan ilaçlar arasında girdi. Türkiye’de antidepresan kullanımında rekor artışlar var. Psikiyatristlerin müşterisi olmayı veya çocuklarını psikiyatristlerin müşterisi yapmayı düşünenlerin depresyon teşhisinde kullanılan yöntemin zaaflarının farkında olmalarında yarar var. Eğer tedavi yerine hastalık satın almak istemiyorlarsa.
Hayatın normal akışından kaynaklanan, insan olmanın bir sonucu olan, “nedeni olan” depresyonun üç özelliği var:
- Her zaman insanın uğradığı bir kaybın sonucu olarak ortaya çıkar.
- Kayba verilen tepki, kabaca, kaybın niteliği ile orantılıdır. Örneğin bir dersten bütünlemeye kalan üniversite öğrencisinin hissettiği çöküntü sınıftan kalan öğrencinin çöküntüsünden daha hafiftir ve daha az sürecektir. Aynen sevgilisini kaybeden ile sevdiğini toprağa gömen kişilerin duydukları çöküntünün farklı olması gibi.
- Belirtiler hüzün veren durum devam ettiği sürece devam eder. Durum düzeldiğinde sona erer. Zamanın geçişiyle ortadan kaybolur.

Hastalık olan depresyon bundan çok farklıdır. İçe işleyen yoğunluktadır, muazzamdır, kol kanat kırıcıdır ve - en önemlisi - kişinin hayatında meydana gelen veya gelmeyen herhangi bir durumla bağlantılı değildir. Ne kadar süreceği belli değildir. Tekerrür eder.
Nedeni olan ve olmayan depresyonu belirtilere bakarak ayırt etmek mümkün değildir. İkisinin de belirtileri aynıdır. Değişik olan gerçek depresyonun ne bağlamda ortaya çıktığının muamma oluşudur. Nedeni belli değildir. Arandığında, kişinin yaşamında depresyonu tetikleyecek herhangi bir üzüntü veya kayıpla ilgili bir olay bulunamaz.
Tersine, bazı kişiler terfi ettikten veya önemli bir ödül kazandıktan sonra depresyon krizine girdiğini anlatır. Bu tür depresyonlar kişinin hayatında ne olup bittiğinden bağımsız, başlar, sürer ve sona erer.

