• https://api.whatsapp.com/send?phone=05521012184
  • https://www.twitter.com/@kifsamer
  • https://www.instagram.com/psikologizzetgullu
  • https://youtube.com/@psikologizzetgullu

Algılanan Din: Yeni Kitap

İZZET GÜLLÜ


 


GİRİŞ

< Din yalın bir olgudur. Olguya zaman içinde algı girdi. Olguya algı girerse algı olguyu hem böler hem de olgunun önüne geçer. Din olgusu birleşin dediği halde algı savaşın der ve bir duvarın tuğlaları hükmünde olan ümmet birbiriyle savaşır. Bu bazen gerçek bir kanlı savaş olur bazen de ego, kibir, inat, çoğalma, güç, ayrışmada yarış yahut ekonomik bir savaş olur... >

"Dinlerini parça parça edip ayrı ayrı gruplara ayrılanlarla senin hiçbir alakan yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır. Sonra O, kendilerine ne yaptıklarını haber verir." (En'am / 159)

Bu kadar açık, net olan ve mevcut hali resmederek mucizevi bir haber veren, çarpıcı bir mesaj taşıyan hakikati neyle çarpıtarak bilinçlerden uzak tutabilirsiniz? Yorum, te'vil, tefsir ve rivayetlerle... Öyle de yapıldı! O yüzden tek bir kimse bile neden böyle lime lime olduk demiyor, hala kör bir saplantıyla hizipçiliği, mezhepçiliği vs. savunuyor.


Doğru ve tek "bir" kaynaktan beslenmezsen bir olamazsın, bin olursun! Bin olmanın diğer adı bölük pörçük olmaktır. Bunun dindeki manası dinin lime lime edilmesidir. Oysa dinin amacı birlemektir yani tevhittir.

Diğer yandan kaynağı ilahi olan din ilk günkü yerinde duruyor... Saf, berrak ve tertemiz! Ondan çok uzağa düşen, böylece bizi, yaşantılarımızı, telakkilerimizi sağa sola savuran algılarımız! Bir ve aynı olması gereken algı ile olgu arasındaki bu manidar kopuşun nedeni saf kaynakla aramıza giren sureti hak kılıklı engeller! Mevlana'nın dediği gibi kaynaktan uzaklaşan su kirleniyor! Bu mütevazi çalışma bozulan algımızı duru din gerçeğiyle tekrar buluşturmayı amaçlıyor! 

Gerçeği 1400 sene öncesinden resmeden yukarıdaki ayeti bugüne değin pek işitmediniz! Şeytanın en etkili silahlarından olan "detay"ın içinde alabora edilen böyle ne sahih, ne somut hakikatler var bir bilseniz! Ben bu ayeti ilk işittiğim günden sonra onlarla işim ve alakam yok artık dedim! Tabiki ayetin tabiriyle! Benim de olmamalı diyorsanız şayet, evvela ikna olmalısınız! Bunun için ise bu çalışmayı dikkatlice ve iyiniyetle okumalı, sonra da üzerinde iyice  düşünmelisiniz! 

< Şeytan adamına göre elbise giyer. Mesela müslümanın karşısına çıplak yahut dekolte değil, suret-i hak kılığıyla çıkar! Bu nedenle de saça - sakala meftun olan çoğu müslüman bu  şeytani tuzağı kolay kolay anlayamaz >

< "Ey mü'minler Allah'ın ipine sımsıkı sarılın, dağılıp ayrılmayın" ayetini ancak, "Ümmetin ayrılığında rahmet vardır" hadisiyle bir köşeye itebilirsiniz. Sonra da bir hadisi bir ayete tercih ettiğinizi bile göremezsiniz. Çünkü Allah bu zulmü işleyene basiret vermez, feraset verdiyse de geri alır! Biz yine hizip olarak kalalım, buna rağmen bir ve bütün olalım demek yere düşerek havada kalalım demektir. Mevcut grup, cemaat, tarikat vb. yapıların yani hiziplerin bunu böyle savunmaları gerçeğe karşı sergilenen boş ve faydasız bir dirençtir. >

Son olarak bu çalışmamda din olgusunu değil, din algısını eleştirdiğimi tekrar ifade ediyorum! Algıya karşı çıkmayı olguya karşı çıkmak olarak yansıtarak bu çalışmaya tepki gösterecek kişilerin bu tutumunun da bir hile-i şerriye olduğunu beyan etmek istiyorum. Algıya karşı çıkmayı olguya karşı çıkış olarak yansıtmanın sadece basit bir yalan değil aynı zamanda olgunun önüne ördükleri algı bariyerini muhafaza gayreti olduğunu, bunun böyle okunması gerektiğini düşünüyorum. Gayret bizden, takdir ve sonuç yüce rabbimizdendir!      (İzzet Güllü)

                         


DİNDARLIK TÜRÜNÜN ÖNEMİ

"Her alanda sadece o alanın uzmanları konuşsun" klişe dayatması konulara dışarıdan, dolayısı ile de daha objektif, daha cesur, daha kaygısız ve daha geniş açıdan bakılmasını hep imkansız kılmıştır. Oysa hiç bir konu zannedildiği gibi sadece bilgi meselesi değildir. Çoğu zaman esas mesele nereden ve nasıl bakıldığı meselesidir. Bazen çok fazla bilgi ile içeriden bakmaktansa az bilgi ile dışarıdan bakmak daha fazla farkındalık, isabet ve çözüm sağlayabilmektedir. 

Bu çalışmamda dini literatüre az çok hakim olan deneyimli bir psikolog kimliğimle dine ve dine dair konulara dışarıdan bakmaya çalışacağım. Umarım farklı kapılar açacak, yeni pencereleri birlikte aralayacağız. 

Öncelikle bizim için çok hayati olan inancımızla ilgili hatalı algılarımızı ve yanlış inanç kalıplarımızı inceleyelim! 

Hep tek tip gibi bahsedilse de aslında farklı dindarlık türleri vardır! Dindarlığın hangi türde ve nasıl olduğunu o dindarlığı hangi kaynağın beslediği belirliyor.

Gözlemlerime göre ve mesleki bilgilerimi de kullanarak meseleye baktığımda dindarlığı sadece Kur'an ve onun canlı modeli olan sünnetin belirlediği bir dindarlık daha dengeli, daha bütüncül, daha rasyonel bir dindarlık oluyor.

Ara yol ve yöntemlerle yani başka kitap ve ekoller vasıtasıyla inşa olmuş dindarlıkta (ki bu tür dindarlık çok yaygındır) bazı yönler çok öne çıkarken bazı yönler anlaması güç bir biçimde geri ve zayıf kalıyor. Bir boyutun aşırı öne çıkması başka alanlarda aşırı geri kalmayı zorunlu kılıyor. Oysa İslam bir fıtrat ve denge dini olduğunu beyan ediyor.

Bu durum; her bir ekolün bazı hususları yorum farkı nedeniyle daha çok öne çıkarıp vurgularken bazı meseleleri fazlaca geri plana itmesinden kaynaklanıyor.

Oysa Kur'an buna izin vermeyecek derecede dengeli bir metodoloji içeriyor. Her bir konuyu tam yerinde ele alıyor, unutmanıza ya da başka alana kaymanıza fırsat vermeden bir süre sonra o konuyu tekrar hatırlatıyor. 

Söz gelimi korkunuz ön plana çıkarken umut veren ayet çıkıyor karşınıza ve zihnen dengeleniyorsunuz! Namazın öneminden bahsederken ve siz sadece namaz odaklı bir eksen kayması yaşayacakken insanlara faydalı amellerin önemini getiriyor önünüze ve yine sizi dengeliyor.

Böylece hiç bir konuyu tek başına öne çıkarmanıza da fazlaca ihmal ederek geride bırakarak buna uygun bir zihin ve ruh inşsaına izin vermiyor.

Oysa ara kitaplar ve ekoller böyle bir metodoloji uygulamıyor. Kimisi tamamen eğitimi kimisi büyük ölçüde imanı kimisi en çok zikri vs. önemsiyor, bunları öne çıkarıyor. Böylece buna uygun ve büyük ölçüde bir tarafa daha çok kaymış, böylece başka şeylerden daha fazla uzak düşmüş, bir yanı çok gelişirken başka mühim yanları geride ve güdük kalmış bir dindarlık tipi yaratıyor.

Mesela böyle bir dindarlıkta insan cihat için canını vermeye hazırken aç yatan komşusu onun önceliği olmayabiliyor. Eğitim için tüm varlığını seferber ederken haksızlık karşısında son derece huzurlu bir ruh haliyle kayıtsız kalabiliyor. Namazı beş saniye geciktirmemek için akıllara durgunluk verecek ölçüde hassas davranırken abdest alırken rahatlıkla bol su tüketerek israfa düşebiliyor.

Tüm bu örneklerle anlatmaya çalıştığım dindarlık türü kaynağını tamamen Kur'andan almayan, daha çok ara yol ve ekollerden beslenmenin bir neticesi! Günümüz müslümanlığının en büyük sorunlarından birisi de az dindar - çok dindar olma sorunu değil; hangi tür bir dindar olunduğu sorunudur. Dediğim gibi dindarlığımızın türünü hangi kaynaktan beslendiğimiz belirliyor.

Çelişkisiz, dengeli, bütüncül, her yönü gerektiği kadar öne çıkmış, yine her yanı sadece ve sadece gerektiği kadar geride kalmış, diğer bir ifadeyle Allah'ın istediği türde bir dindarlık inşası için saf ve duru kaynakla direkt iritbatımız şart!

İNDİRGEMECİLİK

Günümüz dindarlığının başına musallat olmuş bir başka konu da indirgemeci dindarlık diye tarfi ettiğim sorundur. Bu dindarlık tarzında din ibadete, ibadet de büyük ölçüde namaza indirgenmiş durumdadır. Oysa yüce peygamberimizin ifadesiyle din güzel ahlaktır! Yine ahlakı da cinsel namus olarak sınırlı bir şekilde algılamış durumdayız! Algılamak çok hayatidir. Çünkü insanoğlu algıladığı şekilde etkilenir, algıladığı biçimde tepki verir. Bu meyanda insanların dindarlıklarını dini algılama şekilleri belirlemektedir. Oysa çoğu zaman algı ile gerçek örtüşmez! Böylesi durumlarda kişilerin yaşamına şekil veren gerçek değildir; algıladıklarıdır.



PEYGAMBERİMİZ FAKİR MİYDİ

 

“Peygamberimiz fakir değildi; sadece fakir bir yaşam sürmeyi seçti! Tıpkı çok zengin olup bir kenar mahallede mütevazi bir yaşam süren bazı ünlü işadamları gibi”

 

Peygamberimizi fakir olarak takdim ederler genellikle! Bir an için peygamberimizin yaşamını canlandırın gözünüzde, akla fakir bir peygamber imajı gelecektir. Bilerek böyle tanıttılar ya da böyle bir algı oluşmasının önüne geçemediler, geçmediler. Sonuçta o yahut bu sebeple böyle bir algısal tablo çıktı ortaya!

 

Oysa yüce Allah peygamberimiz hakkında, “Seni fakir bulup zengin etmedik mi” der! Ayrıca eşi Hatice annemiz zengin bir iş kadınıydı! Hani efendimiz fakirdi?

 

Hayır, efendimiz fakir değildi; zengindi. Lakin fakir gibi yaşamayı tercih etti! İkisi aynı şey değildir! İkisi hiç bir açıdan aynı şey değildir! Peygamberimiz fakirdi dediğinizde sadece yalan söylemiş ve Kur’ana iftira atmış olmakla kalmazsınız, ayrıca Müslümanlara fakirliği teşvik etmiş, fakirliği özendirmiş de olursunuz! Bu ise, “Veren el alan elden üstündür” başta olmak üzere bir yığın dini hakikatle de çelişir.

 

Evet peygamberimiz fakir değildi! Doğru sözlü olalım! Peygamberimiz zengindi, lakin yaşantı olarak fakir yaşamını tercih etti.

 

DİN HİZMETİNDEN PARA ALMAK

 

“İkisi birlikte olmaz din işinde! Para mı ecir mi, seç birisini! Birincisini seçersen az bir dünyalık için ahretini satmış olursun”

 

Peygamberimiz sedirin üzerinde uyurmuş de, fakirmiş algısı yarat, fakirliği adeta özendir, teşvik et... Kendin dinden servet sahibi ol! Allah'ın ayetlerini para karşılığı anlat! Allah rızası için değil; para rızası için din anlatana uymayın! "Sizden ücret istemeyenlere uyun" (Kur'an-ı Kerim)

 

ÇOCUKLARA DİNİ EĞİTİM: ÇOCUKLARA KREŞ ÇAĞINDA BİLE DİNİ EĞİTİM VERİLMELİ Mİ

"Çocuğum dindar olsun da nasıl olursa olsun" anlayışı ülkemizde çok yaygındır!

Hayır, olacaksa şuurlu bir dindar olsun; olmayacaksa şayet alışkanlık eseri bir dindar hiç olmasın daha iyidir.

Bir şeyin yanlış olması hiç olmamasından daha kötüdür çünkü. Şirk koşacağına hiç inanmamanın, namazla dalga geçeceğine hiç kılmamanın daha iyi olması gibi.

Oysa iki tür dindarlık vardır. Birincisi alışkanlık üzerine kurulmuş dindarlıktır; diğeri ise şuur üzerine bina edilmiş dindarlık! Dışarıdan bakınca ikisi de dindarlıktır! Bu ayrım görüntüden ziyade niyeti ve samimiyeti yani içsel süreçleri belirler. Bu yüzden pek anlaşılmaz.

Allah'ın makbul tuttuğu dindarlık ikinci tür dindarlıktır. Hatta bu konuda ibadeti adete dönüştürme vs. denilmiştir. Çünkü Allah'ın istediği dindarlık şekli, "Ne şekilde olursa olsun, yeter ki dindarlık olsun" anlayışı üzerine kurulu olan değildir; şuurlu, sırf ve saf Allah rızası için olan dindarlıktır!

Çocukları üç - beş yaşında dini eğitim veren kreşlere vs. göndermek daha yolun başında beyinlerinde alışkanlık zeminli bir dindarlık anlayışı kurmak demektir. Bu yapının bir sefer alışkanlık arsası üzerine kurulduktan sonra değişmesi oldukça zordur.

Din akil baliğ olmayı, akıl sağlığını vs. dini sorumluluk için şart tutmuştur. Bu ne demektir?

Demek ki dini mesuliyet belli kriterler sağlandığında söz konusudur. Üç - beş yaşındaki çocuk dinen mes'ul müdür?

Bunun olmadığını herkes bilir. Zaten amaç bu değildir. Amaç daha erken yaşta alışsınlar mantığıdır.

Alışsınlar!

Hayır!

Daha erken alışmasınlar. Hatta hiç alışmasınlar. Alışmadıkları halde, sırf Allah rızası için, sırf Allah istiyor diye yapsınlar yapacaklarını! Alıştıkları için değil!

Alışmak şartlanmaktır. Şartlanmak ise otomatik olarak yapar hale gelmek demektir. Şartlanmak şuursuzca, mekanikçe, içgüdüsel bir sayikle yapmak demektir. Oysa Allah şartlanmış bir anlayışla yapılan ibadeti değil; şuurla, özgür iradeyle, bilinçli tercihle, sırf kendisi için yapılan, bunun için de hür bir seçimin ürünü olması gereken ibadeti, böyle bir dindarlığı makbul tutar!

Onun için özgürlük de ibadet için bir zorunluluktur dinde. Köleler mes'ul tutulmaz! Çünkü kölenin sadece bedeni değil zihni de, iradesi de hür değildir. Yoksa köle göz işaretiyle bile namaz kılabilir, içinden zikir yapabilir. Demek ki önemli olan köleliğin sadece ibadete mani olması değil; iradenin hür olmamasıdır!

Dindarlaştırma çabası belki bedenleri değil lakin zihinler köleleştirir. Hür olması, sırf Allah kaygısı ve iradesiyle yönelmesi gereken niyetleri bozar, ifsat eder! Niyeti sadece ve saf Allah rızası değil; alışkanlıklar da sevk ve idare eder hale gelir. Bu ise yüzde elli Allah rızası için, en az yüzde elli de alışkanlığın baskısı ve tatmini için iş yapmak demektir.

Onun için dinde zorlama yoktur denilmiştir. Çünkü zorlama sadece Allah için olması gereken saf niyeti ve iradeyi ifsat eder, bulandırır!

Yarısı Allah için kalan yarısı da alışkanlık nedeniyle, yapmayınca duramama hisleri sebebiyle yapılır hale gelir! Ki bu hem Allah için hem de alışkanlık nedeniyle ibadet etmek demektir.

Dinde tebliğ vardır; telkin yoktur. Telkin hür iradeyi tek yanlı bilgi bombardımanı ve yaklaşımlarla psikolojik baskı altına almak demektir. Niyeti ifsat eder, halis Allah niyetini bozar! Sırf Allah için olması gereken dindarlığı çok sebepli yani çok faktörlü dindarlık haline getirir.

Küçük yaşta din eğitimi alışkanlık eksenli yani saf Allah rızası için değil şartlanma odaklı bir dindarlık yapısı inşa eder.

Doğru olan akil baliğ olana kadar dini eğitim vermemektir. Akil baliğ olduğunda yapılması gereken ise telkin değil; sadece tebliğdir. Yani bilinmeyeni bilinir hale getirmek, duyulmayanı duyurmaktır. Sonra ise bir köşeye çekilmek ve, "Tercih senin yavrum" demek; sonucu, hidayeti Allah'a havale etmektir.

"Mutlaka dindar olmalı" diyerek sonucu da mutlaka biz gerçekleştireceğiz havasına girmek değil; bunu Allah'tan dilemektir. Allah'tan rol çalmamaktır.

Tebliğ yerine telkin hatasına düşmemek (ifrat), hiç oralı olmama tefritine de kaymamak; sadece duyurmak, istiyorsa ona uygun ortamı yaratmaktır doğru olan.

Dindar olup olmayacağını çocuğun saf ve bulandırılmamış hür iradesine havale etmek; az yahut çok dindarlık konusunu yani hidayet sonucunu Allah'ın uhdesine bırakmaktır!

Aksi halde alışkanlık odaklı bir dindarlık pratiği oluşturur, çoğu zaman da münafık tıynetli dindarlar yetiştirmiş oluruz!

Sorun az dindar çok dindar sorunu değil; sorun doğru dindarlık yanlış dindarlık sorunudur. Allah doğru dindarın az dindarlığını yanlış dindarın çok dindarlığına tercih edeceğini beyan ediyor.

Yanlış dindarlık çocuk yaşta verilen alışkanlıkların ve telkin esaslı yaklaşımların; doğru dindarlığı ise şuur üzerine kurulmuş, sadece tebliğ almış, iradesi ifsat edilmemiş hür beyinlerin meyvesidir.

Dini algılarımızı aklımız ve saf kaynak belirlemelidir; "Söz konusu din ise daha fazlası, en çoğu makbüldür" diyen nefsimiz değil! Onun için Allah dinde aşırıya gitmeyin buyurmuştur!

Dinde sadece sonuç (yap da nasıl yaparsan yap anlayışı) ve her seferinde en fazlası değil; az bile olsa sırf ve saf Allah için olanı makbuldür. 

 

ÇOCUKLARA ORUÇ TUTTURMAK

 

Çocuklara oruç tutturmak için hediye verme uygulaması yapılıyormuş bazı yerlerde. Dine bile rüşveti soktular sonunda! Ama adı hediye! Dinen henüz mükellef olmayan çocukları rüşvetle, zaaflarını kullanarak mükellef kılma çabası! Neymiş, alışsınlarmış! Alışmasınlar, akil baliğ olunca, alışmadıkları halde, sırf Allah rızası için tutsunlar tutacaklarsa! Tutsunlar da nasıl tutarlarsa tutsunlar mantığı yanlıştır. Ne çekiliyorsa zaten şuura değil; bu mantık zemini üzerine kurulu olan ve alışkanlığa dayanan dindarlıktan çekiliyor. Alışkanlığın inşa olduğu bir yerde şuur gelişemez. Erken yaştaki bu uygulama alışkanlık zemini inşa eder sadece! Ya şuur eksenli bir dindarlık ya alışkanlık eksenli mekanik dindarlık! Birisini, daha doğrusunu doğrusunu tercih edeceğiz!

 

MÜNAFIKLIĞIN KARAKTERİSTİK ÖZELLİKLERİ

 

Dinimizde münafıklık alameti olarak üç özellik sayılmıştır! Bunlar yalan söylememek, söz verildiğinde sözü tutmak ve emanete riayet etmektir. Dikkat edilirse münafıklık için gerekli olan üç özellik de kişilik yapısıyla ilgilidir. İbadet eksikliği, söz gelimi namaz kılmamak, oruç tutmamak, kurban kesmemek denilmemiştir. Buradan da anlaşılıyor ki “din esasında güzel ahlaktır.” Yine peygamberimizin de buyurduğu, “Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim” sözü de bunu doğruluyor.

 

Oysa günümüzde büyük ölçüde ibadete indirgenmiş, ahlakla olan bağı büyük ölçüde koparılmış tuhaf bir dindarlık yapısı gelişmiştir. Bu yapı münafıklığı inandığı halde namaz kılmamak, iman ettiği halde oruç tutmamak şeklinde anlatmış, daha doğrusu böyle bir algı oluşmasına sebep olunmuştur.

 

İnsanların tüm tavır, tutum, davranış ve yaklaşımlarını algıları belirler. Algılar çoğu zaman gerçeği yansıtmaz. Öyleyse din ile ilgili algımızın dinle ilgili gerçeklerle birebir örtüşmesi lazımdır. Ancak gerçek ne yazıktır ki böyle değildir. Bunda algılayanlardan çok böyle algılanmasına yol açanlar sorumludur. Kimse öyle algılamışsan bu senin sorunundur diyemez! Çünkü algı bilgi ile oluşur. Verilen yalan yanlış bilgilerle sağlıklı bir algı oluşumu beklenemez.

 

Evet günümüzde münafıklığın inandığı halde ibadet yapmayan kişiler olarak algılanmasına yol açılmıştır. Yine münafıklık sanki peygamberimiz döneminde yaygındı, günümüzde pek kalmadı, günümüzde sadece inananlar ve inanmayanlar şeklinde iki temel kategori var şeklinde bir başka hatalı algımız mevcuttur. Oysa ne müşriklik ne de münafıklık peygamberimiz dönemine ve Kureyş kabilesine has şeylerdi. Bunlar günümüzde de oldukça yaygındır.

 

Bu bağlamda hep anlatıldığı gibi esas kavga inananlar ve inanmayanlar arasında değildir. Asıl kavga samimi inananlarla münafıklar ve müşrikler arasındadır. Allah inanmayanlara yaklaşımın ölçüsünü koymuştur: "Dinde zorlama yoktur! Senin dinin sana benim dinim bana" demiştir, bunu öğütlemiştir. Ancak münafıklar hariçtir! Çünkü onlar senin dinin sana kapsamına girmez çünkü müslüman olduklarını söylerler. Müslüman suretinde görünür, en büyük faturayı müslümanlığa çıkarırlar. Dinsiz kendi öz dünyasında ne dine zarar verir ne de dindarlarla bir işi ve sorunu vardır! Münafıklar esas mücadeleyi inanmayanlarlaymış gibi göstererek kendilerini gizlerler!

 

Dinden beslenen, dinin kanını emen münafıkların ve müşriklerin bir başka oyunu da dindarlığı zayıf olan kişileri münafık diye yutturmalarıdır. Oysa bu tam bir sahtekarlıktır. Çünkü münafıkların dindar görünmek gibi bir çabası vardır. Münafık dindar görünen ama gerçekte samimi olmayan ikiyüzlüler demektir. Ben dindar değilim ama inançlıyım diyen yani inanan lakin dindar olmayan kişiler şeffaftır, açık sözlü ve aleni tavırlıdır; münafık değildir. Gerçeği böyle oyunlarla çarpıtarak kendilerini maskelerler.

 

Münafıklar dindar görünüp bir köşeye çekilince "kandırdık kandırdık, biz aslında inanmıyoruz" diyerek kikir kikir gülen üç - beş inançsız ya da kişilik sorunu yaşayan kişi demek de değildir sadece! Böyle diyen münafık değildir; inançsızdır. Münafıkları böyle dar ve yanlış bir manada yansıtarak asıl daha geniş münafıklığı gözlerden saklıyorlar. Asıl münafıklar samimiyetsizdirler lakin bunu görmek istemezler! Göremezler de! Ancak kendilerini sürekli dindar ve temize çıkmış kişiler olarak algılarlar.