26 OCAK 2012 PERŞEMBE

Depresyonda kimyasal dengesizlik efsanesi

METİN MÜNİR
Yaygın kanaate göre depresyonun nedeni beyindeki kimyasal dengenin bozulmasıdır.
Bu bir efsanedir. Kimyasal dengesizlik teorisini kanıtlayacak bilimsel bulgu yoktur. Aksine, tersini doğrulayan birçok araştırma mevcuttur.
Psikiyatrinin ecza yanı ile ilgilenenler “kimyasal denge” teorisini çoktan terk etti. Bu efsanenin hâlâ, doğru imiş gibi tedavülde dolaşmasının nedeni psikiyatrlardır. Onlar için bu, bugün değilse yarın kanıtlanacak kutsal bir doğrudur. Psikiyatrlar, “Kimyasal denge olayı yoktur,” demek, Kabe’de “Allah yoktur” diye bağırmaktan farksızdır.
Psikiyatrlar bu teoriye neredeyse inanmak zorundadır. Aksi takdirde hastalarını ilaç almaya ikna edemezler. Eğer beyindeki kimyasallarda bir dengesizlik, yoksa bu dengesizliği normalleştirdiği iddia edilen antidepresanlara ne gerek var?
Depresyon için tanı koydurucu herhangi bir laboratuar bulgusu yoktur. Röntgen, emar, termometre, tahlil gibi diğer doktorların emrinde bulunan araçlarla tespit edilmesi de mümkün değildir.
Bu bilimsel yetersizlik psikiyatride teşhis koymanın tarif üzerine yapılmasını zorunlu kıldı. Psikiyatride hastalık kıstaslarına, tarifine uyan hastadır, uymayan değildir.
Bu kıstasları koyan, neyin ruhsal bozukluk olduğuna karar veren, Amerikan Psikiyatri Derneği’dir. Derneğe bağlı doktorlar komiteler meydana getirir ve tartışarak hastalık belirler veya uydurur.
Bunlar Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal Elkitabı adlı kitapta derlenir ve Türkiye dâhil birçok ülkede, psikiyatrik hastalıkların teşhisinde tek referans olarak kullanılır.
Kitaba göre, depresyon bozukluğu (psikiyatrik adı ile majör depresif epizod) teşhisi konması için kişinin iki hafta boyunca aşağıdaki dokuz belirtiden beşine sahip olması gerekir:
1.  Depresif duygu durumu (yani aşırı keyifsizlik).
2.  Etkinliklere karşı ilgide azalma veya bunlardan eskisi kadar zevk almıyor olma.
3.  Kilo kaybetmek veya almak ya da iştahın artması veya azalması.
4.  Uykusuzluk veya aşırı uyuma.
5.  Düşünme, konuşma ve hareket etme sürecinin, hemen her gün, başkalarının da gözüne çarpacak kadar yavaşlaması.
6.  Yorgunluk veya enerji kaybı.
7.  Kendini değersiz hissetme, aşırı suçluluk duygusu duyma.
8.  Düşünme veya konsantre olma yeteneğinde azalma veya kararsızlık.
9.  Ölüm veya intihar düşünceleri veya intihara teşebbüs.
Sorun şu ki, bu belirtiler sadece klinik depresyon yaşayan (majör depresif epizod geçiren) kişilere has değildir. Olağan insanlık halleri dolayısıyla derin bir elem, keder veya üzüntü yaşayanlar da tıpatıp aynı belirtileri veriyor.
Bir psikiyatr sadece bu listeye bakarak hasta ile olmayanı ayırt edemez.
Nitekim çoğu zaman edememekte veya etmemekte, her iki durumda da ilaç yazmak için reçetesine uzanmaktadır.
Oysa eşi tarafından aldatılan, iflas eden veya işten kovulan birisinin hissettikleri yukarıdaki listeye ne kadar uyarsa uysun, ne anormaldir, ne de yersizdir.
Gerçek depresyonla insanlık hali kederleri gece ve gündüz kadar birbirinden faklıdır.
Ayrıntılar yarın...