 

Allah, "Kalplerde olanı sadece Allah bilir" der lakin münafıklar kalbi dışarıdan saça sakala bakarak okumaya kalkar, ona göre yargı belirler, ona göre hüküm ortaya koyar, ona göre müslüman ya da değil ayrımına giderler.

 

Allah, "Vay o namaz kılanların haline" der, namaz kılanları tehdit eder. Münafık ise meseleye namaz kılıyor mu kılmıyor mu şeklinde bakar, namaz kılmayanları tehdit eder. Allah namaz kılanları, münafıklar ise kılmayanları tehdit eder.

 

Münafıklar kapalı klanlar kurmuştur, kendileri gibi olanlarla haşir neşir olurlar, dışarıdaki insanları zar zor insan yerine koyarlar! Çünkü onları kesin cehennemlik zındıklar güruhu olarak algılarlar. Allah'ın, "Tövbe edin, umulur ki bağışlanırsınız" dediği günahlarını lanet olasıca şeyler olarak yorumlarlar. Kendileri dedikodu yapar, kalp kırar, nefret ve kıskançlık besler bunları önemsemezler lakin birisi içki içti mi, birisi bir kızın elinden tuttu mu adeta deliye dönerler. Münafıklar nefis kaynaklı tepkilerini din kaynaklı zannederler. Günaha ve sevaba Allah'ın getirdiği ölçülerle bakmazlar. Bu yüzden Allah'ın zinadan bile daha beterdir dediği gıybete gülümseyebilirler lakin zina eden birini gördü mü taşlamak için taş beğenirler. Bunun nedeni kendileriyle ve insanlarla ilgili hükmü kendileri verdikleri, yine haşa Allah'tan rol çaldıkları, kendilerini temize çıkardıkları içindir.

 

Allah, "Tebliğ et sen sadece. Hidayet işini bana bırak" der. Münafık tebliğ değil telkin eder. Baskı altına almaya, ne yapıp edip herkesi dindarlaştırmaya yani hidayeti kendisi sağlamaya çalışır. Allah'tan rol çalmaya kalkışır, üstüne bir de müşrik olur, haberi bile olmaz!

 

Münafıklar özgürlükten ve bunu sağladığı için demokrasiden nefret ederler. Peygamberimizin bile o günkü demokrasi diyebileceğimiz meşveret kurumunu kurduğunu yok sayar, katı bir rejim kuralım, her şeyi biz dayatalım anlayışını dini bulurlar. Dinle ilgili en aleni yalan ve yanlışlara bir kez seslerini çıkarmaz lakin gerçekleri yazan kişileri ellerinden gelse bir kaşık suda boğarlar. "Hüküm Allah'ındır" ayetini Allah adına biz hükmedelim olarak yorumlar, kendileri Allah adına hüküm verirler!

 

Allah sizi imtihan için yarattı, ey müslüman kendine gel diyerek celalli nasihatlar verirler. İmtihan olabilmesi için özgürlüğün, özgür bir seçimin olabilmesinin gereğini yok sayarlar. Cami ile birahane aynı sokakta olunca seçim, seçim olunca imtihan olacağı gerçeğini yok sayarlar. İnsanlara tepeden tek bir seçenek dayatır, bunun adına imtihan oluyorsunuz derler. Dayatırlar ve başka bir seçenek bırakmazlar, kaygı ve korku, mecburiyet nedeniyle tercih yaptırır; sonra da Allah rızası için iş yapın derler.

 

Münafıklar, "Hüküm Allah'ındır" ayetini devlette yasa koyma işi Allah'a aittir olarak algılar, öyle algılatırlar. Halbuki Kur'anda devlet rejimiyle ve devlet yönetimiyle ilgili üç - dört ayet bile yoktur. Oysa hüküm demek yargı demektir öz manada! Burada kastedilen birbiriniz, insanlar ve kendiniz hakkında hüküm verme işi Allah'a aittir demektir. Münafıklar gerek kendilerinin temizliği gerekse başkalarının manen kirliliği hakkında hep kendileri hüküm verdikleri için bunu görmek istemezler.

 

Müslüman bir ülkede münafıklığı deşifre eden iki kitap yoktur. Çünkü münafıklar deşifre olma korkusu yaşadıkları için bu tür işlere son derece uzak dururlar.

 

Münafıklar ilahi imtihan için şart olan (şıklar varsa sınav vardır) özgürlüğü yok etmeyi, katı ve kapalı bir rejim kurmayı, zorlayıcı hükümler getirmeyi dini bulurlar. Oysa bu sistem sadece münafıkları çoğaltır. Onların amacı zaten kendileri gibi olan insan sayısını çoğaltmak, kurdukları sistemi ilelebet yaşatacak köle ruhlu itaatkar bireyler ve zihinler inşa etmektir.

 

Münafıklar kendileri için istediklerini başkaları için istemezler. Mesela sadece mü'minler için dua ederler. Allah'ım bizlere, ana babamıza ve tüm müslümanlara... şeklinde! Tüm insanları işin içine katmazlar.

 

Münafıklar mü'min tabirini sadece müslüman olarak dar manada ele alırlar. Allah'ın Kur'anda sürekli "iman edenler" diyerek kapsamı geniş tuttuğunu görmek istemezler. Kur'anda, "Ehli kitap içinde bir kesim vardır... ve onlar mahzun da olmayacaklardır" ayetini hiç ağızlara almazlar, müslüman olmayan herkesin toptan kafir ve küfür ehli olduğunu söylerler. İnkara bile düşmüşlerdir haberleri yoktur... Çünkü kalpleri mühürlenmiştir.

 

Münafıklar komşusu açken tok yatan bizden değildir gerçeğine rağmen komşusu açken 3. kez umreye giderler... Buna tek bir kimse din adına, hak adına, gerçek adına, fakir fukaranın hakları adına diyerek gereken şiddette tepki vermez.

 

Münafıklar bedava ibadetlere mübteladır lakin paralı pullu ibadetlere gelince arazi olurlar. Çoğu zekat vermez lakin namaz kılmayan gördü mü köpürürler. Başkalarının kılmadığı namaz çok büyük kusurdur lakin kendilerinin vermedikleri zekat çok da kayda değer değildir. Çünkü münafıklara göre hüküm kendilerinindir.

 

Münafıkların ağzından haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır buyruğunu hiç duyamazsınız. Haksızlık gördüklerinde dut yemiş bülbüle dönerler. Bilakis haksızlık karşısında susmayanlarla uğraşırlar. Şu zamanda, bu zamanda... sana mı kaldı... falan derler... Bir kötülük gördüğünde elinle, olmadı dilinle düzelt. En kötü ihtimalle kalben buğzet ama unutma bu imanın en zayıf halinin göstergesidir" buyruğuna rağmen imanlarını bir kez olsun sorgulamazlar.

 

Bu ölçülerle bakın, her şeyi bu ve diğer ölçülerle yeniden gözden geçirin; çevrenizin, yüz, sima ve görüntülerin, doğru - yanlış bildiklerinizin bambaşka göründüğünü fark edeceksiniz.

 

Kur'ansız bir dindarlığın meyvesi

Kur'ansız bir dindarlık sadece dinidarlık yaratıyor!

 

İşte en somut ispatı:

 

113- Ama onların hepsi bir değildir. Kitap ehlinin içinde geceleri ayakta durup Allah'ın ayetlerini okuyan ve secdeye kapanan bir kesim vardır.

 

114- Bunlar Allah'a ve ahiret gününe inanırlar, iyiliği emrederek kötülükten sakındırırlar, hayırlı işlere koşarlar. Onlar iyi kullardandırlar.

 

115- Onların yaptıkları hiçbir iyilik karşılıksız kalmayacaktır. Hiç kuşkusuz Allah takvalıların kimler olduğunu bilir. (Ali imran suresi)

 

Bize yıllarca sadece Lailahe illallah muhammeden resulullah diyenler / müslümanlar cennete gidecek, gerisi toptan cehennemlik dediler. İşte Kur'anı az; ama şeyhi ve mürşidi bol bir dindarlığın meyvesi...

 

İşte ikinci ispatı:

 

“Yaratıcıların en güzeli olan Allah ne yücedir” (Müminun, 14)

 

Bize yıllarca din adına yaratıcı sıfatını kullanmayın, yaratmak sadece Allah'a mahsustur dediler. Kaç kişi ağzından çıkan yaratmak fiili için uyarılmıştır birilerince! Günaha giriyorsun, yaratmayı kullanma, başka kelime seç denilmiştir. İşte Kur'ansız bir dindarlığın meyvesi... Oysa Allah, “Allah yaratıcıların en güzelidir” diyor. Yani bir sürü yaratan var fakat en güzeli Allah! Hani Allah’tan başka yaratan yoktu?

 

Böyle Allah bilir kaç ayet var daha, bu şekilde acaba kaç hususu daha yanlış biliyoruz!

 

Oysa yeteri sayıda din adamımız da var dini öğrenme imkanımız da! Ama olmamış bu! Kimse oralı olmamış! İsteyen istediği gibi algılamış, algıladığı yönde de etkilenmiş!

 

MEAL ASLININ YERİNİ TUTMAZ MI

 

Düne kadar olmaz, meal aslının yerini tutmaz dediler. Yani okumak olmaz demeye getirdiler. Böyle bir algı oluşturdular, sonuçta asırlar boyu halk tabanında kutsal kitabın manasını okuyan pek olmadı! Şimdilerde ise mealsiz olmaz diyorlar! Hangisi doğru? Dün mü yanlış yaptılar bugün mü yanlış yapıyorlar? İşte birilerinin dinden anladıkları bizlerin dini haline geldiğinde manzara bu oluyor! Oysa bizim kendimizin dinden anladığı bizim dinimiz olmalı! Başkası benim adıma yanılmamalı, yanılacaksam şayet ben kendi adıma yanılmalıyım! Başkasının görüşleri yanlış olsa oluyor da bizim kendi dinden anladıklarımız yani bizim yorumlarımız yanlış olunca neden olmuyor? Ameller niyetlere göre değil mi dinde? Zaten asli hususlar muhkem ayetlerle yoruma mahal bırakmayacak şekilde açıklananmış, gayet net! Detay konular yani yoruma açık konular zaten yoruma açık bırakılmış! Demek ki her türlü yorum oluyor! Yorum sakıncalı olsaydı yoruma yer vermeyecek şekilde muhkem olurdu o konular da!

Meal aslının yerini tutmaz dediler yüzyıllarca! Peki meal aslını tutmuyor diyelim, Arapçası aslını tutuyor mu? Arapçası anlamın yerine geçiyor mu? Geçti maalesef! Arapçasını okumak manasının yerine geçti, ama meali manasının yerine geçmiyor, öyle mi? Meal hiç olmazsa aslına % 95 benzer, peki manasız Arapça mırıldanmak anlamına yüzde kaç benziyor? Sıfır!

 

Allah bu kitap size rehber diyor! Rehberlik etmesi için indirilen bir kitabın anlamını bilmeden okuyunca oluyor ama anlamını tam veremez belki diye meal olmuyor!

 

Tüm bunların tek sebebi bizi dinin kaynağına muhatap etmemeleri, birilerinin kendi dinden anladıklarını bizlerin dini haline getirmeleri. Sizin dinden anladıklarınız sizin dininiz olsun! Bizi dinin asli kaynağıyla muhatap edin! Bırakın bizim dinden anladıklarımız bizim dinimiz olsun artık demenin vakti geldi ve geçiyor!

 

Bu sebeple ne çok kişi rehber olarak gönderilen bir kitabı sadece sevap kazanma kitabı sanarak yaşadı ve bir kez olsun ilahi mesaja direkt olarak muhatap olamadan çekti gitti bu garip işler diyarı dünya yurdundan! Ve bu kimsenin umurunda bile olmadı!

 

Ne kimse özür diledi ne de yanlış yapmışız diye bunun tasasını duydu!

 

Kur'ansız bir dindarlık sadece dinidarlık yaratıyor!

 

Kur'anı az ama hocası vs. bol bir dindarlık anlayışı dini perdeleyerek saf dindarlığı tahrif ediyor!

 

Ehli kitabın dinleri tahrif edilmiş, bizlerin ise dindarlıkları...

 

Onların kutsal kitaplarının metinlerini alenen değiştirerek tahrif ettiler; bizlerin ise metinlerimiz aynı kaldı lakin yorum vb adlar altında dini algımızı tahrif ettiler. Neticede ikisinde de olan gerçeğe oldu! İkisinde de ortaya bambaşka sonuçlar çıktı!

OKUTMAMAK VE UZAK DÜŞÜRMEK İÇİN HER ARGÜMAN KULLANILMIŞ

27/04/2014

Meali olmaz. Bel altı olmaz. Rahle iyidir... Abdestsiz olmaz... Açıkken olmaz...Diz üstü oku... Kur'anı okutmamak için sinsi bir senaryo kurulmuş!

Meal olmaz: Niye, Allah bize kitap yollamadı mı? Niye yolladı peki? Anlamamız için değil mi? Evrensel bir dini anlamamız için tüm dünyanın arapça öğrenmesi mi şart?

 

Diz üstü oku: Dizlerin uyuşsun ve fazla okumadan kalk! Fazla okuma ki alışkanlık kazanmayasın! Kan dolaşımın yavaşlasın, ayağına kramplar girsin ve kısa sürede pes at, kalk ayağa. Kur'anı da kılıfına sok, duvara kaldır. Sonra aklına her okuma işi geldiğinde dizine giren kramplar gelsin hatırına ve vazgeç...

 

Rahle adeti: Her yerde rahle bulamazsın. Zaten Kur'an da öyle her yerde okunmaz ki. Onun özel yerleri ve zamanları vardır. O özel anları ve yerleri kollayacaksın. Kaçırırsan sonraki sefere. Dua et!

 

Abdestsiz olmaz: Benim bildiğim abdestsiz olmayacak olan namazdır. Kur'an okumak için abdest niye gereksin! Bu şartı da yerine getir! Yani Kur'an okuman bir başka setle daha zorlaştırılmış, mümkün mertebe bu olasılık iyice düşürülmüş olsun! Bir miktar kişi de şeytanı aşıp da, nefsini bir punduna getirip de her niyetlendiğinde bu sebeple vaz geçer!

 

Başı açık olmaz: Niye olmasın ki! Saçla ne ilgisi var! Gıybet yapan dille oluyor ama... Yalan söyleyen dille olmuyor mu okuma işi! Bir münafıklık alameti olan ve müslümanda asla bulunmaz denilen yalanın söylendiği dille okunabiliyor da bir nefsi hata yahut alışkanlık işi olan baş örtüsü olmayınca olmuyor, öyle mi! Bir miktar bayan da bu sebeple uzaklaşır!

 

Bel altında tutulmaz: Bir rahle vs. bulamadıysan, dışarıda vs. okuyacaksan şayet belimden yukarıda tutacağım diye kendini zorlar durursun. Nitekim kolların uyuşur! Yorulur ve vazgeçersin. Bir saat yerine beş dakika okumana derman bulabilirsin sadece! Önceki engellerle okuyan sayısı azalır, bununla da okuyacağın süre iyice kısalır.

 

Mevlit, ruhuna fatiha, mezar başı okumaları: Bu uygumaların oluşturduğu kültürle, tüm bunlarla vs. sebep olunan toplumsal algı ve alışkanlıkla Kur'an hakkında en çok ölüler için ve daha ziyade mezarlıklarda vs. okunan bir kitap imajı yaratılır.

 

Güzel ses: Güzel sesle okumak daha güzel anlayışı ile sesin güzel değilse okuman çok da hoş olmaz ama yine de sen bilirsin tarzında bir algı yaratılır. Bir miktar kişi de gerçek bu olmasa bile algı bu olduğu için ezilir, utanır, uzak durur! Sadece sesi güzel hocaları dinlemekle yetinmeye başlar.

 

Tecvid: Bunu da şartmış gibi sunan bir algı yaratıldığı için harfleri vs. yeterince iyi çıkaramayacağını, gırtlaktan tam olarak yuvarlayamayacağını vs. düşünen yığınla insan da ister istemez zaman içinde uzak kalmaya başlar. Allah bir kitapla insanlara haber yollamıştır aslında. Önemli olan haberdir, zarf değil... Lakin bu tür tuzaklar yüzünden ilahi mesaj kimsenin önceliği olmaz! 

 

Sonuç

 

Herkes için inan kitap sadece sınırlı sayıdaki alimlere ve hocalara kalır. Böylece onlar okur, biz dinleriz. Sesi güzel hoca dinledik mi etkilenir, bu etkilenmeyi Kur'andan etkilenmek zanneder gideriz. Böylece gerçek din değil; birilerinin dinden anladıkları bizlerin dini olmaya başlar. Derken ortaya dinden anlayan insan sayısınca başka din algıları ve telakkileri çıkar. Haliyle de meydan kaynağı ilahi olan saf dine değil; sayısız din telakkisine kalır.

 

Düşünsenize: Din tek olduğu halde bir sürü din algısı ve telakkisi... Hangisi gerçek dine en yakın, hangisi gerçek dinle birebir olarak örtüşüyor; bunu ancak ölünce huzuru ilahide anlayabileceğiz! Şimdilik iki arada bir derede kalmaya, bir biçimde bocalayıp durmaya aynen devam...

 

 

 AÇI BIRAKIP TOKU BİR ÖĞÜN DAHA DOYURMAK

30/04/2014

< İslam dini toku bir öğün doyurmak için değil; açı bir ömür doyurmak için geldi. Böyle bir dini ne acıdır ki açları değil de tokları doyuran bir yapıya büründürdüler > 

 

Bugün iki dostumla birlikte bir taziye için mevlid evine gittik! Yaklaşık 1000 kişilik iyi bir kalabalık mevcuttu. Hoca önce Kur'an okudu! Biz dinledik. Ne okuyan anladı ne de dinleyen! Ama adı Kur'an okumaktı bu eylemin... Anlamasız bir eylemin adının okumak olmasını benim aklım dün de almadı, bu gün de almıyor, yarın da alacağa benzemiyor!

 

Sonra hoca vaaz etmeye başladı. Hitabeti iyiydi. Genelde hocaların dil kullanma kapasitesi iyi olur lakin zaman zaman dil bozuklukları da bulunur. Bu hocada bu tür hatalar yoktu. Ayrıca hocada akademik bir hava da sezinledim! Bir din görevlisinde akademik bir hava yakaladım mı çok hoşuma gidiyor. Daha geniş bakış açılı, daha rasyonel bir din görevlisi olduğunu anlamamı sağlıyor. 

 

Hocanın üslubu akademik görünse de din anlayışı oldukça kılasikti. Şöyle boynumu uzatınca sakallı ve takkeli yaşlı bir amca görünce şaşırmadım bu nedenle! Namaz kılıyomusunuz, bakın hayat geçiyor, üç aylar, oruç, haç.. Hayatın boş ve geçici olduğundan, ibadetin öneminden, içkinin vs. kötülüğünden bahsetti sürekli! Bilmiyorum bu duyduklarım bugüne kadar kaçıncı tekrardı benim için! Tekrar duyarsızlaştırıyor. Şu hocalara pedagoji bilgisi ve psikoloji eğitimi verilmeli bence! Psikoloji eğitimi doğru bir üslup kazandıracaktır. Her şey sadece içerik demek değildir; biraz da metot, usül ve üslup demektir.

 

Yıllardır bu tür etkinliklere zaman zaman katılırım. Sosyal bir canlıyız sonuçta... Dindar birisi olmasam da iyi bir dini kültürüm vardır.  Aslında İslam güzel ahlak olduğu halde hiç bir hocanın sohbetinde yahut vaazında haksızlık karşısında susmayın, adil düşünün, taraf tutmayın, haksıza haksız demekten çekinmeyin, bir topluluğa kızdınız diye kin gütmeyin, her insana saygılı olun ve herkesi hoşgörün gibi dinin esas yönü olan erdem, kişilik, duruş ve ahlak boyutuyla ilgili nedense fazla bir şey göremiyorum! Varsa bile bu çok önemli hususların üzerinde hakettiği ölçüde durulmuyor.

 

Din ibadete, ibadet de namaza dönüştürülmüş adeta! Peygamberimiz, "İslam güzel ahlaktır" buyurduğu halde ahlak asli bağlamından uzaklaşmış, cinsel namus ve giyim kuşamla sınırlı algılanır bir hale dönüşmüş! Oysa dindar olmadan ahlaklı olunuyor lakin ahlak olmadan dindar olunmuyor! Ahlaktan soyutlanmış ve tamamen ibadete eklemlenmiş bir dindarlık çekmiyor, bilakis itiyor. Yaklaştırmıyor, uzaklaştırıyor. Sevdirmiyor, nefret ettiriyor. Bu tür bir dindarlık DNA'sı bozuk bir dindarlık olarak esas dindarlığın sureten içinde gibi dursa da özde çok uzağında bulunuyor.

 

Hoca ses tonunu bazen kalabalığı azarlarcasına yükseltse de bu fazla bir rahatsızlık oluşturmadı kanaatindeyim! O an, "Ey hoca iyi hoş diyorsun da şayet bu dini vazifen karşılığında ücret alacak olursan birazdan, bu dediklerinin hepsi havada kalacak haberin olsun" şeklinde bir düşünce geçti içimden!

 

AÇI BIRAKIP TOKU BİR KEZ DAHA DOYURMAK 

 

Neyse sohbet bitti ve yemekler servis edilmeye başlandı. Zengin bir aileydi, ekstradan herkese tek tek birer paket şeker de verildi. Yeni bir gelenek başlamak üzere diye düşündüm o an! Zaten fakir fukara için oldukça maliyetli bir iş olan mevlid geleneğine şimdi bir de şeker ikramı eklenecek muhtemelen dedim!

 

Sahi niye şu yemekli mevlid geleneğine tek bir hocadan çıt çıkmıyor! Sonradan icat edilen mevlid işini hadi kabullendik ve adeta olmazsa olmaz bir ibadet gibi içimize sindirdik. Evet bu kadar maliyetli bir boyut kazanan ve toku bir kez daha doyurma anlamına gelen yeni moda mevlid uygulamasına neden tek bir din görevlisinden çıt çıkmıyor!

 

TOKU BİR ÖĞÜN YERİNE AÇI 6 AY DOYURUN

 

Hesap ettim yaklaşık 1000 kişi vardı. Yemeğin maliyeti en az 7000 TL olmalıdır! Bu fiyata ortalama 500 TL'den 15 adet küçük baş hayvan alınabilir. Bunların her birisi fakir olan 3'er aileye dağıtılsa tam 50 ailenin 6 aylık et ihtiyacı karşılanabilir. 

 

Dikkat edin: Bu sadece tek bir ailenin yaptığı bir mevlidden ortaya çıkan rakam!

 

Toku bir öğün doyuracağımıza açı 6 ay doyursak ya? Yok olmaz! Şeytan buna izin verir mi hiç! Böyle müthiş bir kaynağı ve imkanı sadece tok insanları ve sadece bir öğün doyurmak için heba ettirmeyince durur mu!

 

Şu zamanda aç insan mı var demeyin! Hem de o kadar çok var ki! Çocuklarını okula aç gönderen kaç aile tanıdım! Asgari ücretle geçinen yığınla aile de bu kapsamda değerlendirilebilir. Ama din görevlilerinde ne bu yönde bir ses ne de bir hareket ve girişim var! 

 

İŞTE İSRAF BUDUR

İsraf bir nimeti lüzumsuz bir yerde kullanmaktır. Yani israf; bir olanağı en uygun yerinde kullanmamak demektir. "Allah israf edenleri sevmez" denilir Kur'anda! Bu geleneksel uygulama, özellikle de günümüzde geldiği nokta bence tam bir israftır. Öyleyse biz sonradan ortaya çıkan bir merasim görüntüsü altında aslında Allah'ın bizi sevmeyeceği bir iş yapıyoruz farkında bile değiliz! Bu uygulamanın adına mevlid dememiz ve içinde bir kaç ayet vs. okumamız bu gerçeği değiştirmiyor! İlkeler, bilgiler, hükümler çok açık! Yapageldiğimiz her şey sırf yapageldik diye doğru anlamına gelmiyor! Kur'anın tanımıyla artık atalarımızın dinine uymayı terketmeliyiz! 

 

Bence bu uygulamayı, en çok da son dönemdeki pratiğini sorgulamanın vakti geldi de geçiyor. Bu muazzam kaynağın ve imkanın daha hayırlı, daha kalıcı, daha kapsamlı, daha öncelikli (zaruri) bir alanda kullanılması için bir şeyler yapılması gerekiyor. Çünkü kaynaklarımız sınırlı ve az, önceliklerimiz ise son derece fazla!

 

Sonuç olarak mevlidlerin sadece Allah'ın ayetlerinin para ile okunduğu ve insanlara büyük bir külfet yükleyen bir ritüel olmaktan çıkarılması yetmez; ayrıca tok doyuran değil bilakis aç doyuran bir merasim haline dönüştürülmesi de gerekiyor. Hem de bir an evvel...

 

CUMA VAAZLARI

 

“Bana kendi cümlelerinle edebiyat yapmayı bırak, zaten sınırlı olan bu sürede ona ayıracağın zamanı beni direkt ilahi kaynakla muhatap kılarak daha verimli kullan! Aksi halde mes’ulsün! Unutma: “Allah’tan daha güzel sözlü kimse yoktur”! Not: Senin sözlerin de buna dahil!”

 

Cuma namazları biz psikologlar için iyi bir doğal gözlem ortamıdır. Burada son derece fazla bir veri mevcuttur. Malum cuma günleri namaz öncesi vaaz verilir. Bu vaazlarda hoca yahut vaiz dindeki bazı konulardan bahseder. Genellikle her hafta başka bir mevzu ele alınır. Meseleye bir psikolog gözüyle baktığımda sorun burada değildir. Sorun bu vaaz esnasında izlenen yöntemdedir. Bu uygulamanın daha çok hocaların vaizlik yönünü öne çıkaran bir kompozisyon mantığında kurgulanmış olmasıdır. Oysa vaiz yahut hocalar kaynağı ilahi bir sistem olan dini ve dine dair konuları sadece asli kaynağından aktarmakla yetinmelelilerdir. Gerek dini gerekse psikolojik açıdan doğru olan vaizlerin konuyla ilgili kendi düşüncelerini, ifadelerini, cümlelerini birkaç ayetle süslemek değil; insanları direkt ilgili ayetlere, hadislere, varsa kıssalara muhatap kılmalarıdır. Bu hem vaizleri etkili kılacaktır hem de bazı yanlış anlamaların önüne geçecektir. Ayrıca bu dinimizde asla izin verilmeyen bir sınıfın, din sınıfının oluşmasını da önleyecektir. Aksi takdirde işin içine vaizlerin hataları, yanlış olabilen yorumları ve nefisleri girecektir ve bunun yıllar içinde ciddi mahzurları olacaktır.

 

Vaizler konuları, “Ben öğrendim, öğrendiğimi size anlatıyorum” tarzında değil; ben sizi kaynakla irtibata geçiriyorum, ben sadece sizle kaynak bilgi arasında aktarıcı yani köprü işlevi görüyorum” şeklinde ele almalıdır!

 

Bir gün iyi bir hatip vaaz ediyor! Hepimiz pür dikkat dinliyoruz! Vaiz hutbesinin sonunda (haccı kastederek), “Allah gidemeyenlere gitmeyi, gidenlere ise tekrarını nasip etsin” dedi. Aynen bu ifadeyi kullandı! Vaiz içindeki coşkuyu sözlerine yansıttı! Duyguları ve arzusu dini bir gereklilik olarak ifade buldu sözlerinde! Hacca tekrar gitmenin dindeki hükmü nedir? Hacca bir kez gitmek farz değil midir? Öyleyse vaiz neden gidenlere tekrarını nasip etsin dedi, sanki bu dini bir zaruretmişçesine?

 

İşte insanları direkt kaynağa muhatap kılmamanın, dinden anladıklarımızı bir kompozisyon anlayışıyla anlatmaya çalışmanın sonucu! Beyinlerde oluşan algıya ve bu algının şekillendireceği duygu, düşünce ve yaklaşımlara girmeyi gerek görmüyorum!

 

Bunun bilinçaltı nedeni kaynağı birebir aktarmak egomuza sevimli gelmiyor. Kendimizden bir şeyler katmayınca bu egomuzu doyurmuyor. Kendimizi basit bir taşıyıcı gibi hissediyoruz! Bunun için dini kaynağından direkt ve dümdüz anlatmak yerine kendi anladıklarımızı, daha çok kendi sözlerimizle, daha az ayet ve hadisle anlatıyoruz!

 

 

 

HUTBEDE YARDIM TALEBİ

 

“Para her yere bulaştı! Bari camiye girmesin! Hadi camiye de girdi artık! Hiç olmazsa minbere çıkmasın”

 

Para kapital bir nesnedir. Para kavramı günümüzde faiz sektörü vb. birçok yerde kullanıla kullanıla negatif çağrışımlarla yüklenmiştir. Para en başta dünyevi menfaati çağrıştırmaktadır. Böyle bir nesnenin ayet, hadis ve dini gerçeklerle süslenmiş bir hutbe sonunda hemen zikredilmesi oldukça yanlış algılar oluşturabilmekte, yanlış çağrışımlar yaratabilmektedir.

Artık rutine dönüştü: Her cuma hutbesi sonrası mutlaka yardım toplanılıyor! Yardım toplandığı gibi bu hutbe sonrası mutlaka zikrediliyor, cemaat bu konuda yönlendiriliyor. Cami, hutbe, vaaz, namaz ile sınırlı olması gereken bir ibadet ortamında “para” sözcüğünün geçmesi gereksiz ve sakıncalı işkillenmelere yol açıyor. En azından bende öyle oluyor! Acaba diyor içimdeki şeytani ses bazen, din para ve çıkar amacıyla mı kullanılıyor? Bu ses uyandırılmamalı! Hele hele bu huşu içinde ibadet amacıyla toplandığımız bir esnada camide olmamalı! Buna yol açılmamalı! Kimse bu senin sorunun diyemez! Bu çağrışımı uyandıranlar da bundan sorumludur! Tabi ki meseleye dini prensipler çerçevesinden bakacaksak! Çünkü dinde sebep olan yapan gibidir. Bu Gazali’nin eserlerinde geçer ve hadis olduğu rivayet edilir.

 

Para toplanmamalı mı camilerde?

 

Kuşkusuz ki toplanabilir lakin bunun daha şık, daha münasip yöntemleri olmalıdır! İlla ki hutbede para toplayacağız denilmesi gerekmemelidir. Para sözü bir ibadetin tam orta yerinde zikredilmemelidir. Para her yere girdi lakin camiye olsun sokulmamalıdır! Camiye sokulsa bile bunun yeri asla ibadetin tam orta yeri yani dinlemek farz olan hutbe esnası olmamalıdır.

 

Yine para toplama sistemi de son derece sakıncalıdır. Kusura bakılmasın, camide para toplama işi dilencilerinkiyle aynı görüntüyü vermemelidir. Buradaki toplama işi en azından usul yönünden dinin ruhuna uygun olmalıdır. Bu görüntü dilencilerle aynı görüntüyü veriyor ve dilenci gördüğümüz zaman uyanan duyguları uyandırıyor! Bu yüzden gereken miktar da toplanmıyor! Her hafta toplanması nedeniyle ister istemez birçok insanın para vermeden geçmesine yol açıyor. Bu para vermeden geçme egzersizleri arttıkça hem başkalarına kötü örnek oluyor hem de kişileri “gör ve vermeden geç” egzersizleri yoluyla yardım işine karşı duyarsızlaştırıyor. Bu gerek usul yönünden gerekse sakıncaları açısından yanlış olan, duyarsızlaşmaya ve kötü örnek olmaya yol açan yaklaşımın bir an evvel terk edilmesi gerekiyor.

 

DİNDE YARDIM İŞİ NASIL OLUR?

 

“Allah, “Sağ elin verdiğini sol el görmesin” diyor! Sen ise Ali’nin verdiği 50 kuruşu iki mahalle ötede oturan Mehmet’e bile gösteriyorsun! Din ne diyor, sen ne yapıyorsun!”

 

Dine göre yardım sağ elin verdiğini sol el görmeyecek ve bilmeyecek şekilde yapılır! Çünkü dine göre yardım etmek ibadettir ve bu ibadete riya ve gösteriş karışma riski vardır. Oysa riya ve gösterişin karıştığı bir yardım dine göre ifsat olmuş demektir. Bu kişilere dini literatürde müflis yani iflas eden kişiler denilir.

 

Cuma günü kapının hemen ağzına serilen ve başında minibüslerdeki çığırtkanlara benzer şekilde para, para diyen kişiler sadece şık bir görüntü vermemekle kalmıyor, bu uygulama hem yardım işinin dokusuna uymuyor hem duyguları hem duyarsızlaştırıyor hem de niyetleri ifsat ediyor.

 

Din akla ve mantığa uygunsa ki kuşkusuz ki öyle, bu psikolojik sakıncaları yahut faydaları için de öyle olmak zorundadır. Bir köşeye yardım sandığı konulur. Dileyen kişi oraya gider ve yardımını kimseye göstermeden, ne duygularını ne de niyetini ifsat edip bozmadan yapar yardımını!

Bir gün hoca yine hutbe bitiminde para toplanacağını söyledi. Ardından da Allah yapacağınız yardımları günahlarınıza kefaret etsin dedi!

 

Zihnimde ilk uyanan düşünce şu oldu! Ne oluyor, para günaha kefaret mi oluyor yani! Günahı sadece dilemesi neticesinde Allah bağışlayabilir! Bunun için sadece dua edilebilir! Hoca paranın günaha kefaret olması temennisinde bulunuyor! Bu böyle bile olsa zamanla kiliselere dönebiliriz maazallah! Para karşılığı günah bağışlayan kiliselere! Kiliselerin bu uygulaması da muhtemelen bir günde başlamamıştır, böylesi adımlarla sindire sindire gelişmiştir bu sonuç! Para ve günaha kefaret olması! Dinen bir mahzuru olmasa bile bu ikisi yan yana, en azından psikolojik açıdan hiç de doğru durmuyor! Bazı riskler barındırıyor. Kötü bir sürece açılan masum renkli bir kapı işlevi görme sakıncası taşıyor. Kapının masum bir görüntüsünün olması oradan geçilmesini önleyemiyor. Şayet böyle bir kapı açılmış ise oradan bir sürü insan geçecektir! Dinde sadece dinen mahzurlara değil psikolojik ve sosyolojik mahzurlara da önem vermeliyiz! Buna dinde sakınmak denilir ve takva olarak ifade olunur! İhtiyat diye de geçer! İhtiyatlı olmak gerekiyor!

 

BİR İBADETİ ETE ÇEVİRMEK

 

“Çoğu dini gerçeği kuşa, bir ibadeti ise ete çevirdiniz! Fakir fukara edebiyatınız bu gerçeği değiştirmez! Kurbanı emredildiğin gibi icra et, sadakanı yolla uzağa yahut orada adağını vs. kes! Tek yükümlülüğün kurban mı!”

 

Kurban dinimize göre hali vakti yerinde olan herkes için senede bir kere yapılan ve dinen vacip olduğu söylenilen bir ibadettir.

 

Dinimizde kurban etinin nasıl değerlendirileceği açıklanmıştır. Dinimizin prensiplerine göre kurban eti üçe ayrılır. Bir bölümü fakir fukaraya dağıtılır, bir bölümü hısım, komşu ve akrabayla yenilmesi istenir, kalan bir payın da kurbanı kesen ailenin hakkı olduğu, bunun da çoluk çocukla yenilmesi öğütlenir.

 

Peki günümüzde bir salgın hastalık gibi yayılan vekaleten kurban kesme modası dinimizin bize tavsiye ettiği bu üç hususun hangisini karşılıyor?

 

“Kurban etinin üç paya ayrılması”… emrinden ve kurbanın asıl hikmet ve maksatlarından bu işin tek amacının fakir fukaranın et yemesi olmadığı anlaşılıyor. Tek amaç fakirin karnına et girmesi olsaydı kurban kesecek durumu olanlara bir payını da siz alın denilmezdi. Zaten kurban kesecek kadar hali vakti yerinde olan ailelerin sene içinde et yememesi gibi bir olasılık düşünülemez! Yine kurbandan maksadın sadece fakir fukaranın et yemesi olmadığının bir başka işareti bir payın hısım akrabaya verilmesidir. Şayet mesele fakir fukaranın et yemesi olsaydı fakir hısım ve akrabalarla ve eş dostla birlikte yiyin denilirdi. Demek ki tek amaç et yenilmesi değil kaynaşmanın, sevginin, muhabbetin sağlanması biraz da!

 

Peki kurban etini vekaleten Uganda’ya gönderdiğinizde fakir et yemiş oluyor doğru, lakin kurban ibadetinin fakirin gıdalanması dışındaki hangi maksatları ve hikmetleri gerçekleşmiş oluyor? Çoluk çocukla, hısım akrabayla ve ailenle ye… tavsiyesi nerede kalıyor? Biz haşa Allah’tan daha mı iyi biliyoruz ki daha çok faydalı sanarak yakını bırakıp uzağa gidiyoruz? Üç paydan sadece birisini fakire verin, kalan iki büyük pay ailenizin ve eş dost ile hısım akrabanın derken Allah haşa fakiri daha az mı düşünmüş oluyor? Demek ki kurban etinden maksat fakirin fukaranın et yemesi değil sadece! Hatta üç paydan sadece birisinin fakire - fukaraya ayrılması da gösteriyor ki bundan daha önemli maksatları var bu ibadetin!

 

Kurban etinin uzak ülkelerde kesilmesi, yukarıda zikrettiğim ve diğer noktalar açısından bu ibadetin ruhuna uymadığı halde neden gereken tepki verilmez? Hatta neden bu işe öncülük edilir?

 

Çocuklarımız bu ibadeti görmeyerek unutuyor.

Bu ibadeti görmeyen çocuklar bu ibadeti bir süre sonra hayvan katli olarak algılamaya yatkın hale geliyor. Kurban denilince gözünde sadece kanlar içinde yere yıkılmış hayvan figürü canlanıyor. Çünkü ekranlarda bu görüntüleri görüyorlar sadece!

En çok yakınımızla ihtiyaç duyduğumuz sıcak dostluk köprüleri kurulamıyor, kurulu olanlar da zaman içinde zayıflayarak yıkılıyor. Uzağı dost ederken yakını küstürüyoruz çünkü!

 

Allah neden yardım işinde yakından başlayarak uzağa doğru bir yol izlenmesini… tavsiye ediyor? Demek ki bunun bir yığın hikmeti, aksi bir uygulamanın da bir sürü mahzuru var! Görüldüğü üzere bu yeni moda uygulamayla kurban ibadeti sadece ete dönüştürülmüş olmuyor, yakından uzağa olması gereken yardım işinin de genetiği bozuluyor, bu işi uzaktan yakına şekline çeviriyor. Böylece Zimbabve’deki zenci çocuk et yemenin keyfiyle bize uzaktan el sallarken yakınımızdaki beyaz zenciler bize içten içe diş biliyor, kin güder, nefret eder hale geliyor.

 

 

 

 

BİZE DÜŞEN TEBLİĞ Mİ TELKİN Mİ

 

“Tebliğ haberdar eder, hidayeti hak sahibi olan Allah’a havale eder! Telkin ise tekrardır, ısrardır, manevi baskıdır, sonuç almaya dönüktür. Böylece hidayeti yani sonucu da gerçekleştirmeye çalışmaktır. Bu ise haşa Allah’tan rol çalmaya yeltenmektir, haddi aşmaktır”

 

YEMEKLİ MEVLİTLER

 

 

TASAVVUF VE SOFİ VS SIFATLARI

 

 

ARABADA VE MUTFAKTA VS. İLAHİ DİNLEMEK

 

 

ŞUURA ENGEL: EZBER DUALAR

 

“İçkiliyken neden namaza yaklaşılmaz? Şuuru kapadığı için! Şuurun kapanması çok mu önemlidir? Elbette! Çünkü namaz hem bir şuur ibadetidir hem de bir şuurlanma egzersizidir. İçki dış, ezber dualar da iç şuurlanma zorlaştırıcılardır”

 

TARİKAT VE CEMAATLER

 

HAYATIN İÇİNDEKİ AKSİYONER MÜSLÜMANLAR NEREDE

 

FIKIH HÜKMÜ İNSANA HAS KILMAK MIDIR

 

KUR’AN OKUMAK MI KUR’AN MIRILDANMAK MI

 

ÇOCUĞUM KUR’AN ÖĞRENDİ SEVİNCİ

 

BİZ KUR’AN ÖĞRETTİK HAZZI

 

KUR’ANIN ÖNÜNE PUSU KURMUŞ TUZAKLAR

“Meal olmaz inancı

Tarikatler

Cemaatler

Hocalar

Şeyhler

Tüm bunları tek tek geçip Kur’an kaynağına ulaşabilirsen şayet sen az sayıdaki şanslılardansın, saf suyu içersin! Onların çoğuna uyacak olsan…”

 

ALLAH YARDIM ETSİN DEMEK

 

YANLIŞ DUA TELAKKİSİ

 

BEŞ VAKİT NAMAZ

 

Dinimizde beş vakit namaz farzdır. Her vakit namazın rekatları vardır. Mesela öğle namazı on rekat olarak bilinir. Aslında öğle namazının farzı 4 rekattır. Fakat namaz farz, öğle namazı da on rekat denildiğinde 10 rekat kılmak farzmış gibi bir algı oluşmaktadır. Böylece sünnete farz muamelesi çekmek gibi bir anlayış inşa olmaktadır. Oysa farz farzdır, sünnet sünnettir. Peygamberimizin farz gibi algılanmasın diye bazen teravih namazını evde kıldığı söylenir. Demek ki sünnetin farzmış gibi algılanması istenmiyor. Sünnete sünnet olduğunu bilerek riayet etmek zaten sünnetin sevabıdır. Sünneti farzmış gibi zaruri algılayıp kılmak farklıdır. Evet sünneti sünnet bilerek, farz olmadığını, kılmayınca günah yazılmadığını bilmek ve buna rağmen Allah için kılmak sünneti bu denli makbul yapmaktadır. Farz yani mecburi değil ama ben yine de sırf Allah’ın hatırı için kılacağım şuuruyla kılınması sünneti değerli kılıyor.

 

Maalesef ki vakit namazları konusunda gerçeğe aykırı bir şekilde her ne kadar sorulunca şunlar farz şunlar da sünnet denilmiş olsa bile bu mühim nokta üzerinde yeterince durulmadığı, her yerde sabah 4, öğle namazı 10, ikindi 8, akşam 5, yatsı 13 rekattır şeklinde anlatıldığı için beyinlerde farklı bir anlayış geliştirilmesine yol açılmıştır. Oysa doğrusu, “Sabah namazı 2 rekattır ancak peygamberimiz 4 kılarmış, çünkü iki rekatı sünnettir” şeklinde doğru tanımlamaktır. Tanımlama ve kavramsallaştırma çok hayatidir. Kavramlar algı oluşturur. Bizim tavır, tutum ve yaklaşımlarımızı gerçek değil; bu gerçekle ilgili olarak zihnimizde inşa ettiğimiz algı belirler. Bizde sabah namazı 4 rekattır diyerek 4’ü de farzmış, 4 rekat kılınması gerekiyormuş algısı oluşturdular. Öyle ki bugün çoğu kişi farz kılarmış hassasiyetiyle sünnet kılmaktadır. Oysa bu kişilerin çoğu sünnete çok da riayet eden kişiler değildir. Bu tutumun sebebi sünnet kılmayınca namazlarının eksik kalacağı gibi bir his ve duygu içine sokulmuş olmalarıdır. Dediğim gibi konuyu doğru tanımlamak gerekir. Farza farz sünnete sünnet denilmeli, kişilerin bu ayrıma göre bir seçim yapmasına fırsat verilmelidir.

 

Bunun zararı nedir? İnsanlar sünnet kılınca kötü mü, ne mahzuru vardır?

 

Birincisi dürüst olmak zorundayız! Farza farz gibi sünnete de sünnet gibi sahip çıkılmalıdır. Farza farz sünnete sünnet deyip sonra da sünnete farzmış gibi muamele çekmemeli, sünnetin farzmış gibi algılanmasına ve öyle yerleşmesine izin verilmemelidir. Kişilerin sünnet kılınmazsa olmuyormuş gibi bir hissiyatla sünnet kılmasına neden olunmamalı, kişiler sünnet olmasa da oluyor ama ben mecbur olmadığım halde kılıyorum “şuuruyla sünneti kılmasının önündeki kavramsal ve algısal engeller kaldırılmalıdır. Sünnetin sevabı mecbur hissedilmediği halde kılınmasındandır. Sünneti farz gibi olmazsa olmaz algılayarak kılmak, bir eksiklik duygusuyla ifa etmek çok doğru durmamaktadır.

Sözgelimi öğle namazının farzı yani görevin yerine gelmesinin şartı 4 deyip öğle namazı on rekat dendiğinde dediğim gibi 10 rekat olmayınca olmuyormuş gibi, namaz eksik kalıyormuş gibi bir algı, duygu, eğilim ve hissiyat gelişiyor zihinlerde ve ruhlarda! Bunun yerine, “Sabah namazı 2 rekattır ancak peygamberimiz 4 rekat kılarmış” tarzı bir tanımlamanın öne çıkarılması, zihinlerin yeni bir algı yapılanmasına sokulması gerekmektedir. Bugün Çoğu kişi rekat uzunluğunu gözlerinde büyüttükleri için namaza uzak kalmıştır. Sadece bu sonuç bile bahsini ettiğim tanımlama hatasının ne denli vahim bir sonuç doğurduğunu ifade etmesi bakımından yeterlidir.

 

CUMAYA ÜÇ KERE ÜST ÜSTE GİTMEYİNCE

 

Böyle karanlıkta bırakılmış, lakin kişilerin beyinlerde yer etmiş, dolayısı ile algılarını, tepkilerini, tavır, tutum ve yaklaşımlarını şekillendiren o denli husus vardır ki! Bunlara yüksek bir perdeden ve gerektiği ölçüde müdahale edilmemektedir. Kim neyi nasıl anlarsa öyle anlasın ve uygulasın boş vermişliği hakim sanki her yere!

 

Cumaya üç kere gidilmeyince daha olmaz manasına gelen kabul son nefese kadar tövbe yolu açık dini gerçeğiyle çelişir. Hem bu kişilerin dine geri dönüş yolunu kökten dinamitleyerek ben zaten mahvolmuşum duygusu yaratarak bulundukları yolda daha fazla kemikleşmelerine yol açmaktadır. Tövbe kapısı son nefese kadar açıkken cami kapısının üç haftada sonsuza dek kapatılması büyük bir çelişki, büyük bir hatadır.

 

SÜNNET YANILGISI

 

Peygamberimizin giyiminden yaşamına kadar her şeyini etkileyen tek faktör din değildi. Din insan hayatını belirleyen tek faktör değildir. Bu hem bilime hem akla hem de tarihsel gerçeklere aykırıdır. İnsan yaşamını din, kültür, gelenekler, sosyal çevre, zaman gibi bir çok faktör ortaklaşa belirler. Peygamberimize peygamberlik geldiğinde peygamberimizin içinde yaşıyor olduğu, içinde biçimlenip şekillendiği bir çevre ve kültür vardı. Peygamberimize din geldiğinde ertesi sabah yemesinden giyinmesine, konuşmasından oturup kalkmasına kadar her şeyini değiştirmedi. Bir gün önce ne giyiyorsa peygamberlikle müşerref olduğu sabahtan itibaren de aynı şeyleri giymeye, benzer şeyleri yapmaya devam etti. Çünkü din insan hayatının her şeyine karışan, kültürü, çevreyi, alışkanlıkları, çevreyi reddeden bir kurum değildir.

 

Günümüz Müslümanlığı burada bir yanılgıya düşmektedir diye düşünüyorum. Peygamberimizin her şeyini dinin bir zorunluluğu yahut dini bir ölçüymüş gibi algılamaları… Oysa peygamberimizin bazı yönlerini din bazı yönlerini de o güne kadar içinde yaşadığı kültür, gelenek ve görenekler belirliyordu.