25 OCAK 2012 ÇARŞAMBA

DEPRESYON: ÜZÜNTÜNÜN HASTALIK HALİNE GETİRİLİŞİ

METİN MÜNİR
Depresyon konusunda iki iddia var: Birincisi: Depresyon çağımızın en yaygın ruh hastalığıdır. Türk Psikiyatri Derneği (TPD) depresyonun toplumda görülme oranın yüzde 8-10 arasında olduğunu söylüyor. TDP’ye göre, 10 erkekten biri yaşam boyunca bir defa “depresyon hastalığına yakalanacaktır.” Kadınlarda risk çok daha yüksek. TDP’ye göre, her dört-beş kadından biri hayatında en az bir kez depresyon hastası olacak.
Dünya Sağlık Örgütü’ne göre 2020 yılında depresyon, kalp hastalıklarından sonra dünyada en sık görülen hastalık olacak.
İkincisi: Depresyonun en yaygın ruh hastalığı oluşu çağımızın en büyük yalanlarından biridir. Evet, depresyon geçiren bazı insanlar gerçekten hastadır. Ama bunlar azınlıktadır. Depresyonun yaygınmış gibi görünmesinin nedeni psikiyatri aleminin depresyonun tarifini hasta olmayan kişileri de içine alacak şekilde genişletmesidir. Bu genişleme tamamen keyfidir, bilimsel bulgular tarafından desteklenmemektedir.
Depresyon teşhisi konan insanların büyük çoğunluğu hasta değildir. Bunların yaşadığı klinik depresyon değil üzüntü, yeis, keder gibi insanlık halleridir. Bu haller patolojik bir bozukluktan kaynaklanmıyor. Kayıp, düşüş, düş kırıklığı gibi normal insanlık hallerinden kaynaklanıyor.
İlaç şirketleri ve psikiyatristler, para kazanmak saikı ile, bu tepkileri hastalık sınıfına soktu. Bu yüzden, çocuk büyük milyonlarca insan, hasta olmadığı halde, hasta muamelesi görüyor. Damgalanıyor. Hasta gibi tedavi ediliyor, antidepresan ilaçların ağır yan etkilerine maruz kalıyor.
Bu kargaşanın nedeni depresyon teşhisinde neredeyse 2500 yıldır başarı ile kullanan anlayışının terkedilmesidir.
Bu anlayışa göre, depresyon aynı emareleri gösteren iki değişik ruh halidir. Bunlardan biri normal hüzün veya “nedeni olan” hüzündür. Bu, insanın günlük yaşamda uğradığı bir kayba veya karşılaştığı derin hüzün veren duruma verdiği tepkiden kaynaklanır. Kötü bir hastalığa yakalanma, karşılıksız aşk, sınıfta kalma, iflas etme, eşi tarafından aldatılma, terfi edememe bazı örneklerdir.
Bunlara verilen tepki kendini derin ve acı veren bir hüzün olarak açığa vursa da insan doğasının gereğidir. Hastalık değil. Hemen hemen her zaman bir süre sonra, kendiliğinden geçer.
“Melankoli” veya “nedeni olmayan” depresyon olarak bilinen diğer durum farklıdır ve ta Hipokrat zamanından beri hastalık sayılıyor. Bu, kişinin durumu veya başına gelenlerle açıklanamayan depresyondur. Nispeten daha ender görülür. Daha derindir, daha uzun sürer, kroniktir, tekrarlanır.
Herhangi bir dış olayla bağlantılı olmadığı için, tarih boyunca, “nedeni olmayan” depresyonun bir iç bozukluktan kaynaklandığı var sayıldı.
“Nedeni olan” ve “nedeni olmayan” hüzün durumlarının belirtileri aynıdır. Her iki halde de kişi yoğun keyifsizlik, uykusuzluk, insanlardan uzak durma, iştah kaybı, normalde yapılan aktivitelere karşı ilgisizlik vesaire gibi şeylerden şikayet eder. Bu iki hali birbirinden ayırmak için kullanılan yöntem, hastayla konuşmaktır. Bu yöntem binlerce yıl değişmedi. Hekim, konuşarak hastasının durumunu, ortamını, geçmişini, başına ne geldiğini öğrenmeye çalışır ve teşhisini ona göre koyardı. Bu basit ama etkili ve zamanın testine dayanmış olan yöntem 1980’de, Amerikan Psikiyatri Derneği tarafından, hiçbir bilimsel neden olmadan, terkedildi.
Psikiyatri normal üzüntüyü hastalık kapsamına aldı, nedeni bilinen ve bilinmeyen haller arasındaki ayrım ortadan kalktı. Konuşma terapisi neredeyse unutuldu, tamamen semptomlara bakılır, tedavi genelde sadece ilaçla yapılır oldu. Depresyon salgını diye sunulan şey aslında teşhis enflasyonudur.
YARIN: DEPRESYON TEŞHİSİNDEKİ SAKATLIK
DEPRESYON DİZİSİNİ HAZIRLAMADAN ÖNCE OKUDUĞUM KİTAPLAR:
* Anatomy of an Epidemic / Robert Whitaker
* The Emperor’s New Drugs / Irving Kirsch
* The Loss of Sadness/ Allan V Horwitz, Jerome C. Wakefield
* Doctoring the Mind/ Richard P. Bental
* Unhinged /Daniel Carlat
* De-Medicalizing Misery/ Edited By Mark Rapley, Joanna Mocrieff, Jacqui Dillon

21 OCAK 2012 CUMARTESI

Hasta mıyım? İnsan mıyım?

METİN MÜNİR

Kırk yaşını birkaç sene önce arkada bırakmış olan kadın bir süreden beri çok hoşlandığı bir adamla çıkıyordu.

İlişki iyi gidiyordu. Mutluydu. Adam onu ailesiyle tanıştırınca evlilik hayalleri kurmaya başladı. Çok arzuladığı bir şeydi bu. Yıllarını işinde ilerlemeye ayırmış, erkeklerle ilişkilerinde evliliği ön plana çıkarmamıştı. Şimdi tam zamanı gibiydi. Hatta belki de son şanstı.

Ama, ilişki aniden sona erdi. Kadının tahmininin aksine, adam evlilik düşünmüyordu. Evlenmiş boşanmıştı, çocukları vardı. Kadın evlilik konusundan dem vurmaya başlayınca çekti gitti.