 

Mesela din sadece nerelerin kapanacağının çok genel ölçüsünü vermiştir. Buraların hangi elbise ile ve ne renkte bir kıyafetle nasıl kapanacağı gibi diğer hususlar kültüre, çevreye, koşullara, gelenek ve göreneklere bırakılmıştır. Din kendi payına sahip çıkmış ancak diğer sosyal belirleyicilerin hakkını gasp etmemiştir. Aksi takdirde her toplumun Müslüman olması halinde (bu hedeflenir çünkü dinin muhatabı sadece bir iki kavim değildir tüm insanlardır) herkes tek bir şekle ve kültüre bürünecektir. Bu ise Allah’ın sizi renk renk, kavim kavim yarattım” mealindeki ayetle bildirdiği çeşitlilik vurgusuna aykırı düşecektir. Dinin amacı her insanları ve toplumları ve farklı kültürleri her açıdan tektipleştirmek değildir.

 

Peygamberimizi sadece din biçimlendirdi, kültürün ve diğer sosyal şekillendiricilerin hiçbir rolü yoktu, din bunların hepsini bir çırpıda dışladı şeklindeki algı bugün rutubetli sahil kuşağında simsiyah elbise ile dolaşan, böylece dini mantığa ve bilime ters bir yaşantı gibi yansıtarak sorunlu takva algısı nedeniyle nice kişilerin dinle arasına soğuk duvarlar ören bir soruna dönüşüyor.

 

Peygamberimiz peygamberliğinden önce içinde yaşadığı kültürün bir gereği olarak nasıl giyiniyor idiyse peygamber olduktan sonra da öyle giyindi. Dini açıdan haram olan bazı hususlar varsa onlar revize edildi, ancak daha önceden oluşmuş olan kültür, gelenek ve görenekler yok edilmedi.

 

Bu ayrımı doğru yapmadığınız takdirde o günün kültür ve sosyal şartlarının gereği olan ve dince de sakıncalı bulunmadığı için devamına izin verilen uygulamalara bugün bambaşka kültür ve coğrafyalarda çok büyük bir farziyetmişçesine sahip çıkmak şeklinde sonuçlar oluştu. Bunun din adına hangi algılara ve nasıl komplikasyonlara sebep olduğunu, din zannederek bir kültüre sahip çıkma hatası adına nice kişilerin dinine sahip çıkılamadığını, böylece, “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; sevdirin ama nefret ettirmeyin” buyruğuna ters düşüldüğünü unutmamak gerekiyor. Dinin sevdirme şeklindeki temel prensibiyle birilerinin imanına ve/veya dinde derinleşmesine sebep olmak mümkünken eski bir kültürü din sanarak günümüzde de yaşatma çabası Allah katında daha geçerli bir davranış değildir. Elbisenin rengine din değil, kültür karışıyor. Ve senin bir kültürü din sanarak sürdürme ısrarın nice kişileri dinden kaçırıyor! Tercihini doğru yap! Allah dinle çelişmediği sürece kültüre karışmıyor, ancak Allah en çok insanların imanına ve kurtuluşuna karışıyor. Allah sadece şuraları kapat diyor. Sen bunun detayını şekillendirmiş eski bir geleneği günümüze taşıyarak hem kültürle, hem adet ve geleneklerle çelişiyor hem de bu şekilde sevdirmiyorsun, uzak tutuyorsun! Sen tarz ve renk gibi kültürün belirleyip biçimlendirdiği, dinin asla karışmadığı, kültürün uhdesine havale ettiği detay hususlar nedeniyle ne tartışmalara, fitnelere, kavgalara, ayrışmalara, inatlaşmalara, şüphelere, kaygı ve korkulara, velhasıl imanda ve zihinde ve kalpte nice alaboralara sebep oluyorsun; farkında mısın!

 

Allah tüm insanlık için din gönderdi. Tüm insanlık Müslüman olduğunda farklı renk ve kavimlerdeki herkes bir anda kültürlerinin şekillendirdiği, alışkanlıklarının oluşturduğu her şeyi terk edecek ve aynı tarz mı giyinecek o halde! Peygamberimize peygamberlik geldiğinde kültürünün ve alışkanlıklarının belirlediği her şeyi terk mi etti? Mesela bir gün önce ne giyiyordu, peygamberlik sabahı hangi kıyafeti giydi? Rengi ve biçimi neydi?

 

Bu Allah’ın çeşit çeşit biçimlerde ve kültürlerde ve dillerde yaratması yani çeşitlilik sünnetullahına ne derece uygun düşecektir. Görülüyor ki Allah herkesin Müslüman olmasını istiyor ancak kendi kültür ve gelenekleri içinde… Çeşitliliklerini muhafaza ederek! Din her kültürü aynılaştırmak, başka başka şekillerde biçimlenmiş toplumları tektipleştirmek için gelmedi. Çünkü din fıtrata aykırı değildir. Kılıkta kıyafette ve daha başka şeylerde çeşitliliği bire indirmek fıtrata aykırıdır.

 

Aksi takdirde sadece zorlaştırmış olmakla kalınmaz, dinin akla ve mantığa, ayrıca da bilimsel verilere ters düşen bir olgu olarak algılanmasına, böylece kitlelerin Allah’ın en çok önemsediği şey olan iman nurundan mahrum kalmalarına yol açılmış olur. Senin bir kültürün ürünü olan kıyafetinin biçimi ve rengi uğruna nice kişilerin imanını ve amellerini ateşe atman, bunda az da olsa sorumluluğunun bulunması taşınabilir bir vebal olmasa gerektir. Kimse “bana ne” diyemez! Çünkü dinen herkes herkesten ve herkes yaptıklarından mes’üldür. Din Fırat kenarındaki kuzunun hesabından bile kilometrelerce ötedeki Ömer’i sorumlu tutan bir sistemdir.

 

HÜKÜM SADECE ALLAH’INDIR

 

Bazı ayetleri sürekli bazı yerlerde kullana kullana sadece kullanıldığı yerle ilgili bir anlam ve çağrışım yapar hale geliyor. Bir de üzerinde kafa yorup sorgulanmadı mı o ayetle kast edilen asıl mana aşınıyor, ortaya bambaşka bir anlam çıkıyor. “Hüküm Allah’ındır” ayeti bunlardan bir tanesi.

“Hüküm Allah’ındır” ayeti günümüzde İslam devleti kurulacak ve kanunları sadece Allah belirleyecek, şuan ki yasaları insanlar yapıyor, bu dinen caiz değildir, hatta haram ve küfürdür anlamında kullanılıyor. Oysa hüküm yargı, yargılamak, karar vermek, hüküm bildirmek demektir. Allah, “Yargılama, hüküm verme benim işimdir; siz hakkınızda ya da başkaları hakkında yargılama yapmayın, hüküm vermeyin! Kim dindar, kimin ekolü en doğrusu, kim doğru yolda bunların hükmü bana ait;  kalplerde olanı ben bilirim (ayet), o halde kalpleri biliyormuş gibi yaparak bana şirk koşmayın, hükümler vererek benden (haşa) rol çalmaya kalkmayın” diyor!

 

BUNUN MANASININ BU OLDUĞU NEREDEN BELLİ

 

Bunun anlamının bu olduğu, daha doğrusu hükümden kastın devlet kanunlarını oluşturmak olmadığı nereden bellidir?

 

Allah’ın en çok öğütlediği şeylerden birisi olan akıl etme ve düşünme yetimizle bu meseleye derinlemesine yoğunlaşırsak bunu anlayabiliriz!

 

Diyelim ki hükmetmekten kasıt yönetim için yasalar koymak ve kanunlar tesis etmek olsun! Bir devlet yönetimi için yüzlerce hatta binlerce kanun gerekiyor! Peki Ku’anda bir devlet idaresi için gerekli olan, hayatın her bir detayını kapsayan ve kuşatan binlerce hüküm bildiren ayet var mıdır?

 

Yoktur!

 

Peki o halde nasıl olacaktır?

 

İçtihat yoluyla!

 

Peki içtihat din demek midir? İçtihat yoluyla konacak olan yasalar nasıl ilahi yahut dini olacaktır? Hani hüküm yani karar vermek, yasa, kanun tesis etmek sadece Allah’a aitti? Bakın insanlar kanun tesis ediyor yine! İçtihat insanların tesis ettiği kanunlar değil midir? İnsanların tesis ettikleri kanunlar ve koydukları yasalar / hükümler nasıl Allah’ın oluyor?

 

Din kaynağı ilahi olan sistem demektir. Bu yüzden ilahi dinler ve beşeri dinler ayrımı vardır zaten! Peki kul kendi görüş ve yorumlarını içtihat altında ortaya koyunca bu kaynağı ilahi olmayan yorumlar nasıl dini olacaktır? Tom kanun yapınca beşeri Mustafa Hazretleri yapınca nasıl ilahi olabiliyor? Tom beşer olduğu için getirdiği hüküm beşeri oluyor da Mustafa Hazretleri ilah mı ki getirdiği içtihadi hükümler ilahi ve dini oluyor! İlahi olan bir yasa ancak Allah koymuş ise ve bu Kur’anda mevcutsa ilahi olur! Senin getirdiğin hükümler ilahi (yani ilaha ait) değildir; haşa bu durumda sen ilahlığa ortak olmuş oluyorsun! Özetle sen ilah mısın ki senin koyduğun yasalar, verdiğin hükümler ilahi olsun! Kaynağı ilahi olmayan, bilakis beşeri olan hiçbir hüküm ilahi ve dini değildir. Öyleyse dini devlet diye bir devlet olamaz, yoktur da! Ancak Müslüman çoğunluğu iyi bir fırsat bilip bu çoğunluğu arkaya alarak sonsuza dek sürecek aktı bir rejim kurma hevesi ve fırsatçılığı vardır. Bunların tek bir tanesi bile insana huzur ve refah getirmemiştir. Allah’tan rol çalarak, biz senin adına hüküm verdik diyerek kurulan bu devletlerin istisnasız tamamı şirk, zulüm ve sömürü örnekleridir. Bunun bedeli ise Allah’ın koyduğu sistem bu ise ben ne bu sistemi ne de onu tesis edeni tanıyorum anlayışını çoğaltmak, ancak bunu açıkça ifade edememek, böylece korkmuş, sinmiş, münafık karakterli fertler topluluğudur.

 

PEKİ NASIL OLACAK?

 

 

 

 

 

TEFSİR YANILGISI

 

Şu ayet şu tefsirde uzunca ele alınmış! Ee? O ayetten tam 9 mana çıkmış! Peki o ayet 9 manaya gelmiyorsa? Hatta o dokuz mananın dokuzuna da gelmiyorsa? O ayetin manası ilk başta kastettiği yalın manası ise sadece? Bu bizi hiç ürkütmüyor mu? Allah’ın sözlerinden şu ya da bu anlamları çıkartırken titrememiz dememiz gerekmez mi?

 

Allah hakkında “apaçık bir kitap…” demiyor mu! Neden Kur’anı adeta tefsir kalemi olmadan çözülemeyen (haşa) bir bulmaca kitabına çevirdik?

 

Kur’anda derin sırlar ve manalar var! Kur’an derin sırlar ve derin manalar çıkarma kitabı değil ki! O alemlere gönderilen ve sadece hidayet bulmuşların uyacağı beyan edilen bir rehber! Kur’an bir haber, bir mesaj, bir öğüt, bir nasihat! Allah bizlerden ne istiyor, bu dünyada ve ahretimiz için nelere ihtiyacımız var, nelerden ibret almalıyız vs; bunları beyan ediyor bize! Bize bu dünyada ve ahretimiz için lazım olan her şey mevcut içinde! Yani Allah’ın bizden istediği, işimize yarayan her şey! Kimisi de Kur’anda her şey var deniliyor ama bakın şunlar yok deniliyor. Kur’anda (ve onun canlı uygulaması olan sünnette) din, iman, dünya hayatı ve ahret için yani Allah’ın bizi tabi tuttuğu imtihan için gerekli her şey var! Kur’an olmayan şeyler de var kuşkusuz ki onlar zaten Allah’ın önemsediği ve bizden soracağı, bekleyeceği şeyler değil!

 

İşte tefsir Allah’ın gerek kitabında gerekse onun tek tefsiri olan canlı kitap sünnette olmayan detay hususları arama, bulma ve bunları da hükme amir yapma çabasıdır. Bu açıkça Allah’ın hükmüne ortak olmaktır. Ayetlerden çıkarılan, şu manaya geliyor denilen, lakin o manaya gelip gelmediğinin kesin garantisi bulunmayan beşeri yorumları Kur’anmış gibi, Allah’ın sözüymüş gibi, dinin birer delil ve hükümmüş gibi algılanmasına yol açmak, bunun yolunu açmaktır.

 

Kur’an son derece yalın ve basit bir kitaptır. Kur’an önce alimlere, onlardan süzülerek ve rafine edilerek bizlere inmiş bir kitap değildir. Kur’an herkese hitap eder, evrenseldir. Ona dağdaki çobanın da ihtiyacı olduğu için onun da anlayacağı gibidir. Kur’an bilinenden bilinmeyen manalar çıkarma kitabı değildir. Kur’anda olan neyse odur! Kur’anda net olmayan hususların tefsiri yaşayan canlı kitap olan sünnettir. Kur’anın tek tefsiri nefsinden konuşmadığını beyan eden peygamberimizdir. Bu iki kaynakta yer almayan hususlar varsa onlar olduğu şekilde kalmalıdır. İllaki her şeyi haram, hela yahut mübah diye bir kategoriye sokmamız gerekmemelidir. Dokunulmamış noktalar bırakıldığı gibi kalmalıdır. Tefsir ve fıkıh işte hiç boş bırakmama, hükme bağlanmamış her hususu mutlaka bir hükme bağlama çabasından doğmuştur. Allah bir konuyu kitabında ve sünnette bir hükme bağlamamış ise bırak sen de bağlama! Peygamberimiz vahiyle, ilhamla, gerektiğinde uyarılarak bağlıyordu her şeyi bir hükme! Sen neyle yapıyorsun bunu? Derin bilginle mi? Rüyalarla mı? Bilgi her şey demek midir? Ya bildiklerinin yanında derya gibi duran bilmediklerin ne olacak? Bildiklerin hüküm çıkarmak için yeterli görüyorsun da kıyas kabul etmeyecek derecede büyük olan, adeta damlaya nispetle okyanus gibi olan bilmediklerini niye bu işe mani saymıyorsun?

 

Her konuyu illa ki dini bir hükme bağlama, bunu da beşeri çıkarımları dini gerçekler şeklinde sunma anlayışı bugün dini adeta çok bilinmeyenli bir denkleme ve ağır bir yüke dönüştürdü. Kimse artık o yükün altına girmek istemiyor bu yüzden!

 

Hayatın her detayına karışan, iman etmen karşılığında hayatının topyekün değişmesini gerektiren, böylece dağ gibi bir zorlukla karşıya bırakarak insanları iten bir yüke…

 

Oysa din özünde çok basittir. İman etmek ve salih ameller işlemek! İmanın hem olması hem de doğru olması gerekiyor tabi! Allah var ama üç gibi değil! Onun için, “Allah’ın varlığı ve birliğine iman etmek” denilir dinde! Sadece varlığını kabul etmek yeterli değildir, bir de O’nun bir olduğuna iman etmek lazım geliyor! Sonrası Salih amel… İyi işler yapmak, kötü ve çirkin işlerden de uzak durmak… Üçüncüsü de ibadetler…

 

Oysa günümüzde din bu üç temel hususu boğan öylesine derin labirentlerle ve detaylarla doldurulmuştur ki. Onların arasından ve ağırlığından kurtularak bu üç hayati hedefe ulaşabilmek, ulaşılsa bile bunları sürdürebilmek çoğu kişi için adeta imkansıza eş değer bir zorluk haline getirilmiştir.

 

BEDDUA ALGISI: RABBİM ZALİMLERİN BELASINI VER

Allah zalimin belasını bu dünyada vermez! Onu gözlerin yerinden fırlayacağı dehşetli bir güne saklar.

Allah zalimin karşısında susan daha büyük zalimin belasını verir bu dünyada! Nasıl mı? Zalimin zulmüne uğraması ona verdiği en büyük beladır! Bu, susması, üstüne bir de suçu Allah'a atması, böylece daha çok zalim olması yani haketmesi dolayısıyladır. 

"Vicdansızları dize getir rabbim" yakarışları görülüyor sağda solda!

Ne yapacak Allah, gökten taş mı yağdıracak zalimlerin tepesine?

Kendi mesuliyetini Allah'ın (haşa) sırtına yıkmak moda oldu! Bu ne garip bir din algısıdır, bu ne tuhaf bir dindarlık telakkisidir böyle ya rabbi!

Sen otur, "Allah verecek belasını ya da Allah'ım belalarını ver" de, bekle! Ataletine, miskinliğine, tembelliğine, korkaklığına ve sinmişliğine, neredeyse insan olmaktan çıkmışlığına dini kılıf bulmak bu olsa gerek! Hatta haksızlık karşısındaki ölü sessizliğinin en büyük nedeni de bu yanlış din telakkisidir!

Toplumu sadece televizyonlar, diziler, kirli medya vs. değil; bu sapkın din telakkisi bu hale getirdi biraz da!

Allah'ım sen yardım et...

Allah'ım sana havale ettik!

Allah'ım sen onları kurtar

Allah'ım sen zalimin belasını ver...

Allah'ım açları doyur... Açları sen doyuracaksın, Allah değil! 

Velhasılı Allah bize havale ediyor, biz Allah'a...

Allah, "Siz sorumlusunuz, öyle ki Ben sizi haksızlık karşısında susarsanız dilsiz şeytan olarak telakki ediyorum" diyor! Biz ise, "Allah'ım bu benim işim değil, hayır, sen yardım et" diyoruz lisanı halimizle!

Böylece Allah'ı bir türlü yardım falan etmeyen, bu konuda dua, yakarış, feryat falan dinlemeyen, "haşa" acımasız ve zulmeden, sürekli zulme suskun kalan bir ilah gibi lanse ediyoruz insanlara!

Oysa Allah yardım etmiş edeceği kadar... Sana akıl, para, imkan, vicdan, sayı, nüfuz, her türlü imkanı vermiş! Allah daha ne yapsın! Sen miskin miskin otur, sonra kabahati ve sorumluluğu kalk Allah'a at ve kurtul! Üç kuruşluk menfaatin için mazlumun haklarını zalimlere dört kuruşa sat, dua ettin ve yakardın diye sen masum ol, sonra da otur ve gerisini Allah'tan bekle!

 

Ne güzelmiş böyle! Maşallah...

Bir de bu temennilerin başına "rabbim, mevlam, peygamberimizin ya da filanca hazretlerin adına" vs. dediniz mi, bunları da eklediniz mi başına daha tamamdır! Sonra değmeyin keyiflerine...

Allah verecek vermesine de senin sorumluluğun nerede kalıyor o zaman?

Allah öbür dünyada verecek! Bu dünyada vermesi, yapması, etmesi gereken sensin ey Müslüman!

Allah öbür dünyada verecek! Hem bildiğimiz klasik zalimlerim hem de susanların ve üstüne Allah'a iftira edenlerin yani zalimlerden bile daha zalim olanların lakin bundan haberi bile olmayanların belasını!

"Zulme rıza zulümdür" (Hadis-i Şerif) 

İHMALİ DUA İLE GEÇİŞTİRMEK: İNDİRİLEN DİN Mİ UYDURULAN DİN Mİ

Zalim, vicdansız, hain ve cani dirileri bırakmış, masum ve şehit olmuş ölülerle ilgileniyorlar!

 

Zalime tek bir beddua bile yok; sadece masuma af diliyor, masumun mağfireti için dua ediyorlar! Masumun masum olduğunu unutarak!

 

Şehitlere yasin okuyor, şehitler için hatim indiriyor, şehitler için mevlitler falan tertip ediyorlar!

 

Heyhat!

 

Haberin oldu mu! Onlar şehit artık, şehit! Onlar peygamberlikten sonraki en yüksek makamdalar artık! Onların senin ne duana ne mevlidine ne de yasinine ihtiyaçları var bundan sonra! Tam tersine senin onların şefaatine ihtiyacın var!

 

Din ölüler için program tertip etme kurumu değildir. Bu tür katliamlar hisse usulüyle ölüye mevlit ve yasin okuma adetlerini iyice kökleştirme, böylece paralı mevlitler için pastayı daha fazla büyütme fırsatı da değildir.

 

Din esasıyla diriler için bir şeyler yapma fihristidir. Masum şehitler senden dua etme, yasin okuma, mevlit töreni düzenleme değil; kendilerine bu akıbeti hazırlayan canilerin unutulmamasını, onlardan hesap sorulmasını, geride kalanlarına sahip çıkılmasını bekliyorlar!

 

Oturduğun yerden bedavaya yapılan kolay işleri bırakıp zahmet, emek vs. gerektiren bu pahalı işlere var mısın, onu söylesene!

 

Tedbirsizliğin sonucu başkasına dokunursa adı kader olmuş!

Aksiyon yok! Bunun adı fitne...

 

Öfkelenmeye bile hakkın yok; sabır gerekiyor! Dünya yansa bile çıtını çıkarmamanın, her hayati meseleye duyarsız kalmanın, böylece kötülere meydanı boş bırakmanın, dolayısı ile onların bunu acziyet olarak yorumlayarak daha çok azmasına zemin yaratmanın adı sabır olmuş!

 

Haksızlık karşısında susan dilsizin şeytan olması kutsal ilkesi kimsenin umurunda değil! Bu buyruğu yanlışın ucu kendilerine dokununca başkasını lehlerine etkilemek, böylece süreçten daha az hasar almak için ağzırlarına alıyorlar sadece! 

 

Sadece yasin oku, sadece dua et, olayı tanımlarken kader de, artık masum olmuş, şehitlik makamına ermiş kişilere mevlit düzenle! Hisse ile yasin okuma programlarına katıl! Görev tamam olsun! Bu kadar basit mi sahi! 

 

Din böylesi durumlar için uhrevi bir program organize etmek için mi geldi! Din ölülere program uygulama takvimi midir! Dinin esas muhatabı diriler değil midir! Din esas diriler için bir şeyler önerme rehberi değil midir!

 

Artık iki din var hayatımızda! Mustafa İslamoğlu'nun tabiriyle indirilen din ve uydurulan din!

 

Uydurulan dinde kader suçu örtme - suçluyu masumlaştırma, sabır en insani refleksleri köreltme, zikir hatırlayarak şuurlanma değil de sayıyı tamamlama uygulamasına dönüştürülmüş! 

 

Uydurulan bu dinde vaazlar kitleleri yönlendirmek için yapılır!

 

Dua ataleti perdelemek yani sorumluluğu Allah'a yüklemek için edilir! Kur'an hidayet olsun ve yol göstersin diye değil de hatim indirmek ve sevap kazanmak için okunur! Bu iş artık kazanç kapısı da olmuştur. Çoğu kişi para vererek Kur'an okutur!

 

Velhasıl indirilen din uyarmak için gelmiştir! Uydurulan din ise uyutmak ve uyuşturmak için sonradan icat edilmiştir! 

 

İndirilen dine canım feda lakin daha çok müntesibi bulunan uydurulan dini elimin tersiyle itiyor, reddediyorum! 

DİN MEŞRULAŞTIRMA ARACI MI? DİYANET BENİ YİNE HİÇ ŞAŞIRTMADI

Cuma namazında Diyanetin yine, kendisine biçildiğini zannettiğim aklama, meşrulaştırma ya da koruyup - kollama misyonunu yerine getirdiği görüldü! Bu geçmişten günümüze tüm taşları yerine koyunca bende oluşan düşünce! Düşünce sadece!

 

"Biz sizi biraz maldan, biraz evlatlardan vs. eksiltmekle imtihan ediyoruz" ayeti tedbirsizlik sonucu oluşan ölümleri Allah'tan gelen bir imtihan olayı gibi lanse etmekte kullanıldı! Oysa bu tam bir çarpıtmadır. Üstelik de bu Allah'a yapılan büyük bir iftiradır da!

 

Allah elbette bizi ölümle vs. imtihan ediyor! Ama bu Soma'daki gibi toplu cinayetler Allah'tan gelen doğal bir imtihan olgusu demek değildir. Çünkü bu olay kalp krizi, kanser olmak gibi doğal yollarla Allah'tan gelmiyor; kul eliyle, onun para hırsı, umursamazlığı ve tedbirsizliği nedeniyle işleniyor!  Bunu, "Allah canlardan eksiltmek suretiyle sizi imtihan ediyor" ayeti ile telif etmeye kalkışmak ayetin manasını çarpıtmak, dini birilerini aklamak için alet etmek demektir.

 

Evet bu haftaki hutbede Soma olayı ele alındı! Allah'tan gelene razı olmalıyız, takdir-i ilahinin önüne geçilmez, gün sabır ve dua günüdür kabilinden güçlü vurgularla suç yine (haşa) Allah'ın üzerine yıkıldı! Bu iş bize Allah'tan gelmiş yani bu olayı Allah yapmış!

 

Sonlara doğru bir iki kelimelik "tedbir de alınmalı" türü cılız mesajlar ise yasak savma kabilindendi, önceki vurguların gölgesinde kaldı, haliyle de olması gereken gerekli algıyı inşa etmede ve hatalı algının oluşmasını önlemede yeterli olmadı!

 

Burada cemaat nezdinde oluşan algı bu olay da her olay gibi yine Allah'tan geldi, kaderin önüne asla geçilemez düşüncesi oldu! Yani bu olayın tedbirle falan alakası yok, istediğiniz kadar tedbir alın, kaderde varsa olacaktır mesajı verildi. Cemate de susun ve sabırlı olun, en fazla sessizce dua ederek tepki verin telkini yapılmış oldu!

 

Oysa tedbir ile bu tip olayların önüne geçilebiliyor! Dünyadaki ölümlü maden kazası istatistikleri bunun en açık örneği!

 

İkincisi bu tür olaylar Allah'tan gelmiyor! Kur'anda Allah, "İyilikler bizdendir, kötü işler ise sizin yapıp ettikleriniz sebebiyledir" diyor (Mealen)!

 

Demek ki kötü işler bizim yüzümüzden oluyor, Allah kötü iş olsun, birileri zarar görsün diye takdir ettiği için değil! Bu aynı zamanda Allah'a yapılan büyük bir iftira da oluyor!

 

Diyanet bu hutbesiyle belleklerde zaten mevcut olan hatalı kader ve ölüm algısını iyice pekiştirdi! Verdiği lakin bu ana algıyı değiştirmeyen cılız birkaç tedbir de lazım mesajıyla ise gelebilecek eleştirilere karşı kendisini garantiye almış oldu!

 

Ama adil ve hakkı yansıtan bir hutbe içeriği hazırlamadı! Önemli olan zaten nasıl bir algı oluşturduğunuzdur! Araya serpiştirdiğiniz birkaç cılız mesaj ile doğru ve hakkaniyetli bir algı oluşmuyorsa ya da oluşacak yanlış algıları önlemede yeterli kalmıyorsa bu dediklerinizin bir kıymeti de olmayacaktır! Bu durumda sırf demiş olmak için demiş olmanız ne gerçeği ne de üzerinizde kalan vebali değiştirebilecektir.

 

Zaten hutbeyi okuyan genç imam efendi de hutbeyi yanlış yahut yetersiz bulmuş olmalı ki hutbe bittikten sonra üç - beş kelam laf ederek tedbirsizlik üzerinde daha fazla durdu! Hak ve adalet namına bu içten gelen tutum biraz oslun yüreğime sus serpti! Diyanet beni yine şaşırtmadı! Beni bu sefer sadece genç bir din görevlisinin hutbe bittiği halde devreye girerek sergilediği bu yerindeki vicdani tutum şaşırttı!  

 

Bir din görevlisi kardeşimiz, "İmamların birinci görevi hakkı ve sabrı tavsiye etmektir" diyor bana verdiği cevapta! Hakkı tavsiye etmek demek, "Hak deyin ey cemaat, hadi hak deyin" demek, "hak" demeyi yani "hak" hecesini tavsiye etmek değildir. Hakkı yani hak için konuşmayı, hakkı ifade etmeyi, hak için hareket etmeyi, hakkın ve haklının yanında durmayı yani adaleti, adil bir tavır ve tutum takınmayı tavsiye etmek demektir.

 

Bunu ise öncelikle din görevlileri ve Diyanet yapmalıdır. Haklı olun, hakkı gözetin, hakkın ve haklının yanında durun, duyguda, düşüncede ve eylemde adil olun, tarafgir hareket etmeyin, haklıya haklı demekten, haksıza da haksız demekten çekinmeyin tarzında amaca uygun bir "hak tavsiyesi" madem imamların birinci görevi bunu neden hiç göremiyoruz; görülmesi gerektiği her yerde! Niye o zaman din sadece ibadete, muamelata, fıkha indirgenmiş durumda adeta!

 

Hakkı tavsiye etmek madem imamların ve Diyanetin birinci görevidir; öyleyse SOMA olayında hakkı tavsiye etmek demek, "Bu cinayete kayıtsız kalmayın ey cemaat, ölenlerin hesabını demokratik tepki yoluyla psikolojik bir baskı ortamı yaratarak sorun, bu olay kader ile izah edilemez çünkü, kader bu demek değildir" türü şeyler söylemek değil midir!

SOMA OLAYI: MUSTAFA İSLAMOĞLU EZBER BOZDU

Sık sık kendisine twıt atarak dini fıkha indirgediniz diye eleştirdiğim Mustafa İSLAMOĞLU hoca SOMA vesilesiyle açtı ağzını, yumdu gözünü! Adeta ezber bozdu!

 

Bu konuşması gerçek bir alime yakışan bir üsluba ve içeriğe sahipti. Yıllardır özlediğim cesur, net, adil ve suya sabuna dokunan bir derst niteliğindeydi! Mustafa hoca konuşmasından alabildiğim notlara göre özetle şunları söyledi:

 

Kusurumuz kaderimiz değildir! Kader deyince sorumluluktan kurtuluyorsun! Yani sorumsuz olmuş oluyorsun! Çünkü sorumsuzluğu çok seviyoruz! 

 

Soma faciası bizi sorumluluğa davet eden bir ayettir.

 

Allah zulmetmez! Bu katliama kader demek Allah'a iftiradır! 

 

Kitlesel ölümler bu işin kaderi değildir. Bu Allah'a iftiradır 

 

Ecel bu değildir! Bunlar indirilmiş dinin ifadeleri değil, uydurulmuş dinin ifadeleridir.

 

Koca ülkenin ecel telakkisini yamultuyorlar.

 

Başkasının çocuğu ölürse ecel! Senin çocuğun ölse mahkeme kapılarında hakkını ararsın değil mi.

 

Biz dünyada da torpilsiz yapamayız ahirette de! Orada da şefaat torpili istiyoruz! 

 

Bir imamlık yahut müftülük kadrosu olsun içinden bir tane "içimizden en layık olan olsun" diyen bulamazsınız! Bu maden için de geçerli. Liyakate, ehliyete değer vermediğiniz zaman sonuç budur.

 

Sorumluluktan kurtulmak için bir yol bulduk: Kader! Yeter ki vicdanımız rahatlasın! İsterse Allah'a iftira olsun! 

 

"İnsanların kendi elleriyle yaptıkları yüzünden yer yüzünde fesat çıktı" diyor Kur'an... Bunlar suçu kadere atıyor! Allah'ım bu senden geldi diyorlar! 

 

İki din var artık! Uydurulmuş din ve indirilmiş din... 

 

Ben bunları söylüyorum diye bazıları ekşiyor bana! Yalanı bu kadar pahalıya alan, gerçeğe bu kadar ucuz değer biçen başka toplum bulunabilir mi! Size din adına, Kur'ana dına, Allah adına yalan söylüyorlar! 

 

Elinden geleni yapma, sadece dua et, aç elini iste! Haşa Allah senin emir erin değil mi!

 

Gölcük'te deprem oldu, devlet beş günde oraya gelemedi. Uçak vardı oysa, tren vardı. Dinle fazla alakası olmayan başbakan bile bunlar kader dedi gelince. Ne güzel değil mi? 

 

Filan kurum hatim dağıtıyormuş. Açık artırmaya çıktı! 

 

Allah resulüne kaç hatim indirildi? Hiç... Şimdi resulullah kayıp mı etti? Önce uyduruyoruz sonra onu din haline getiriyoruz sonra da ona uymayanı ona göre yargılıyoruz. 

 

Allah işi ehline verin diyor! Bu şirket ehil mi? Ehil olsaydı böyle olmazdı! 

 

İndirilen dinde ilkelere uyulur. Uydurulan dinde el açılır ve Allah'tan haşa torpil beklenir. Allah'ım bize yardım et denilir! O zaman mahkemeye kader çıksın, sen niye çıkıyorsun!

 

Hakikati söyleyeni dokuz köyden kovuyorlar. Kovsunlar, onuncu köyden yine söyleyeceğiz. 

 

Allah'ım bizi sana iftira edenler gibi olmaktan koru!

 

SONUÇ

Şili 30 madencisini bizimkinin 3 katı olan 700 metre derinlikten tam 70 gün sonra sağ kurtardı! Çünkü kurtarma odaları vardı! Çünkü orada insan yaşamı en az sermayenin karı kadar değerliydi. Çünkü bizde böyle bir oda yoktu! Çünkü bizde otomobillerde bile bulunan ilk yardım çantası vardı sadece. Çünkü bizde insan yaşamı o kadar değerli değildir. Çünkü bizde ömrü Allah verir Allah alır! İster tedbir al ister alma! Hiç fark etmez! Çünkü ölüm haktır bizde... İnna lillahi... denilir ve geçilir burada! 

TAKDİR-İ İLAHİ ALGISI: TAKDİR-İ İLAHİ Mİ YOKSA İHMAL-İ KEBİR Mİ 

Yüreklerin acısını tedbir alarak ve adamakıllı hesap sorarak değil; kaybedilen kişilere şehit diyerek ve takdir-i ilahi sözleriyle azaltmaya çalışmak gibi bir yol benimsedik son yıllarda! Takdir-i ilahi yahut şehitlik ihmal, sorumsuzluk ve beceriksizliklerimizi meşrulaştırma ve aklama aracı haline dönüştürülmemelidir. Takdir şüphesiz ki Allah'ın işi! Lakin kulu da tedbir alacak! Önce eşeği sağlam kazığa bağlayacak, sonra Allah'a emanet edecek!

 

Tamam hırsız suçlu, bunu anladık peki?

 

Peki ev sahibinin yani şirketin hiç mi kabahati yok?

 

Bir şirket düşünün ki vardiyalı çalışan bir iş yerinde olayın üzerinden tam on saat geçmiş olsun ve hala göçükte kaç kişi bulunduğunu öğrenemesin! Akıl sır erecek gibi değil!

 

Aman Allah'ım! Yoksa madenlerimizi böyle içinde tas kayıp şirketler mi işletiyor? Ya kurmayı planladığımız nükleer santrallerimizi de bu tip firmalar işletirse? Vardiyaya soktuğu işçi sayısını bile on saatte bilemeyen bir firma işçisini koruyacak tedbirleri ne kadar sağlıklı olarak almış olabilir? Almadığı ortada!

 

Allah aşkına hadi tek tek isimleri geçtik! Dışarıdaki işçileri tüm işçi sayısından çıkararak basit bir matematiksel işlemle içeride kalan insan sayısını hesap etmek çok mu zordur?

 

1 ambulans uçak, 25 kişilik özel 1 ekip ve üç bakan gitti mi bölgeye, bir de ölenlere şehit denildi mi üstüne, diner bu acılar da diğerleri gibi diner. Üstelik de üç gün sonra unutulur gider...

 

Bu arada bir ülkenin madenleri hepimizin ortak malı değil midir? 

 

Bunu neden özel şirketler işletir o halde? 

 

Bunun ülke için avantajı nedir, bilen lütfedip de anlatıversin bana! 

 

Maliyet şirkete de devlete de maliyet zaten... Hiç olmazsa şirketin payına kalan kar da devletin yani milletin olsa daha iyi olmaz mı? Devlet neden kendi milletinin karından özel şirketlerin karı lehine feragat eder böyle?

 

Benim madenimi benim işçime karın tokluğuna işlet, üstüne bir de ben vergi vereyim! Bana garip geliyor bu tip işler ve bir türlü algılayamıyorum bunun dibini - kökünü!

Bu arada dünyada garip haller oluyor! 

 

Barajlarda sular çekiliyor... 

 

Soğuk tüm meyveleri kuruttu... 

 

Şimdi göçük altında 200 küsur kişi... 

 

Dünyada ise son dönemde UFO üstüne UFO görülüyor vs... 

 

Var bir uğursuzluk ya da tuhaflık ama ne?

 

Son dönemde oluyor bir şeyler ama hadi hayırlısı...

 

Sonuç olarak bu olay kader midir değil midir? Açıkça belli etmesek bile eminimki toplum olarak bu noktadan yine ikiye bölünerek tartışacağız! Kimimiz "takdir böyle" deyip geçeceğiz kimimiz de "hayır bu tamamen tedbir işi" diyeceğiz!

 

Oysa anlamak için dünyadaki işçi kazalarının ve bu tip olaylardaki ölüm oranlarının istatistiğine bakmak yeterlidir... Aksi bir tartışma yılan hikayesi misali sürüp gidecektir.

 

Bu arada bu tür işleri fazla kurcaladınız mı ya halkı galayana getirmekten ya da bu işten nemalanmaktan suçlanabilirsiniz bu ülkede! Biz en iyisi mi şehitlere rahmet, kalanlara sabır ve metanetler dileyelim ve bu işi fazla kurcalamayalım! 

 

Acımız sahiden de çok büyük!

 

Yıllardır düşük ücretle çalıştırıldıklarına ve emeğin bu kadar ucuz olduğuna mı üzülelim (bu ülkede emek değil etiket para ediyor) yoksa 10 - 11 saati bulan uzun mesailerine mi! Yoksa hala kaç kişi olduklarını bile bilemeyişimize, bu kadar sahipsiz olduklarına mı! Ya da kömür karası bir bedenle bu dünyadan ansızın yitip gitmelerine ve bıraktıkları yetimlerine, dullarına mı!

 

Gün yas tutma günü...

 

Gün meseleyi kurcalama günü değil!

 

Biz bir işi ancak sıcağı sıcağına yapabilen, sonra iki gün geçmeden unutabilen bir millet olsak da mı?

 

Evet öyle olsak bile... 

 

Ne diyelim ki... 

 

Bari takdir-i ilahi diyelim biz de!

 

İnançlı insanlarız çünkü! 

 

(Not: Bu arada bu tip olayları fırsat bilmeyi seven ve sokağa dökülebilecek olan radikal - sol örgütlere prim vermemek gerekiyor. Halkımız bu hususta yine uyanık ve bilinçli olmalı! Tıpkı her zamanki gibi! Sokağa dökülüp taşkınlık yapılmamalı lakin yıllardır ardı arkası kesilmeyen bu tür olaylara karşı da en azından zihinsel düzeyde kayıtsız kalınmamalı... İfrat - tefrit meselesi malum!)

HER ŞEY ALLAHTAN MIDIR? PEKİ YA SOMA DA MI?

Günümüzde dindar kesimden bazıları, "Her şey Allah'tan..." diye bir şey dolamış diline! Adeta, "Kimsenin suçu yok, bu işler hep Allah'tan dolayı oluyor, kimseyi suçlama, rahat ol" der gibi bir manada kullanılıyor bu hep! 

 

Haşa tecavüz ve cinayetler de mi Allah'tan? 

 

Her şey... ise yağmur da buluttan yağmıyor o zaman! Allah'ın katından iniyor... Çünkü her şey denince yağmur da giriyor işin içine başka şeyler de... 

 

"Size gelen her iyilik Allah'tandır, başınıza gelen her kötülük de kendinizden. Ey Muhammed! Seni bütün insanlığa bir elçi olarak gönderdik. Buna şahit olarak Allah yeter." (Nisa / 79)

Demek ki her şey Allah'tan değilmiş! Hani her şey Allah'tandı?

 

Demek ki her şey Allah'tan değilmiş! İyilikler Allah'tan, başa gelen kötülükler ise bizden geliyormuş!

 

Her okuduğumuzu ya görünen düz manasında anlıyoruz ya da onu tefsir ede ede içinden çıkılmaz bir hale getiriyoruz, elli çeşit manaya büründürüyoruz. Bunun birisi ifrat, diğeri de tefrit oluyor haliyle.

 

"Her şey Allah'tan" demek kimseyi suçlama, bu işler Allah nedeniyle oluyor gibi bir manada kullanılmamalıdır! Her şeyin temel itibariyle Allah'tan olması ilgili işlerimizdeki sorumluluğumuzu kaldırmaz! İhmali, suçu, tedbirsizliği, cinayeti hafifletmez!

 

Diğer yandan günümüzdeki en önemli, en hayırlı, en insancıl iş iyilikleri yaymak, kötülükleri de yok etmek için verilen fikri mücadeledir. Emri bil mağruf nehyi anil münker yani... İyilikleri önermek kötülüklerden sakındırmak! 

 

Oysa günümüzde dindarlık iyilikleri yaymak ve kötülüklerden sakındırmak üzerine değil de ibadeti yaymak ve günahlardan sakındırmak algısı üzerine işliyor. Halbuki günah demek birebir olarak kötülükler demek değildir. Günah Allah'a karşı işlenilen bireysel suçlardır; kötülük ise başkasını hedef alan ve aynı zamanda hukuken de suç olan çirkin eylemlerdir. Allah nehyi anil münker yapın derken kötülüklerden yani başkalarının hayatına zarar veren iş ve işlemlerden sakındırmayı söylüyor. Yani odağında iyi işler olan iyi bir ahlaki kişilik ve toplum inşa edin demiş oluyor! Nereden baksanız yanlış... Her şeyimiz yığınla yalan ve yanlışla dolu!

 

Bu arada son olay bir kez daha gösterdi ki iyilik ne bir kesimin yitik malı ne de kötülük toptan karşı kesime ait! Dindarın da iyisi ve kötüsü var; solcu vs. dediklerimizin de... İyi insan her zaman, her yerde ve her görüşte / düşüncede iyi insan!

 

Artık insanları sağcı - solcu vs. diye değil; Einstein'ın da dediği gibi sadece iyiler ve kötüler diye iki ana kategoriye ayırmanın vakti geldi de geçiyor. Biz ara kategorilere dağıldıkça iki ana ketgoriden birisi güçleniyor yani kötülük kazanıyor.

 

ÇÜNKÜ BİZ SAMİMİ DEĞİLİZ

Araf/155: "İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizi helak etme Allah'ım." 

 

On tane evimiz olsa en az birini fakire vereceğimizi söyleriz. Ama beş çift ayakkabımız vardır ve birisini bir fakire vermeyiz. Biz sadece olmayanı veririz. Olunca Allah versin deriz! Çünkü biz samimi değiliz.

 

Ta çocuklukta başlar samimiyetsizliğimiz. İyi not adlık mı bu bizimdir ama kötü notu hep öğretmen verir!

İşimize gelen yalan pembedir, işimize gelmeyeni ise zifiri kara! 

 

Erkek çapkınlık yapsa çaktırmadan övünürüz ana babası olarak... Kızımızı biriyle, evet ömründe tek bir kişiyle, oda evlenme kastıyla el ele görsek hemen mahallenin bilmem nesi damgasını yapıştırırız. Çünkü biz samimi değiliz.

 

Üstü başı düzgün birisini gördük mü sizli bizli konuşur; pasbal giyimli birisine denk geldik mi anında senli benli konuşmaya, onu ezecek bir üslup takınmaya başlarız. Çünkü bizler samimi değiliz!

 

Eşimiz iyi ise iyi davranır, birazcık yanlışını görsek hemen biz de tutum ve yaklaşımlarımızı değiştiririz. Aksi halde kendimizi enayi gibi kabul ederiz. Çünkü biz iyi, doğru ve güzel olan şeyleri sırf iyi, güzel ve doğru olduğu için benimseyip içselleştirmiş değilizdir. Çünkü bizler samimi değiliz!

 

Ucu partimize dokunacak yanlışlar gördüğümüzde anında suspus oluruz. Bu halimize sükunetin muhafazası, fitneye alet olmamak ya da sağduyu deriz. Rakip görüş bize ufacık bir yanlış yapsa ya Allah, bismillah... diyerek hemen sokağa fırlar, yeri göğü inletiriz. Sadece buna haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır deriz. Çünkü biz samimi değiliz.

 

Ucu rakibimize dokunacak bir yanlış gördüğümüzde mal bulmuş mağribi gibi hemen üzerine atlar, sokak ve caddelerdeki tüm camları yere indiririz. Susma, sustukça sıra sana gelecek deriz. Aynı hatayı bizler yapınca hemen ortalıktan toz olur, havadan sudan şeyler konuşup paylaşmaya başlarız. Ne sağcımız farklıdır bizim ne de solcumuz! Çünkü biz samimi değiliz.

 

Tuttuğumuz siyasi görüşün her hatasına hüsnü zan besleriz. Ancak yan komşu hakkında duyduğumuz tek bir sözle hemen onun biletini keseriz. Çünkü biz samimi değiliz!

 

İyi iş ve icraatlar yaptığımızda kendimizden biliyoruz! Ucu bize dokunan yanlış ve kötü işler olunca hemen ya kaderden ya da takdir-i ilahiden... İyi işleri kendimizden, kötü işleri ise Allah'tan biliyoruz yani! Biz samimi değiliz! 

 

Yanlışa yanlış, doğruya da sırf doğru olduğu için tavır almayız! Doğru kime hizmet ediyor, yanlış kimden geliyor ve kime yöneliyor; önce ona bakarız. Bizim ne yanlışla ne de doğruyla işimiz vardır aslında. Sadece bunlar kime hizmet ediyor ve bunlar en çok kime zarar verecek; tek derdimiz odur. Çünkü biz samimi değiliz!

 

Bu böyle uzayıp gider lakin bu gerçek hiç değişmez! 

 

Mesela etkili bir ceza düzenlemesi ile bir aralar ülkeye başbelası olan kapkaç suçu bir günde biter, bunu gözlerimizle görürüz. Lakin sıra işimize gelmeyen sorunlara gelince ceza ile olmaz ki, ceza neye yarar vs. deriz. Çünkü biz samimi değiliz.

 

Oysa samimiyet çok önemlidir. Bunun dindeki adı ihlastır. İhlas ibadetlerin makbul olmasının bile temel şartıdır. İhlas müslümanla münafık arasındaki temel farktır. 

 

Bakın, samimi değiliz biz... 

DUA SAMİMİYETSİZLİĞİ: ALLAH'IM SEN YARDIM ET! BİZİMKİLERİN İŞİ VAR

HER FIRSATTA ALLAH'A İFTİRA ETMENİN MASUM ADI: ALLAH YARDIM ETSİN NİDALARI

 

Allah'ım sen yardım et; bizimkilerin işi var!

 

Din sorumluluklarımızdan kaçısın maskesi, mes'uliyetten kaytarışımızın masum bahanesi yapılmamalıdır.

 

Her mağduriyet sonrası kalkıp Allah versin yahut Allah yardım etsin demek veya Allah'ım yardım et diye dua etmek samimi olmasa gerektir. 

 

Allah vermiş oysa! Verilmesini istediklerimizin haklarını bizlere emanet etmiş sadece! Allah vermiş vermesine de bizler vermiyoruz hakları hak sahiplerine! Bizler ipotek koymuşuz hak sahiplerinin haklarına! Sonra da vermeyen Allah'mış gibi yapmış, işi yine O'na havale etmişiz utanıp sıkılmadan!

 

Allah, "Size ne oluyor da birbirinize yardım etmiyorsunuz" (Kur'an ayeti) diyor! Yani Allah bize siz yardım etmiyorsunuz diyor bizler ise Allah'a, "Hayır, Allah'ım sen yardım et" diyoruz! Allah bize atıyor sorumluluğu biz O'na... Allah bize suç sizde demiş oluyor; biz ise O'na, "Haşa suç sende" diyoruz!

 

Sonra da (haşa) Allah vermemiş yahut Allah yardım etmiyormuş gibi kalkıp yine Allah'a havale ediyoruz tüm işleri! Bu Allah'a hem iftira oluyor hem de O'na şükürsüzlük! Böylece kendi sorumluluğumuzdan kurnazca bir metotla kurtulmuş, sorumluluğu Allah'ın (haşa) sırtına yıkmış oluyoruz! 