Kadın derin bir yeise kapıldı. Kendini yorgun, mutsuz, değersiz hissediyordu. İştahı kaçtı. Uyku uyuyamıyordu. İşte konsantre olamıyordu. Zaman zaman, iş çıkışı arkadaşları ile buluşmayı sevmesine rağmen, dışarı çıkmamaya başladı. Hayat ümitten yoksun, çorak bir belde haline dönmüştü sanki.

“Yataktan zor kalkıyorum” diye anlattı sonunda, gittiği psikiyatriste. Psikiyatrist ona depresyon teşhisi koydu. Antidepresan ilaca başlattı. Psikoloğa yolladı.

Üç ay kadar gitti geldi. Sonra başka bir adamla tanıştı. Yavaş yavaş neşesi yerine geldi. Hayatı normale döndü. İlacı ve psikoloğa gitmeyi bıraktı.

Sizce, kadın bir ruh hastalığı mı geçirdi? Yoksa normal bir insanlık hali mi idi yaşadığı?

Kadın Milattan Beşinci Yüzyıl’da yaşamış olsa ve Hipokrat’a gitse, modern tıbbın babası Yunanlı ona, İstanbullu psikiyatristin yaptığı gibi depresyon teşhisi koymayacaktı.

"Hasta değilsin. Derin bir kayıp, üzüntü hissi duyuyorsun. Normal bir insanlık halidir bu. Birkaç ay sonra bir şeyin kalmaz” diyecekti.

Tam bu kelimeleri kullanmayacaktı, tabii. Ama kadına kesinlikle hastalık veya bozukluk teşhisi koymayacaktı.

Bilindiği kadarıyla, Hipokrat depresyonu ve belirtilerini ilk doğru tarif eden kişidir.(*) Bu tarife göre depresyon “nedeni olan” ve “nedeni olmayan” depresyon olarak ikiye ayrılır. “Nedeni olan” depresyon malum insanlık hallerinin sonucu olarak meydana gelir, zaman içinde, üzüntünün nedeninin ne olduğuna bağlı olarak, azalır ve kaybolur. Sevgilisi tarafından terk edilmek, eş tarafından aldatılmak, ağır hastalık teşhisi konmak, işlerin kötü gitmesi, üniversite sınavını kazanmamak, “nedeni olan” depresyon hallerinin bazılarıdır.

Eskilerin “melankoli” dediği “nedeni olmayan” depresyonda ruhsal çöküntünün hangi sebepten kaynaklandığı, ne kadar süreceği bilinmez. Ve tekrarlanır.

Depresyon tedavisinde, olağanüstü bir tutarlıkla, 2500 yıl boyunca bu ayrım kullanıldı. Ta 1980’e gelinceye kadar. Bu tarihte, dünyadaki bütün psikiyatristler tarafından izlenen Amerikan Psikiyatri Derneği, iki değişik depresyon arasındaki ayrımı keyfi bir şekilde kaldırdı.

Belirli belirtileri gösteren herkesi, depresyonun nedeni bilinsin, bilinmesin, hasta saydı. Normal insanlık hallerinden dolayı derin yeis içine düşenler, gerçek klinik depresifler gibi hasta muamelesi görmeye başladı.

Çok zaman geçmeden depresyon kalp hastalıklarından sonra dünyadaki en yaygın hastalık ilan edildi. Psikiyatristler, insan olmaktan başka sorunu olmayan milyonlarca insanı hasta muamelesi yapmaya başladılar, ağır yan etkileri olan ilaçlara abone etiler.

Bu değişiklik bilime mi dayanıyor? Yoksa sırf psikiyatristler ve ilaç şirketleri daha çok para kazansın diye mi yapıldı? Bilimsel araştırmalar neye işaret ediyor? Klinik depresyonun nedeni biliniyor mu? Depresyonun nedeni beyindeki kimyasalların dengesinin bozulması mı? Beyin nasıl çalışır? Depresyona en iyi gelen şey nedir?

İlgilenenler gelecek hafta çarşambadan başlayarak depresyon konusunda hazırladığım bir dizide cevapları okuyabilir.

* The Loss of Sadness/ Allan V. Horwitz & Jerome C. Wakefield

Kaynak: 

http://dikkatsiz.blogspot.com