 

Allah ne yapacak? 

 

Gökten yardım mı yollayacak?

 

Gökten oksijen tüpleri ve uzun vinçler mi indirecek?

 

Allah nasıl yardım edecek?

 

Akıl vermiş, vicdan koymuş, demir, çelik, plastik türünden milyarlarca imkan yaratmış! Biz ise hala sıkılmadan Allah'ım yardım et diyoruz! Sanki yardım etmeyen Allah'mış gibi... Bir de Allah'ı zan altında bırakıyoruz!

 

O çok nadiren mucize ile iş görür; genellikle işlerini kulları marifetiyle yerine getirir. Çoğu zaman kulları gereğini yapmaz! Sonra da sorumluluktan sıyrılmak, vicdanlarını rahatlatmak ve kendilerini aklamak - temize çıkarmak için sorumluluğu Allah'a yıkarlar! Bunun masum kılıklı adı da Allah'ım yardım et nidaları olur genelde!

 

Bu algı hatası yüzünden nice mağdur kişi Allah'a, kendilerini es geçtiğini yani adil olunmadığını düşündükleri için içten içe düşman oluyor belki de! Buna, "Allah versin" yahut da, "Allah'ım onlara sen yardım et" diyen bizler yol açıyoruz, farkında dahi olmadan!

Allah'ım sen yardım et yine de! Çünkü bizimkilerin işi var! Kimisi akşam sohbete gidecek kimisi birazdan sevgilisiyle buluşacak... Kimisi Ray-Ban marka güneş gözlüğü kafasının tepesinde yürüyüşe çıkacak akşam üstü kimi de komşusuna söz vermiş, hatim indirecek en geç yarın akşama kadar! 

 

< Ezbere ve belli sayıda tekrara dayanan şuursuz bir dua öğretisiyle müslümanın reflekslerini körelttiler. Azıcık kıpırdar gibi olsa bu sefer de buna fitne dediler >

BU HALİYLE DİYANET CAİZ MİDİR ACABA

< O mu caiz, bu mu caiz yoksa şu mu! Hepsine Diyanet karar veriyor... Peki Diyanetin bu haliyle caiz olup olmadığına kim karar verecek? Ona da Diyanet demeyin hemen! >

 

Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu, nefret söylemi ile ilgili bir soruya, "İslam'da bir kimseyi aşağılamak, onu kendisinde bulunmayan sıfatlarla nitelemek caiz değildir." diye cevap vermiş!

 

Caiz değildir ne demektir?

 

Kısaca dinen uygun değildir demektir...

 

Bunun açılımı nedir peki? Yapılmasa daha iyi olan, yapılması çok da tasvip edilmeyen şey... 

 

Dinen caiz değildir denilen şeylerin bazıları günah değildir.

 

Buradan şu anlaşılır:

 

Dinen caiz değildir demek açıkça günahtır demekle aynı anlama gelmez! Dolayısı ile yanlış anlamalara mahal vermemek amacıyla günah olan şeylere sadece ve açıkça "günahtır" kavramıyla cevap verilmelidir! 

 

Hayır böyle değil de günah manasında caiz değildir denilmiş ise madem öyle, o halde açıkça günah denilse daha uygun olmaz mı diye sormak, niçin bu dolambaçlı yolun tercih edildiğini merak etmek icap ediyor!

 

Açıkça günaha açıkça günah demek yerine caiz değildir demekle yasak savan Diyanet neden böyle davranıyor o halde?

 

Peki bir kişiyi açıkça aşağılamak ve kişileri kendisinde bulunmayan fillerle isnat etmek böyle midir hakikaten de? Yani bu iki fiil caiz değil midir yoksa alenen bir günah mıdır?

 

Hemen belirtmek gerekir ki açıkça "aşağılamak" kalp kırmak demektir en hafif deyimle. Bunun ise Kabe'nin 70 kere yıkılmasından bile daha kötü olduğu söylenir dinde! Kalp kırmak caiz değildir denilmiş oluyor bu durumda! Yani, "Kırmasan daha iyi olur, kalp kırılması tavsiye edilmez dinde" denilmiş oluyor! Oysa kalp kırmak dinen açıkça günahtır! Hatta bu günahın da ötesinde vebaldir, çünkü bu eylem bir kul hakkıdır!

 

Kişileri kendisinde bulunmayan sıfatlarla nitelemeye gelince...

 

Bu fiil hem insan onurunu aşağılamaktır hem de açıkça bir iftiradır. Çünkü kişileri kendisinde bulunmayan fiillerle itham ediyorsunuz! Yani koskoca diyanet kişileri kendilerinde bulunmayan bir sıfatla nitelemeye açıkça iftiradır, iftira ise büyük bir günahtır, dahası bu bir kul hakkıdır diyemiyor!

 

Ya ne diyor?

 

Caiz değildirdiyor ...

 

Günaha açıkça günah demek yerine caiz değildir demek günahın zihinlerdeki ağırlığını hafifletmek ve belleklerdeki algısını aşındırmak demektir.

 

Tekrar ediyorum:

 

Caiz değildir demekle günahtır demek aynı şey değildir. Çünkü caiz değildir denilen şeylerin hepsi de günah demek değildir! Bunu yukarıda anlatmaya çalıştım!

 

Yıllardır "o caiz, bu değil" diye diye caiz olan ve olmayan şeyleri bir türlü bitiremediler! Bence artık onun bunun değil; bu haliyle mevcut diyanetin caiz olup olmadığının tartışılmasının vakti gelmiş ve geçiyor! 

 

MEDYAMIZIN HALİ DE AYNI

 

"Dün İstanbul Esenlerdeki kazada üç kişi öldü, iki kişi de yaralandı."

70 küsur milyonluk koca bir ülkede her gün kaza olmasında ve günlük bir kaç kişinin bu kazalarda ölmesinde ne gibi bir anormallik vardır! Bunlar haber değeri taşıyan şeyler midir? Bu tür gündelik yaşamın rutinlerini haber gibi suna suna milletin ruhunu karartıyor, toplumun psikolojisini mahvediyorlar! Bunlar köpeğin adamı ısırması haber değildir; esas adamın köpeği ısırması haberdir şeklindeki en kadim medyacılık ilkesini bile unutmuşlar. Belki de unutmamışlar, bunu bile bile böyle yapıyorlar! Belki de bu anlayış sinsice kurgulanmış bir toplum mühendisliğinin ürünü... Olup bitenlere bakınca bence bu sonuncusu daha mantıklı gibi geliyor!

Ya da radyo yapımcısı Tuğba Akbey İNAN''ın ifadesiyle hep yaşamak üzerine bina edince hayatı, ölüm insanın köpeği ısırması gibi algılanıyordur! Belki de budur bunun izahı, kim bilir! 

HAYAT DENGE, DENGE İSE ÇEŞİTLİLİK ÜZERİNE KURULUDUR

01/05/2014

Her siyasi yahut sosyal görüşün temsilcisi yahut müntesibi elinden gelse sosyal bünyedeki herkesin tektipleşerek kendi çizgisine gelmesi için savaşır. Sürekli bunun mücadelesini verir. Kendisini alabildiğince kuvvetlendirmek, diğer fraksiyonları ise alabildiğince küçültmek, mümkünse de yok etmek ister. Oysa bu son derece yanlıştır, en önemlisi de çeşitliliği yok eden bu tablo fıtrata terstir. Bu sebeple bu tür yapıları -istediği kadar güçlü olsun- her toplumsal bünye bir süre sonra teper! Devrim denilen sosyal olgular bünyenin tektipleşmeye karşı verdiği kusma refleksidir bir bakıma!

 

Bir ülkede dindarlara da laiklere de solculara da sağcılara da Kürtlere de Türklere de aynı derecede ihtiyaç vardır! Birlikten ve aynılıktan değil; çeşitliliğin uyumundan ve ahenginden kuvvet doğar! Tabiattaki dengeyi bile çeşitlilik sağlar. İnsan da toplumlar da tabiatın bir parçasıdır sonuçta!

 

Şahsen ben, ilk bakışta sanki sevimli gibi gelse bile toplumda herkesin benimle aynı düşüncede olmasını asla istemem. Böyle olacağını görsem hemen karşıt bir görüşü savunmaya koyulur, kendi görüşümle savaşmaya başlardım!

 

Düşüncede, görüşte, yaşayışta çeşitliliği koruyalım! Herkesin bizim gibi olduğu bir sosyal ve toplumsal hayat için Çin, Kuzey Kore ve İran türü kapalı ve bireylerin özgünlüklerini yok etmiş, her ferdini aynı tornadan çıkmış bir makineye dönüştürmüş ülkeleri hayal ediniz!

 

ABD'yi güçlü kılan her alandaki çeşitliliğidir! Batıyı güçlü kılan çeşitliliğe duyduğu saygıdır ve bu tabloyu muhafazadaki hassasiyetidir aslında!

 

Çeşitlilik birliğe ve güçlü olmaya engel değildir; bilakis bunun arkasındaki esas motordur. Çeşitliliğin korunduğu ülkelerde her alanda gelişme olur. Tektipleşen uluslarda ise tepeden dayatmacı bir mantıkla sadece izin verilen belli alanlarda kısmi gelişme görülür. Mesela atom bombası üretebilir lakin nobel adayı bir fizikçi yetiştiremez. Uzaya maymun gönderebilir ancak mutlu bireyler yetiştiremez!

 

Herkesin aynı yaşayışta, düşüncede ve görüşte olduğu bir toplumu kontrol etmek çok kolaydır. Tektipleşmiş toplumlar dış yahut iç kaynaklı bir dizi sömürülere karşı ülkeyi açık hale getirir. Haliyle de her ülke için büyük bir risk oluşturur. Çünkü bunun için başındaki bir kaç etkin kişiyi satın almak yahut etkilemek kafidir. 

 

Zikirde ve fikirde herkesin aynı olduğu bir toplumda zeka bile körelir; çünkü uyaran çeşitliliği azalır.

 

Herkesin aynı olduğu bir toplumda ne rekabet olur ne hareketlilik. Sadece tembellik, uyuşma, atalet ve rehavet kökleşir.

 

Herkesin tektipleştiği bir toplumda içeride tuhaf samimiyetsizlikler ve münafık karakterler çoğalır.  Mesela içeride (halk katında) katı şeriat düzeni uygulanır dışarıda (elit arenada) dansöz partileri düzenlenebilir.

 

Lider beyinlerin ele geçirilip kalabalıkların uyuyan canlıya dönüştürülebildiği şu çağda birlikte değil; ayrılıkta rahmet vardır. Fikirde ayrılık, düşüncede ayrılık, yaşayışta ayrılık...

 

Evet... Bir toplum ne kadar farklı fraksiyona ayrılırsa o kadar iyidir. Bu sosyal dengeyi ve kitlesel otokontrolü sağlar. Demokrasi bu sonuca hizmet eder. Aksi halde bir fraksiyon aşırı sivrilir ve kontrolsüz bir gücü ele geçirerek yaşamın doğal döngüsünü alt üst eder. Doğada sadece fillerin çoğaldığını, diğer türlerin ise azalarak hızla yok olmaya başladığını düşünsenize... Bu ancak fillerin işine gelebilir. Hatta bu fillerin bile işine gelmez lakin öyle zannederler. Böyle bir doğada filler dahi ayakta kalamaz aslında!

 

Demokrasi fikir ve düşüncede çeşitlik olanağı yaratarak bir kesimin tamamen sivrilmesini önler. Demokrasi olmadığında bir kesim hormonlu olarak aşırı büyür. Buna en iyi iki örnek: Kuzey Kore ve İran! 

 

Bu tür yapılarda çarpık anlayışlar, tuhaf mantıklar, garip samimiyetsizlikler ve adaletsizlikler gelişir. Örneğin kimisini 1 saatlik bir zinadan dolayı acımasızca idam eder; kimisini de parasını bastırırsa 1 saatlik muta nikahıyla taçlandırır. 

 

Tekrar etmek istiyorum:

 

Bir ülkede dindarlara da laiklere de solculara da sağcılara da Kürtlere de Türklere de aynı derecede ihtiyaç vardır! Birlikten ve aynılıktan değil; çeşitliliğin uyumundan kuvvet doğar!

 

Toplumda herkesin benimle aynı düşüncede olmasını asla istemem. Böyle olacağını görsem hemen karşıt bir görüşü savunmaya koyulurum! Düşüncede, görüşte, yaşayışta çeşitliliği koruyalım! Herkesin bizim gibi olduğu bir sosyal ve toplumsal hayat için Çin, Kuzey Kore ve İran türü kapalı ve bireylerin özgünlüklerini yok ederek aynı tornadan çıkmış, fertleri adeta bir makineye dönüştürmüş ülkeleri hayal edin!

 

Böyle bir ülke tıpkı Arabistan gibi yanı başındaki kıt'ada çocuklar açlıktan ölürken yarattığı tektipçiliği ve bunun sonucu olan baskıcı iklimi korumak için rüşvet öder; ABD'nin elinde kalmış 1980 model uçakları alır; sonra da çölde sıcağın altındaki hangarlarında çürümeye terkeder. 

 

Bu yüzden her türlü çeşitliliği bir tehdit gibi görerek eritmeye ve kendimize doğru dönüştürmeye çalışmamalı; bilakis saygı duyarak beslemeye çabalamalıyız. Bunun için de kandillere de 1 mayıslara da değer vermeliyiz. Dedim ya çeşitlilikte ve farklılıkta hayır vardır. Birilerini aşırı kutsarken diğerlerini komünist, dinci vb. etiketlerle yaftalayan tekelci güç kartellerinin oyununa gelmemeliyiz. Her şeyde bir hayır vardır. Her şeyde yani çeşitlilikte...

 

Önemine istinaden bir kez daha tekrar ediyorum: Herkes benim gibi düşünmeye başlarsa ben kendi düşüncemi terk eder, herkes gibi düşünmeye başlarım!

 

Esas olan çeşitliliği yani dengeyi korumaktır. Dünyada sadece kavak ağacı yok! Tarlada sadece domates yetişmiyor! Beş kardeşin bile beşi aynı olmuyor. Dünyada tek bir ırk da yok... Bırakın bunları bir insanın bile anı anını tutmuyor. Yani bir insan bile aslında tek bir yapı, hal ve karakter değil...

 

Demek ki çeşitlilik fıtri... Öyleyse fıtri olanı yani çeşitliliği koruyalım; sureti hak kılıklı baskı, oyun, çaba ve yönlendirmelerle sosyal hayatın çeşitlilik üzerine kurulu olan tabii dengesini yok etmek isteyenlere fırsat vermeyelim.

 

Sosyal hayatın denge, dengenin de çeşitlilik üzerine kurulduğunu unutmayalım. Bir saç bile tek ayak üstünde durmuyorken, basit bir sacın bile ayakta durabilmesi için en az üç ayağa ihtiyaç varken sosyal düzenlerin ve devletlerin tek tip bir yapı üzerinde ayakta durmasını nasıl bekleyebiliriz! 

 

Bu yazı vesilesiyle; alın teri ve emek gibi çok kutsal bir değerin sahibi olan işçi / emekçi kardeşlerimizin 1 mayıs bayramını canı gönülden tebrik ediyorum! Böylesine önemli bir değeri (haliyle de sömürüyü, ezilenleri vs) hatırlatan bu bayramın yıllar boyunca şiddetle, kan ve gözyaşıyla özdeş algılatılması çabasının kapitalist dünyanın ve emeği sömüren çevrelerin sinsi bir oyunu olabileceğini idrak ederek oyuna gelinmeyecek, dolayısı ile de daha güzel, anlamına daha fazla yaraşır şekilde kutlanacak 1 mayıslar diliyorum!

MERHAMETSİZ MÜSLÜMANLIK OLUR MU

SOKAK KÖPEKLERİNİN VERDİĞİ DERS

28/04/2014

< Sadece sofradaki ölçüyü fazla kaçırdığımız için değil; başkasının hakkını midemize kaçırdığımız için obez vs. oluyoruz biraz da >

 

Sabah yürüyüşü harika bir şeymiş! Bunun önemini teoride bilsem de bizzat deneyimlemek için bu kadar geç kaldığım için pişmanım! Depresyona, panik atağa, ruhsal yahut bedensel hemen her soruna çok iyi geliyor. Çünkü makinayı prospektusuna uygun kullandığımız için verimi artıyor. Hem tedavi edici bir işlev görüyor hem de oluşacak arızaları önlüyor. Bir makineyı sık sık yağlarsanız kolay kolay arıza vermez. Yağsız bırakırsanız ya çalışmaz yahut parça kırar! Aynen bunun gibi...

 

Bir bacayı arasıra temizlemezseniz nasıl ki tıkanır, sonra dumanı içeri vererek hem insanı rahatsız eder hem de zehirlenmelere yol açar ya hani! Hareketsizlik de böyle bir şey! Hareketsiz olmak yahut nitelikli bir hareketten mahrum kalmak bedenin bacalarının kurum, duman ve is bağlamasına yol açıyor. Bu durumda içeri sızan ise, pasa ve dumana ve bunların yol açtığı bir dizi sonuçlara hastalık diyoruz.

 

Neyse! Esas konu bu değil... Her sabah erkenden yürürken bazen bir grup köpeğe yoldaşlık ediyorum. Bugün de öyle oldu. Üçü arka arkaya dizilmiş, ikisi yolun solunda, birisi biraz geride, adeta birisi üst düzey bir köpek, diğerleri de sanki korumaları gibi konvoy halinde ve bir emniyet düzeninde önümde gidiyorlardı!

 

Gerçeği biraz sonra anladım! Yol boyunca belli aralıklarla dizilmiş çöp kovalarını kontrol ediyor, yiyecek bir şeyler bakıyorlardı. Her baktıkları kovadan eli boş dönüyor, dilleri dışarıda bir vaziyette, yine de umutlarını kaybetmeyerek usul usul koşmaya devam ediyorlardı. Çaresizce sağa sola bakarken ki acıklı halleri yürek burkuyordu!

 

Aklımdan üç şey geçti o an! Birincisi ta çocukluğumuzda öğretilen, "Hayvanlarda akıl yoktur, tamamen içgüdüsel hareket ederler" bilgisini hatırladım ilk olarak. İçgüsel hareket demek özetle; düşünme, irade, muhakeme vs. içermemek, içeriden bir güdü ile hareket etmek ve türe özgü olmak yani bir türün tamamında ortak olarak bulunmak demektir. Oysa köpeklerin birisi duruyor, diğeri sağa bakarken öbürleri koşabiliyor! Anladım ki aynı duruma hepsi aynı türe özgü tepkileri vermiyor. Bir ses duyduğunda kimisi kaçarken kimisi yerinde durabiliyor. Kimi de aynı sese doğru saldırganca koşabiliyor. Tüm bunlar ve benzerleri bize bir şeyi ispat ediyor: Bizlerdeki gibi ya da benzer şekilde bir düşünce, irade, muhasebe vs var hareketlerinde!

 

İkinci olarak onların da bir can taşıdığını, onların da tıpkı bizler gibi bir canlı olduğunu, bizler gibi hayatta kalmak için karın doyurma mücadelesi verdiklerini düşündüm! Allah merhamet etmeyene merhamet edilmez buyurmuş! Her gün tonlarca ekmeğin çöpe gittiği bir müslüman ülkesinde köpeklerin baktıkları her çöp kovasından elleri boş dönmesi ne tuhaf! İnsan dışı canlılar sanki canlı değilmiş gibi yaşıyoruz! Onların bizlerin eline baktığını, bir bakıma bizlere emanet edildiklerini, bizler gibi üretebilme, tutabilme, yapabilme becerilerinin olmadığını unutuyoruz.

 

Bırakın hayvanları bitkiler de canlı, bu gerçekleri hep unutuyoruz. Mesela kolayca ağaç kesebiliyor, beş kuruş etmeyen tomar yığınlarına "gazete" diyerek para ödüyor, böylece ağaç yani canlı katliamına bilfiil destek bile veriyoruz. 

 

Üçüncü olarak da tüm bunlara rağmen yine de saldırganlaşmıyorlar, ne ilginç dedim. Çoğu gün muhtemelen aç kalıyorlar ama yine de saldırmayı düşünmüyorlar. İnsanoğlu daha fazlası için, bankada istatistiğini tutmak için tüm dünyayı içindekilerle birlikte ateşe verirken onlar sabahın ilk ışıklarıyla birlikte aç bile kalsalar yine de sağa sola saldırmıyor, pençe gibi dişlerini bir savaş aleti olarak kullanmıyorlar. Dilleri dışarıda, her çöp sepetinden umutları biraz daha kırılarak dönüyorlar belki. Ancak yine de yanlarından gelip geçen çoluk çocuk dahil tek bir kişiye saldırmayı akıllarından geçirmiyorlar.

 

Trafikte, iş yerinde, evde, mahallemizde, velhasıl orada, burada, şurada sadece birbirimizin değil; onların da hakkını yiyoruz. Gereken gerekmeyen, hakkımız olan olmayan bu kadar çok şeyi yersek elbette ki bir yerlerde birikecek ve sözgelimi obez bir toplum olacağız; değil mi! Başka bir yolu var mı bunun! Bence olay sadece aldığımız gıdaların dozunu değil; insanlığın da ölçüsünü kaçırmak biraz!

ALLAH KUR'ANDA KİMLERİ LANETLİYOR 

Allah'ın lanetledikleri iflah olmaz! 

 

Kimdir bunlar peki? 

 

Namaz kılmayanlar mı? 

 

Oruç tutmayanlar? 

 

Yoksa hacca gitmeyenler mi? 

 

Hayır...

 

Bir partiden veya bizim cemaatten olmayanlar mı?

 

Bir hizbe katılmayanlar yani fikri ve vicdanı hürler mi?

 

Klasik manada, sözgelimi tesbihle yahut zikir matikle Allah'ı daha az zikredenler mi?

 

Dilinden bismillah..., inşaAllah gibi bazı dini söz ve söylemleri daha fazla düşürenler mi?

 

Ekonomik model olarak liberal politikaları savunanlar mı?

 

Eline silah alıp cihat etmeyenler mi?

 

Açık giyinenler mi? 

 

Sakal bırakmayanlar mı?

 

Başını örtmeyenler mi?

 

Erkekle tokalaşan bayanlar mı?

 

Hatta içki içenleri mi? 

 

Hayır... 

 

Bunlar günah! Günah ise insan için! Allah kulunun günah işleyebileceğini biliyor; dolayısı ile de günah için kulunu lanetlemiyor. Bunları (şayet hakedilirse) ya affedecek ya da tek tek hesabını soracak! 

 

Evet Allah kulunu (kötülük içermeyen ve toplu yaşama aykırı olmayan, kötü örnek vasfı taşımayan) bireysel günahları için lanetlemiyor! (Bir hadisi şerife göre erkek erkeğe ilişki demek olan livatayı lanetliyor mesela! Çünkü insanın cinsellik noktasındaki doğal fıtri mekanizmasını bozucu bir örneklik teşkil ediyor. Buradan da anlaşılıyor ki fıtratı bozan ve toplum hayatını ilgilendiren iş ve eylemleri, hak ve hukuk mevzularındaki ihlalleri lanetliyor sadece)

 

Hal ve hareketlerine bakarak durumdan vazife çıkaran, cüretlerini aşarak Allah'ın (adeta) yeryüzündeki avukatlığına soyunan bazı kullar ellerinden gelse günah işleyenleri lanetleyerek boğazlamak istiyor sadece!

 

Onlar Allah'ın lanetlediği şeylerden çok bu saydıklarıma karşı lanet olasıca duygular besliyorlar!

 

Ölçü noktasında inandıkları Allah ile ne kadar ters köşeye savrulmuşlar, haberleri bile yok! Şeytan sadece dinle alakası az ve zayıf olanlarla uğraşmıyor, buradan bu gerçek de ortaya çıkmış oluyor!

 

Allah kimleri lanetliyor sahi?

 

Yoksa dinde lanet olmaz mı?

 

Lanet etmek hem dindara hem de dine yakışmaz mı? 

 

Hayır Allah lanetliyor!

 

Allah şunlara lanet ediyor:

 

-Zalimleri lanetliyor. (Hud:18+Araf:44+Al-i İmran:87)

-Faiz yiyenleri lanetliyor. (Bakara:275)

-Sözünde durmayanları lanetliyor. (Maida:13)

-Yalancıları lanetliyor. (Al-i İmran:65)

-Batıla tapanları lanetliyor.(Nisa:52)

-Bozguncuları lanetliyor. (Muhammed:22-23)

-Kötülük işleyenleri lanetliyor. (Fetih:6) (Günah işleyenleri değil; kötülük yapanları)

-Müslümana yapılan eziyeti seyredenleri lanetliyor. (Buruc:7)

-Ebu Lehebi lanetliyor. (Tebbet)

-Allah'a karşı yalan uyduranları lanetliyor. (Hud:18)

-İki yüzlüleri, kötü haber yayanları lanetliyor. (Azhab:60-61)

-Kasden adam öldüreni lanetliyor. (Nisa:93)

-Fesat çıkaranları lanetliyor. (Rad:25)

-Namuslu kadınla iftira atanı lanetliyor. (Nur:27-23)

-Peygamberimizi incitenleri lanetliyor. (Azhap:57)

-Şeytanı lanetliyor. (Hıcr:35)

-Şeytana uyanları lanetliyor. (Nisa:118) 

Ayrıca haksızlık yapanları, 

 

Yetim hakkı çalanları, 

 

Rüşvet alıp verenleri... 

 

Dikkat edin; Allah ibadet ve kulluk ile ilgili olarak kulunu lanetlemiyor; tamamen evrensel değerlerdeki yozluklarla ve ortak ahlaki ölçülerdeki, daha ziyade ortak toplum yaşamını ilgilendiren hak ve hukuk olgularındaki sorunlarla ilgili olarak lanetliyor! Buradan, "İslam güzel ahlaktır" hadisinin verdiği mesaj bir kez daha anlaşılmış ve teyit edilmiş de oluyor.

 

*** 

 

Şu araç muayene istasyonları mesela...

 

Aracınızın muayenesini geciktirin, yüzde 5 (Yıllık % 60) seviyesinde fahiş bir faiz uygulanıyor.

 

Devlet eliyle fahiş faizin uygulanmasını akıl sır almıyor. Bu şu demek: Devlet 

SİYASİ GÖRÜŞLER DUYGUSAL BAĞ GELİŞMESİNE YOL AÇAR

Müslümanlarda dini eksenli bir siyasi görüşe sahip olmak yaygındır. Oysa siyasi görüşe sahip olmak müslüman için atarfsılığı ve adaleti yok eder. Buna rağmen bir siyasi görüşe sahip olmanın zararı üzerinde hiö durulmaz, sadece hangi ölçülere göre bir parti desteklenir, oraya yoğunlaşılır.

Günümüzde siyaset çoğu kişiye, özellikle de yüksek eğitimi olmayan kişilere ve ev hanımlarına ekstra bir etiket kattı!

 

Bir partiye müntesip olmak bir kariyere yahut etikete sahip olmak gibi algılanıyor, öyle kullanılıyor! Bu ise kişileri koyu tarafgir kılıyor.

 

Gözlemlediğim kadarıyla şu partidenim demek, bunu bir biçimde deklare etmek ben doktorum yahut yüksek mühendisim demek gibi prestij sağlıyor.

 

Özellikle iktidar partisi 10 milyona yaklaşan üyesiyle bu yönde güçlü bir kimlik algısı ve ciddi bir aidiyet duygusu inşa etti.

 

Böylece parti olayı seçim dönemleriyle sınırlı bir olgu iken bir yaşam parçası ve günlük yaşamın her anını kuşatan kutsal bir misyon haline geldi.

 

Bu da kemikleşmiş oylar, sabitleşmiş bakış açıları, tarafgirleşmiş ruhlar ve bağımsızlığını yitirmiş zihinler inşa etti.

 

Herhangi bir kişi desteklediği siyasi hareketle ilgili en az üç hata sayamıyorsa ve bu hataları rakip siyasi hareketin yanlışları ile aynı güçlü tonda dile getiremiyorsa bahsini ettiğim sonuç gerçekleşmiş demektir.

 

Oysa düşüncede adaleti yitirmek eylemde ve düşüncede zalimleşmek demektir. Zalim kişiler Allah'ın lanetine uğramış kişilerdir.

 

Bir siyasi hareketle duygusal bağ geliştirenler vicdani ve hakkaniyetli bir zihinsel tavır alamazlar; vicdani bir eylemsel tutum takınamazlar ya da bunda çok zorlanırlar.

 

Bu sebeple doğrusu siyasi görüşlere sahip olmak değildir; dönemsel siyasal tercihlerimizin olmasıdır.

 

Siyasal görüşler siyasal kurumlarla ve siyasi kişilerle ilgili olarak duygusal bağ geliştirilmesine yol açar.

 

Duygusal bağ geliştirmek ise olaylar, gelişmeler ve olgular akabinde adil, vicdani ve hakkaniyetli manevralar yapmayı zorlaştırır.

 

Gereken yerde olması gereken manevraları yapamamak ise vicdanı, etik değerleri ve hakkaniyet duygusunu zedeler, bunlara zarar verir.

 

1 MAYIS HAKKINDA 2 LAF

 

DİSK vb örgütlerin TAKSİM ısrarı devlete, kurallara kafa tutmak, halkı germek, bir bayramı siyasete gol atma çabasına feda etmek demektir. Amacın bayram ise gösterilen meydanlarda kutla! Taksim'i 1 mayısla özdeşleştirmek ve sırf duygusal gerekçelerle devletin bir şekilde mahzurlu gördüğü ve uygun değil dediği Taksim'de ısrar etmek üzüm yeme arayışı değildir. Amacın üzüm yemek ise başka meydana razı ol. Yok amacın üzüm yemek değil de bağcıyı dövmekse bağın sahibi seni döver, haberin olsun! Taksim'de 1 mayıs kutlamayı büyük bir zafer sanan devrimci kafaların bu ısrarı istikrara tehdit gibi algılanıyor, halkta nefrete yol açıyor. En çok da halkın siyasi tutumunun şekillenmesinde belirleyici bir işlev görüyor!

MODERN YARDIM ANLAYIŞI: YARDIM EDİYORMUŞ GİBİ YAPMAK

Bugünlerde cuma vaazlarının - hutbelerinin; sosyal sorunlar için dinin bir argüman olarak kullanıldığı bir araca dönüştürüldüğünü düşünüyorum.

Sokak çocukları,

Orman haftası ve ağacın önemi,

Çanakkale zaferi,

Hoşgörü Vb.

Seçilen konulara bakınca ister istemez bunu düşünüyor insan. En azından ben böyle düşünüyorum son günlerde.

Geçenlerde dinlediğim bir konu kimsesiz sokak çocukları yani yetimler üzerineydi. Bu hutbeyi dinlediğimde yetimliğin sokak çocuğu olmakla özdeş algılandığını ve öyle ele alındığını gördüm.

Konu işlenirken peygamberimizin yetimlerle ilgili hadisleri vs. ele alındı ancak zihnimizde oluşturulan algı tüm yetim çocukların değil; sokaktaki kimsesiz yetimlerin esas olduğu, dinde kastedilenin sanki sokaktaki kimsesizler olduğu yönündeydi.

Oysa dinde kastedilen tüm yetimlerdir. Yetimleri sadece sokaktaki kimsesiz üç - beş çocuğa indirgemek sorumlu olduğumuz bu çok mühim sosyal popülasyonu zihnimizde daraltacak, böylece yetimlere yardım ve yaklaşım konusundaki hayati öneriler amacını hakkıyla bulmamış olacaktır.

Sorulsa biz onu kastetmedik denilecektir, buna adım gibi eminim. Ancak ne söylediğiniz değil; nasıl algılandığınız önemlidir. Doğru algılanmayı sağlamak sadece algılayan hedef kitlenin değil; onlardan çok önce ve birinci derecede bu mesajı verenlerin sorumluluğundadır.

Yine bu hutbede topluma çağrı yapılıyor, sokaktaki kimsesiz yetimlere sahip çıkmanın öneminden dem vuruluyordu.

Gülümsedim sadece.

Ayrıca kızdım da içimden.

Hoca yüksek sesle anlattı, ben sessiz bir eda ile düşündüm:

Madem evlerinde yaşayıp giden daha geniş kesimleri geçtik, yetim işini sadece sokaktaki kimsesizlere kadar indirgedik.

Bari onlara sahip çıkalım dedik!

Tamam, hadi diyelim bunları gerçek manada yetim saydık.

Sokakta hayatını kazanmaya çalışan, böylece uzun çocukluk sürecinde bin bir türlü soruna açık hale gelen böyle kaç kişi vardır yaşadığımız şehirlerde?

On, elli, yüz...

Taş çatlasın bin çocuk...

Bu rakam koca bir şehirdeki yetkili kişi ve kurumlarca sahip çıkılamayacak, yani devletin altından kalkamayacağı kadar yüksek bir sayı mıdır?

Vatandaş her türlü vergisini vererek devlete, "Bunu bizim adımıza istediğin yerde kullan" derken bu tür yardımları da kastetmiş ve beklemiş olmuyor mu zaten!

Koca devlet, hadi devleti geçelim koca diyanet, koca belediye, koca sosyal hizmet kurumları bu kadarcık çocuğa sahip çıkamaz mı sahi?

Yüksek bir yere çıkarak vaaz etmek, sorumluluğu süslü laflarla toplumun ortak sorumluluğuna havale etmek üzerimize düşeni hakkıyla yapmış olmak mıdır? Hakkıyla yapılmayan işler velev ki yapılıyor gibi görünse bile gerçekte ne kadar yapılıyor demektir?

Çok kişiye havale edilen sorumlulukların kişi bazında en ufak bir hareket uyandırmayacağı, bu gibi durumlarda herkesin topu birbirinin kucağına atacağı, velhasıl kişi başına düşen mesuliyet duygusunun son derece düşük kalacağı psikolojik gerçeğinden haberimiz var mıdır?

Bu işi hutbesine konu yapacak kadar önemseyen diyanet teşkilatı her din görevlisinden bir defaya mahsus 100?er TL toplasa o şehirdeki tüm kimsesiz çocukların hayatı için kalıcı bir şeyler yapılamaz mı mesela?

Sadece diyanet değil, öncülük edilse de tüm kamu çalışanları için böyle zorunlu bir bağış imkanı yaratılsa olmaz mı, çok mu zordur bu!

Bu durumda sokakta kimsesiz çocuk kalır mıydı sizce?

Her zaman söylüyorum:

Tüm sorunların çözümü için lazım olan tek şey samimiyet...

Gerçi ben boşuna konuşuyorum!

Zaten bu çocukları "sokak çocuğu" saymakla, bu şekilde etiketlemekle; onları soğuk ve ıssız sokakların koynuna mal etmekle bu çocuklara daha baştan hangi gözle ve nasıl bir zihniyetle baktığımızı ispat etmiş olan bizlere ne söylesek bir anlamı olmayacaktır!

Her şeyi geçen gün internette rastladığım bir karikatür çok güzel özetliyor esasında.

Kuyuya düşmüş bir çocuğa yukarıdaki kişi yetişmeyeceğini bildiği halde elini uzatmış. Oysa hemen yanı başında uzun bir merdiven var, onu kullanmıyor. Bu karikatürün altında ise şöyle yazıyor:

"Bazıları hayatta size yardım ediyormuş gibi yapar!"

TEKTİPLEŞME EĞİLİMLİ MÜSLÜMANLIK: OYSA ÇEŞİTLİLİK TEHDİT DEĞİL BİLAKİS ZENGİNLİKTİR

Bu ülkede Atatürk'e yahut bazı değerlere soğuk ve uzak durdukça daha iyi dindar; duyduğu öfke yahut ettiği küfür nispetinde de daha takva olduğunu zanneden geniş bir zümre var!

 

Bu ülkede ne kadar çok insanı kendisine benzetirse o oranda cennette mertebe kazanacakmış gibi yapan, sanki Allah'tan hidayet verme işinin taşeronluğu kendisine verilmiş gibi düşünen, işi gücü daha çok sayı ve daha fazla rakam olan, "Sen sadece tebliğ et, hidayet bendendir... Dinde zorlama ve baskı yoktur..." gerçeğini dinlemeyen, kilitlendi mi kilitlenen, ne yapıp edip kafasına koyduğu kişileri kendisine benzetene dek yakasını bırakmamayı marifet sanan yığınla insan var.

 

Bu ülkede dini bayramlarla milli bayramları çaktırmadan yarıştıran, birini yüceltirken diğerini ezmeye çabalayan, birine yakın diğerine de uzak durdukça daha makbul bir insan yahut kul olduğunu sanan yığınla insan var!

 

Bu ülkede vatan sevgisinin imandan olduğunu unutmuş yahut buna bilinçli olarak gereken düzeyde önemsemeyen azımsanamayacak bir kitle var! Bu kişiler ve kesimler vatan sevgisine hakettiği özeni gösterince kendilerini solcu yahut ulusalcı olmuş gibi hissediyorlar muhtemelen! Oysa gerçeğin ölçüsü hisler değildir; prensiplerdir, ilkelerdir, doğrulardır.

 

Bu kötü mü peki? Öyleyse bunlar hemen asimile mi edilmelidir?

Hayır... Böyle bir kitle her zaman, her konuda olacaktır. Olmalıdır da... Demokratik kitlelerde her türlü düşünceye sahip insan olur. Önemli olan kendi anlayışlarını başkalarına dayatmamaktır.

 

"Benimki doğru, onun ki ise yanlış. Öyleyse yanlışa yaşam hakkı olamaz, vurun bre kafire..." anlayışında ve yobazlığında olmamaktır.

 

Herkes kendi doğrularını mutlak gerçek sanma hakkına sahiptir. Ancak hiç kimse kendi doğrularını başkasına dayatma hakkına sahip değildir.

 

Bir ülkede inanç vb. bakımdan çoğunluğa sahip olmak o ülkede yaşama hakkına en çok sahip olanlar bu kişiler demek değildir.

Devlet olgusu her ferde, her kesime eşit şartlarda ve özgürce, kendi doğrularına sahip çıkarak yaşama fırsatı sunan bir üst çatıdır.

 

Bir ülkede herkes eşit şartlarda yaşama hakkına sahiptir. Bir kesimin kendi doğruları başka kesime dayatıldığı gün bu üst çatı zarar görür. Üst çatı zarar görünce de bu çatının altında yaşayanlar bundan olumsuz yönde etkilenir. Çünkü böyle bir durumda üst çatı hepsinin de tepesine çöker. Çatı çökerken altındakilere, "Bunlar benden, şunlar ise onlardan" diyerek ayrım yapmaz!

 

Sanılanın aksine bir ülkede farklılıklar ne kadar çoksa ve çeşitli ise o ülkede büyük bir zenginlik var demektir. En basitinden homojenlik yozlaştırır!

 

Kaldı ki homojen toplumlar ayrışacak suni bir şeyleri mutlaka var ederler. Hiç bir şey bulamasalar futbol kulüpleri yahut memleket bazlı olarak ayrışırlar. Suni sebep bazlı ayrışma en tehlikeli ayrışmadır. Futbol maçı sonrası eli satırlı kişileri, estirilen terörü ve öldürülen insanları hatırlayın...

 

Bir toplumdaki çeşitlilik saygıyı besler, kitlelerin biz bilincini diri tutar, dayanışmayı artırır, bireyleri ataletten korur, uyanık ve zinde kılar, denetimi ve otokontrolü artırır, sunduğu uyarıcı zenginliği ile gerek bireysel gerekse toplumsal ve kültürel bazda daha hızlı geliştirir!

 

Tek bir inanca yahut etnisiteye sahip olan sade ve homojen toplumlarda aile, kültür, değerler vb. noktalarda daha hızlı bir aşınma ve erozyon görülür.

 

İnsanoğlu farklılık içinde kendisi gibi olana çekim duyar. Ancak homojen bir yapıda herkesin kendisi gibi olması fertleri birbirinden iter, daha fazla soğutur!

 

Daha homojen olan küçük yerleşim yerlerinde insanların birbiriyle daha fazla kavgalı ve geçimsiz olması, çoğunun birbirinin açığını arayıp kuyusunu kazması, daha fazla dedikodu yapılması, daha ufak sorunların bile daha fazla önemli hale gelmesi, basit sebeplerden dolayı daha çok küs insanların bulunması türü sorunlar bunun en iyi örneğidir.

 

Evet... Herkesin inanç vb. açılardan birbirine benzediği, farklılığın çok az olduğu yerlerde daha fazla dedikodu, daha yaygın kavga, daha çok birbiriyle uğraşma ve çekememezlik türü yozlaşmalar görülür.

 

Velhasıl farklılık tehdit değil; mükemmel bir zenginliktir. Farklılık ve çeşitlilik çocukların zeka gelişimine bile katkı yapar.

 

Öyleyse kimseyi kendimize benzetmeye çalışmayalım, bunu bir marifetmiş gibi görmeyelim. Bilakis farklılıklarımızı kabul edelim, çeşitliliğimize saygı duyarak korumaya ve daha fazla zenginleştirmeye bakalım.

 

Allah bile çeşitliliği istemiş, çeşit çeşit yaratmış her şeyi. Çeşitlilik fıtriliktir. Herkesi kendimize benzetmek için uğraşarak fıtratla kavgaya tutuşmayalım, "Allah adına" diyerek Allah'ın takdirine karşı savaş açmayalım! Sadece bir kere tebliğ edelim edeceksek; lakin telkin, ısrar, baskı ve zorlama yoluyla bin bir çeşit ağaçlı ormanı kavak ağacı tarlasına dönüştürmeye çalışmayalım. Çeşitliliği budayarak tek tip ağaçtan oluşan kısır bir orman yaratma çabasının kitleleri yöneten elitlerin sinsi bir oyunu olduğunu, bu sureti hak kılıklı oyunun altında daha fazla sayıda abone yaratma niyetinin ve anlayışının yattığını unutmayalım!

YENİ KURULAN ATEİZM DERNEĞİ HAYIRLI UĞURLU OLSUN

< Binayı çürük bir zemin ve iskele üzerine inşa edersen esecek olan şiddetli poyraza kızmaya hakkın olmaz >

 

Ülkemizde ilginç bir dernek daha kurulmuş: Ateizm Derneği... Öncelikle hayırlı uğurlu olsun demek istiyorum!

 

Bir çok kişinin, "Bunun neresi hayırdır" dediğini duyar gibi oluyorum. Evet her şeyde bir hayır vardır. Hem her şeyde, hem de her şer'de... Çünkü her şeyi, hayrı da şerri de Allah yaratır. Ve Allah her ne yaratırsa mutlaka bir hayırla yaratır. Bazen şer sandığımızda hayır bazen de hayır zannettiğimizde şer vardır. Ama mutlaka bir hikmeti mevcuttur. Yani şer dediğimiz de aslında hikmeti açısından bakınca hayra vesiledir. O halde sorun nedir? 

 

Klasik müslüman yaklaşımı olarak,  "Vay be" türü garipsemeler, "Ne oluyor böyle, nereye gidiyoruz" türü yadırgamalar, "Bu günleri de mi görecektik" şeklindeki alıngan refleksler devreye girmiş hemen, bu görülüyor...

 

Oysa Ateizm Derneği türü sivil toplum örgütlerin kurulması her bakımdan iyidir. Bu özgürlük, "Senin dinin sana, benimki de bana... Dinde zorlama yoktur" diyen dinin de ruhuna uygundur!

 

Aksi yönde inşa olmuş bir homojen sosyal yapı uyuşmaya, atalete ve gaflete yol açar. Farklılığı tehlike olarak gören her türlü homojen yapı çürümeye ve atalete gark olmaya mahkumdur.

 

Bu tür örgütler uçurtmayı havalandıran rüzgara benzer. Uçurtmaları havalandıran arkalarına aldıkları rüzgar değildir; karşılarından esen rüzgardır. Uçurtmalar ancak rüzgara karşı uçarak havalanabilirler. Bu tür yapılar sayesinde ya imanlar uçurtma misali göklere çıkacak yahut çürük olanları tepetaklak yere çakılacak. Çürük olanlar zaten yere çakılmaya mahkumdur. Rüzgar olsa da olmasa da...

 

Bu tür yapılar dünyanın imtihan yeri olması sırrının da zorunlu bir gereğidir. Bunlar sınavdaki sorular hükmündedir. Soru ve seçenek olmayınca sınav olmaz! Cami ile ateizm derneği aynı sokakta olduğunda dünyanın bir imtihan yeri olması gerçeği bir anlam kazanır. Dediğim gibi çeşitli seçenekler mevcut olmadığında, seçenekler arasında özgürce seçim yapabilme olanağı bulunmadığında, bilakis bazı seçenekler bir şekilde dayatıldığında, diğer bazı seçenekler gizlendiğinde / baskılandığında orada gerçek bir sınav yoktur.

 

Seçenek çok olduğunda yapılan bir seçim makbuldür. Öbürü seçim değil; zorunlu bir yöneliştir. Seçeneğin olmadığı bir sınav, sınav değildir.

 

"Vay be bunu da gördük, ateizm derneği bile kurulmuş" şeklinde yansıyan ve bunu bir facia gibi lanse eden yobaz tepkiler İslami ve akılcı değildir.

 

Uyaran çeşitliliği hem zeka geliştirir hem de beynin daha fazla girdi kullanarak daha sağlıklı seçimler yapabilmesinin önünü açar.

 

"Her şey sadece daha fazla dindarlığa hizmet edecek şekilde yapılansın" klasik algısı münafık üreten bir bataklıktır ve şeytanın sureti hak kılıklı sinsi bir tuzağıdır! Şeytan sadece aleni değil; böyle sinsi tuzaklar da kurar!

 

"Müslüman bir ülkede yahut toplumda her şey sadece dindarlaşmaya hizmet etmeli" algısı ve inancı meşru bir yaklaşım olmadığı için çoğu zaman amacın zıddına götürür; genelde maksadın zıddına hizmet eder.

 

Hoşumuza gideni, gönlümüzü okşayanı doğru; bizi kızdıranı, hoşumuza gitmeyeni ve alışık olmadığımız şeyleri de kötü olarak algılamak zanna uymak demektir. Oysa dinen zannın çoğu günahtır; bu sebeple de zandan sakınılması gerekir.

 

Bu tür oluşumlar samimiyetle münafıklığı, zayıf bir inançla kuvvetliyi, uynıklıkla ataleti ayıran bir işlev görür. Ve toplum hayatında her hayırlı ve doğru şey çoğu zaman hayırsız ve yanlış gibi görülen şeyler sayesinde açığa çıkar, ancak bu şekilde öğrenilir. Hayat zıtların çarpışması prensibiyle işler. Sadece doğru dediklerimizin değil yanlış olarak algıladıklarımızın da öğretici ve geliştirici işlevi vardır.

 

Gün sadece gündüzden değil; gece ile gündüzün birlikteliğinden meydana gelir. Yeni bir canlı dişi ve erkek zıtlığında hayat bulur. Dünya bile çekme ve itme kuvveti sayesinde dengede durur. Sadece yerin çektiğini ama yaşadığımız kürenin aynı ölçüde itmediğini düşünsenize!

 

Başarı bile yanlışların içinden doğruyu tercih etmek şeklindeki bir aklın ve iradenin ürünü olduğu için bu denli değerlidir zaten! Başarıyı bile değerli kılan sadece doğru şıkların değil; yanlış seçeneklerin de bulunması, yanlışlara rağmen doğrunun tercih edilebilmiş olması yüzündendir.

 

Bu tür yapılar dinin üzerinde en çok durduğu lakin müslümanların en fazla unuttuğu şey olan akıl etmeyi, düşünmeyi ve sorgulamayı öne çıkartır. Böylece alışkanlıkların üzerine değil; bilincin ve şuurun üzerine kurulmuş gerçek bir iman ve dindarlık zemini kazandırır.

 

Zaten müslüman aleminin esas sorunu az dindarlık - çok dindarlık sorunu değildir; gerçek dindarlık - hormonlu dindarlık sorunudur. Hormonlu gıda doğalından daha zayıf değildir; bilakis daha büyük ve güçlüdür. Sorun az - çok, büyük - küçük sorunu değildir; esas sorun besleyici mi zehirleyici mi, faydalı mı yahut zararlı mı olduğu sorunudur. Bu yapılar iman meyvesinin ve dindarlık sebzesinin hormonlusu ile doğalını ayıklamamıza yarar! Aksi halde iri, büyük ve  çok olanı doğru ve faydalı sanmaya devam eder gideriz.

 

Öyleyse bu tür yapıları ve oluşumları düşman yahut hain ilan etmek değil; tam tersine gözümüz gibi korumak, sahip çıkmak gerekir. Bunlara sahip çıkmak ilahi imtihan olgusuna sahip çıkmak ve imanı göklere yükseltebilmek, zayıf olanları da ayıklayabilmek için gerekli olan rüzgarı karşımıza almak, en önemlisi de bu rüzgarda sapla samanı ayıklayabilmek için imanı elekten geçirmek demektir. Elekten geçmeyen bir samanda buğday ile kılçıklar birbirine karışır. Böylece kişiler saf buğday yerine kılçıklı un yer...

 

"Olacaksa olur! Şayet akacaksa bir kan, o damarda bir saniye durmaz. İnsanın yanına miras kalan o süreçteki duruşu yahut duramayışıdır" (İ. Güllü)

 

"İnsanı değerli kılan ne o'sudur ne de şu'sudur. İnsanı değerli kılan sadece ve sadece olaylar karşısındaki duruşudur." (İ. Güllü)

DİNİN HEDEFLEDİĞİ DİNDAR TİPİ BU MUDUR

"Din ayrıdır müslüman ayrıdır, müslümanın hatasını dine maletmeyelim" uyarıları vardır, malum!

 

Doğrudur lakin hiç hatası yok dediğimiz, ehli takva olarak bilinen kişilerde bile tuhaf bir dindarlık tarzı vardır. Dindar deyince akla duyarlılık gelmez mesela! Oysa duyarlılık emanete sahip çıkmak demektir ki dinin en çok önemsediği, yokluğunu ise münafıklık alameti saydığı bir husustur.

 

Yine müslüman denildiğinde akla samimiyet gelmelidir ancak bunu da pek göremeyiz! (Genelini tenzih ederim). 

 

Sözgelimi zulüm kendi taraftarına yapılınca dayanılan kutsal buyruk, "Haksızlık karşısında susan dilsiz, şeytandır." öğüdüdür.

 

Aynı zulüm karşı cepheye yapılınca dayanılan kutsal buyruk ise, "Fitne çıkarmayın! İtidalli olun! Sağduyuyu muhafaza etmek lazım gelir..." anlayışıdır.

 

Samimi olunmadığında dinden suskunluğa da reaksiyona da meşruiyet bulmak mümkündür. Bunun için gereken tek şey samimiyet noksanlığıdır!

 

En iyi dindar kişi köşesinde yaşayan, az konuşan, elinde tesbihi bulunan, giyim tarzı farklı, düzenli sohbet veren yahut alan, sürekli ahireti için ibadet yapan yani abid kişi olarak bilinir.

 

Sosyal hayatın içinde koşturan, kapı kapı dolaşan, kimsesiz mahkumları ziyaret eden, dernek kuran, ağaç diken, yeşili koruyan, doğaya sahip çıkan, evlat edinen, sokak çocukları ile ilgili işlerin başını çeken, hasta ziyaret eden, huzurevlerini ıslah etmeyi amaç edinmiş, gençlikle haşır neşir, faydalı tiyatro ekipleri kuran, insanlığa örnek diziler ve filmler yapmak için çabalayan, duraklarda vs. kitap okuyarak örnek olan, evlere kitap dağıtan, hasta ziyaretleri yapan, nerede bir haksızlık görse hemen orada dikilen, gündelik yaşamını gıda terörüyle mücadeleye vakfeden, her türlü emek gaspına karşı savaş veren aksiyoner bir "halk dindarı" pek göremezsiniz toplumlarda!

 

Dindarlığın sosyal hayata yapacağı katkı üç - beş emeklinin bir araya gelerek her köşeye yeni bir cami inşaat etme işine indirgenmiş adeta! Bireyler dindarlaştıkları oranda halkın içinden, sosyal yaşamdan ve sorunlardan kopmuş; kendi hizbi içinde kendi yağlarıyla kavrulmayı yeterli gören kapalı klanlara dönüşmüş!

 

Acaba namazları; sureleri vs. içimizden fısıldayarak okuyarak kılmak mı bizi bu kadar sessiz, ürkek ve içimize kapalı yaptı?

 

Gerçi namazın en esaslı dünyevi gayelerinden birisi onurlu ve erdemli bir duruş kazandırmak, yaratıcıdan başkasının önünde eğilmeme anlayışı ve cesareti inşa etmektir.

 

Kanaatimce dindarlık cami, cemaat ve ev arasında geçen yalıtılmış ve tuzu kuru bir dünya kurarak orada kendimizin yahut çoluk çocuğumuzun ruhbanlığıyla ferahlanmak olmamalıdır!

 

Müslüman kişi, özellikle de hoca ve alimler sosyal hayattan, bu hayatın içindeki yığınla sorundan niçin bu denli kopuk, uzak ve duyarsızdır acaba?

 

Bu durum dindarlaşmanın kaçınılmaz bir sonucu mudur yoksa yanlış bir dindarlaşma düzleminin bir neticesi midir?

 

Mesela ufacık bir çocuk kayboluyor hatta bir çok çocuk öldürülmüş halde bulunuyor. Ünlü bir alim attığı twitte, "Allah Kur'anı gönüllerden kaybettirmesin" diyor en fazla! Bu gibi sosyal hayatın içindeki onlarca sorun karşısında başka da bir çabasını ve mesajını göremiyorsunuz çoğunun!

 

Dinin hedeflediği insan tipi bu mudur acaba?

 

Dindarlık böyle bir insan profili yaratmaya mecbur mudur?

 

Gündelik yaşamın akışı içersinde neler yaşanır neler! Adeta yer yerinden oynar, tek bir çıt çıkmaz. Paylaştıkları iletilerin tamamı namaz, hadis, hac, kelam, akaid, fıkıh meseleleriyle ilgilidir.

 

Dinin hedeflediği insan tipi bu mudur sahi?

 

Din herkesi aynı tornadan çıkmış birer makine bireylere dönüştürmek için gelmemiştir. Fıtratları ve özgünlükleri bozarak tepkileri köreltilmiş ikizler yaratmak değildir dinin gayesi. Hz. Ömer'i Osman yapmaya çalışmaz o! Bir yandan Hz. Ömer ile Hz. Osman karakterlerini korurken diğer yandan ortak bir ahlaki çizgide buluşturmaktır aslında onun hedefi!

 

Dindarlık;

 

Haksızlık, adaletsizlik, emek ihlali, duyarlılık, ezilenlerin safında yer tutmak, velhasıl hayatın içinde yaşamak ve tam bir aksiyonerlik gibi hususları solculara / sosyal demokratlara devreden;

 

Sadece ahirete bakan dini vecibelere yönelen;

 

Dini ibadete, ibadeti de büyük ölçüde namaza indirgeyen; onun dışında dünya yansa umurunda olmayan;

 

Sosyal hayattan  ve sosyal sorumluluklardan kopmuş;

 

Sosyal yaşama dair tüm ilgisini ve duyarlılığını yitirmiş;

 

Ürkek, nötr yüzlü, sessiz ve içine kapalı;

 

Yarın ölecekmiş gibi ahireti için çalışan ama hiç ölmeyecekmiş gibi dünyasıyla yani tüm dünyevi sorunlarla meşgul olması gerekirken bu boyutu es geçen;

 

Velhasıl kapalı, soğuk ve tüm bunlardan uzak bir dindarlık ve kişilik yaratmaya mahkum mudur?

 

Ben dinin hedeflediği dindar bir insan tipinin bu olmaması gerektiğini düşünüyorum! 

Kanaatimce din iyi anlaşıldığı takdirde klasik sağcı anlayışında bir müslümanlık değil; solcu ve sosyal demokrat zihniyetinde, duruşunda ve aksiyonerliğinde bir dindarlık yapısı gelişecektir.

 

Dindar bir kişilik sessiz, ürkek, mesafeli, içine kapalı ve tutucu değil; sanılanın aksine güçlü, kararlı, hayatın içinde, duyarlı, dışa dönük, aksiyoner ve sorgulayıcı olmak zorundadır. 

 

"Şüphesiz ki en doğrusunu Allah (CC) bilir" 

ALLAH'TAN BAŞKASINA KULLUK İÇİN ÖNÜNDE SECDEYE KAPANMAK  ŞART MIDIR

< Kulluk için tapınmak şart değildir. Dolayısı ile nice kişi tapınmadan bir şeylerin kulu olmuş durumdadır. >

 

Doğru algı her şeyin başıdır. Gerçek ne olursa olsun gerçekle ilgili algımız ilgili gerçekle örtüşmediği, hatta ayrı düştüğü sürece adım adım bazı gerçeklerden uzaklaşmamız kaçınılmazdır.

 

Günümüzde müşriklik, münafıklık, zulüm, kulluk gibi bazı kavramlarla ilgili algımız bu konularla ilgili gerçeklikten tamamen uzak düşmüş durumdadır. Bu bağlamda çoğu kişi müşrikliğin Kureyş kabilesinde, münafıklığın Medine dönemi ensarlarında, zulmün de Saddam yıllarında kaldığını sanmaktadır.

 

Bu algı hatası sebebiyle bu konuda (günümüzde) "inananlar" ve "inanmayanlar" şeklinde sadece iki kategori var zannediyoruz. Diğerlerini çok eskide kalmış gibi algılıyor, dolayısı ile kişileri hemen bu iki temel kategoriden birisine sokmaya eğilimli oluyoruz. Oysa inananların içinde müşrikler, münafıklar, zulüm ehli gibi on çeşit alt kategori vardır.  

 

Bu hatalı algı ilgili olgulara karşı gereken uyanıklığı ve tedbirli olmayı zorlaştırmakta hatta bunu imkansız kılmaktadır.

 

"Bunlar eskide kaldı, benim halim ya da şu kişinin durumu daha masum, bunlarla hiç bir alakası yok" gibi mevcut tabloyu daha hafif algılamaya yol açmakatdır. Bu ise değişebilme ve düzelebilme fırstından ilelebet mahrum kalmak anlamına gelmektedir. Çünkü farkındalık olmadan durumu idrak edip anlayabilmek ve değişebilmek mümkün değildir.

 

Bu nedenle, "Allah'tan başkasına kulluk etme" işini birisinin önünde secdeye kapanıp ona ithafen namaz kılmak ve onun için kurban adayıp kesmek vs. zanneden, ibadet yoksa kulluk da yok şeklinde algılayan bir toplumuz!

 

Oysa bu mesaj günümüzde milyonlarca insanı hedef kitlesine alan bir içeriğe sahiptir! Paraya, şahsa, herhangi bir dini yahut siyasi lidere kulluk etmek gibi!

 

İlkesiz her duruş, menfaat odaklı her yöneliş, kaygılarla şahıslara şartsız itaat etmek Allah'tan başkasına kulluk etmenin en bariz emarelerindendir.

 

Kulluğun en temel kriteri sorgulamamak, her denileni şartsız bir itaatle kabul etmektir. İkincisi de kulluk edilene karşı yoğun bir kaygı ve haşyetli bir korku duymaktır.

 

Kulluğun bir diğer kriteri de tam bir teslimiyetle ve tam bir sadakatle boyun eğmektir.

 

Yukarıda da belirttiğim gibi kulluğu sadece ibadet etmekle mümkün sanıyoruz. Yani bir itaatin içinde ibadet yoksa kulluk da yok zannediyoruz. Bu nedenle güneş, ateş, put gibi ilah edinilen ve tapılan şeyler dışında hiç bir şeye kul olunamayacağını düşünüyor, böyle yapmadık diye, sadece Allah'a taptık diye kendimizi otomatikman bundan muaf tutuyoruz. 

 

Halbuki Allah'tan başkasına kul olmak için illa ki Allah'tan başkasına ibadet etmek gerekmez. Kul demek ibadet eden değil; koşulsuz ve sorgusuz itaat eden demektir.

 

Allah sık sık, "Ey kullarım" diyor. İnanan - inanmayan her insan Allah'ın kuludur. Kul olmak için ibadet şartı yoktur. Öyle olsaydı Allahın kulları sadece bir kısım ibadet eden kişiyle sınırlı olurdu.  

 

Buradan da gayet iyi anlaşılıyor ki kulluk için ibadet şartı yok! Öyleyse para gibi nesnelere tapınmamız yahut bazı kişilere / şahsiyetlere kulluk etmemiz her zaman için ihtimal dahilindedir. Yani Allah'a tapındığımız halde başka şeylere kulluk ediyor da olabiliriz; onu alatmaya çabalıyorum.

 

O halde çıkan sonuç şu:

 

İbadet etmeksizin, adına kurban kesmeksizin kulluk ettiğimiz şeyler var mıdır; bunları iyi bir tetkikle gözden geçirmek gerekiyor.

 

O halde Saddam Hüseyin gibi sarin gazı atmadan zalim olduk mu; bunu çok iyi araştırıp idrak etmek gerekiyor.

 

Mekke'de yaşamadan müşrik olduk mu, Medine devri çok geride kaldığı halde münafıklaştık mı; bu olasılıkları çok iyi düşünüp araştırmamız icap ediyor.

ZİNAYA MUTA DİYEREK YENİ BİR ALGI İNŞA ETME OYUNU

< Günahı süsleyen ve nabza göre şerbet veren sinsi şeytan şehvete aşk elbisesi giydirerek aldatırken kitleleri, şimdilerde vites büyüttü ve yeni bir süslü tuzak daha sürdü piyasaya: Muta Nikahı! >

"Şia kaynaklarına göre bir muta şu kadar derece, iki muta iki derece demekmiş. Adam dünyayı düzse cennetin en üst mertebesine çıkacağını söylüyor." (Cübbeli Ahmet Hoca)

"Başakşehir'de imam varmış su gibi muta nikahı kıyıyormuş. Onun gibi üç kişi daha duydum. Hızla yayılıyor bu sapkınlık!" (Cübbeli Ahmet Hoca)

Böyle diyor Cübbeli Ahmet hoca. Yine izlediğim ve "dizilerde İran tehlikesi" konulu bir videoda her Allah lafzı geçtiğinde oyuncuların sürekli yukarıya baktıkları, başlarını ve gözlerini her seferinde yukarıya diktikleri görülüyor. Yani subliminal mesajlarla Allah yukarıda, gök yüzünde mesajı veriliyor.

 

Oysa Allah'ın bir mekanı yoktur, "O" mekandan münezzehtir.

 

"Gökyüzü sonradan yaratıldı, Allah bu "tavan" yaratılmazdan önce neredeydi o halde" diyor Cübbeli hoca, haklı olarak!

 

"Kabeye Allah'ın evi deniyor. Allah -haşa- orada mı oturmuş oluyor yani" diye soruyor! 

Kaynağı saf ve ilahi demek olan dine içtihat vb. adlar altında beşeri görüşler girdiğinde ortaya çıkan vahim tablolardan birisi ile daha karşı karşıyayız: Muta nikahı!

Rüşvete eşantiyon, faize kar payı, ücret mukabilinde fuhuş yapmaya da muta demekle yani kavramları değiştirmekle yeni bir algı inşa ediliyor...

 

Ücretini verdiniz mi, bir de sakallı cübbeli birisi dua etti mi işlem tamam, haram bir anda helale dönüşüveriyor! Para her şey bunlara göre. Zengine kıyak çekmek bu olsa gerek. Fakir ise nefsiyle savaşta oruç tutsun!

Din adamı o kadar muteberdir ki o dua ederse zina sizin için helal bir nikah akdi olur deme sapıklığının adıdır; muta nikahı! Dinde yeni bir ruhban sınıfı yaratmanın ve onun kerameti kendinden menkul tahtını kutsal kılmanın aracı!

İşleyeceksen bile günahı adam gibi işle, dürüstçe işle, kıvırma... Günaha helal deme bari! "İşleyeceksen bile günahı dürüstçe işle" diyor Mevlana...

Son dönemde ciddi bir İran tehlikesi ile karşı karşıyayız. Damarlarımızda dolaştıkları açıkça görülüyor. 

Adam imamın duasıyla 1 saatliğine muta nikahı kıyıyor. Öbürü gidiyor otele, 1 saatliğine parasını verip zinaya giriyor. O da ödüyor parasını! Aradaki fark ne? İkisinde de kadının ücreti veriliyor. Birinde vizit diğerinde başka bir ad altında! Ad, isim, sıfat çok mu önemli? 

Tek fark sakallı cübbeli bir imamın duası... Dua olunca geri kalan her şeyi zina ile tıpatıp aynı olan bir iş helal oluyormuş yani! Sevsinler sizin zekanızı! Ve yesinler sizin itikadınızı!

Siyaseti ve farisiliği dinin bile önünde tutan, siyasi kaygılarla İslamın genelinden ayrı düşen bir İran zihniyetinden başka ne beklenir.

Ulan açıkça zina ederim yine de muta nikahı kıymam. Bari, hiç olmazsa Allah'ı kandırma hilesine ve oyununa tevessül etmem! Dürüstçe huzuruna çıkıp, "Allah'ım affet, nefsime uydum" derim! O'nun haramını helal kılmaya çalışarak O'na şeytanca savaş açmış ve bu aldatmacanın topluma yayılmasına hizmet etmiş olmam hiç olmazsa!

Son dönemde muta hızla yayılıyor ve ilgili hiç kimsenin gıkı bile çıkmıyor. Aslı varsa (emin değilim henüz, sadece bir duyum) Şia mezhebi 5. hak mezhep olarak okul kitaplarındaki yerini de almış!

 

"Şayet bu doğru ise" sözkonusu mezhebin helal dediği muta'nın İslami ve helal bir metot olduğu ülkemizde -hem de yetkililerce- üstü kapalı olarak teyit edilmiş de oluyor! Şia hak mezhep ise haliyle muta da hak bir nikah türü olarak onay almış oluyor. Muta popülaritesindeki artışta bunun da ciddi bir rolü olsa gerek! Malum, her şeyin başı eğitim!

 

Kanaatimce muta gidişatı şuan için çok açığa vurulmuyor. Şimdilik süreç sessiz ve derinden götürülüyor gibi. Böylece meselenin usul usul kabullenilmesi, içselleştirilerek olası tepki potansiyelinin köreltilmesi sağlanıyor diye tahmin ediyorum! Allah'tan değil; tahminim kadınlarımızın hışmından çekiniliyor olsa gerek! 

Velhasılı kelam son dönemde ülkemizde ilginç işler oluyor, adeta damarlarımızda dolaşan kan değiştiriliyor, haberimiz yok!

DÜŞÜNCE ADALETİ SUYUN BAŞIDIR

Dini kesimde adalet denilince akla daha çok yöneticiler gelir. Yönetme pozisyonunda olmayanların adalet meselesiyle fazla ilgisi yokmuş gibi bir düşünce hakimdir.

Hayatın önemli dönemeçlerindeki duruşumuz kiminin adını tarihe altın harflerle yazdırır kimini de kömür karası bir zift olarak belleklerde hep nefretle andırır!

 

Gerçekliğin ömrü çok kısadır. Uzun süre yaşayacak olan yapıp edilenlerin zihinlerdeki tortusu yani anılardır.

 

Yarın ya elmas alaşımlı bir anı olarak hayırla yad edileceğiz ya da belleklerde süfli çıkarı için susan bir ödlekti diye anımsanacağız!

 

Hakkı, adaleti, doğruyu ve gerçeği ait olduğu meşrebe, görüşe, anlayışa ve yapıya göre eğip bükmekten çekinmeyenden daha zalim kim vardır!

 

"Şu şu konuda haklısın. Ama şu ve şu konuda haddi aşıyorsun! Bu konuda seni tasvip etmiyorum, bilakis kınıyorum" diyebilecek cengaverler Uhud'dan dönen ensarlar kadar mübarektir!

 

"Cihadın en büyüğü bir zalimin karşısına geçip de sen zalimsin diye haykırabilmektir" (Hz. Ali)

 

Bir insan sürekli bir tarafı haklı çıkaracak bilgi, yazı, görüş paylaşıyorsa adil değildir. Adil olmayanın sözlerinin ise gerçekte bir kıymeti yoktur!

 

Her taraf yanlı düşünen, yanlı konuşan, yanlı tavır alan, yanlı hareket eden yığınla kişiyle dolu! Düşünceler şartlanmış, bu şartlanma vicdanları esir almış!

 

Düşüncede adil olmayan samimi değildir. Samimi olmayan gerçekçi olamaz! Gerçekçi olmayanın yazıları, söz ve görüşleri değersizdir, kıymetsizdir, hükümsüzdür!

 

"Şu konuda şu noktada haklıyız! Bu konuda hata ediliyor" odaklı yaklaşamayan, toptan savunan yahut topluca reddeden bir anlayış düşüncede adil değildir. Düşüncede adil olmamak düşüncede zalim olmak demektir.

 

Sözkonusu insan ise düşünce suyun başıdır.

 

En büyük adalet düşüncede adalettir. Düşüncede adaleti yitiren önce erdemini, sonra vicdanını daha sonra da insafını ve insanlığını yitirir.

 

Düşüncede adil olamayan hiç bir şeyde adil olamaz. Çünkü hiç bir şeyin bir diğer yüzü olan her şey insan zihninin ve düşüncesinin bir ürünüdür.

 

Düşüncede bir kesime yüzde yüz taraf olmak gerçekleri değil; sadece görülmesi istenilen şeyleri gösteren bozuk bir pusuladır.

 

Toptancı savunma toptancı karşı refleksler oluşturur. Bu hengamede karambole gidecek olan araya sıkışmış olan haklar ve gerçeklerdir. Sürekli gerçeklere kıymak ve onların karambole gitmesine yol açmak ruhun insanlıkla kurduğu sıcak duygusal bağı koparır. 

 

Hakka, doğruya ve gerçeğe kıyarak düşüncede adaleti gözetmeyenlerde zamanla vicdansız, merhametsiz, öfkeli ve kin dolu bir yapı gelişir!

 

Vicdan baştan herkese verilir. Düşüncede adil kalabilen onu besler, düşüncede adaleti yitiren ise onun en fıtri kodlarını ifsat eder.

 

Zulüm sadece bir organın üzerinde sigara söndürmek değildir. Zulüm sadece kimyasal bomba kullanmak demek de değildir. Esas zulüm bakış açısıyla, düşünce ve yaklaşım şekliyle kendisini açığa vurur! Esas zulüm yanlı düşünce kalıpları ile hareket ederek önce gerçekleri sonra da -ona bağlı olarak- milyonlarca insanın ruhunu zehirlemektir.

 

Günümüzde yazı, bilgi ve görüşleri için kimse kimseye inanmaz, kimse kimseyi ikna edemez kolay kolay. Sadece herkes kendi seyircisine oynar.

 

Çünkü tüm bilinç altlarımız samimi yani düşüncede adil kalabilmiş insan sayısının artık yok denecek kadar az olduğu gerçeğini kaydetmiştir.

 

Bu yüzden günümüzde hiç bir yazı, görüş ve bilgi gerçeği objektif olarak açığa çıkarmaz, kişileri düşünce ve yaklaşımları konusunda ikna etmeye yetmez. Sadece ve sadece şartlı beyinlerin ilgili görüşlerini kemikleştirir, şartlanmaları pekiştirir.

 

(Not: Bu yazı ilgili twıtlerimin derlenmesiyle oluşturulmuştur. O yüzden cümle arası geçişlerde düşünce ve ifade kopuklukları olabilir) 

YA HEP SUS YA HEP ADİL KONUŞ: ADAMINA GÖRE YA DA MISIR GÜDÜMLÜ VİCDAN

Bazı din alimleri başlamış Mısır için dünya nerede diye seslenmeye.

 

MaşaAllah!

 

Vicdana bakın hele!

 

Adamına göre vicdan dedikleri bu olsa gerek!

 

İnsana göre vicdan, ülkeye göre merhamet, devre / zamana göre refleks! 

 

Onlara (adettendir diyerek genelini tenzih ediyorum) sormak lazım asıl:

 

Dünya hep durduğu yerde. Sizin bizzat kendi ülkenizde 3 aydır yer yerinden oynuyor; siz neredesiniz asıl? 

 

Kaç doğru ve gerçek darağacında sallandırıldı, haberiniz var mı?

Kaç hak asıldı?

Kaç hukuk idam edildi?

Kaç masumiyet manen yığıldı yere, boynuna geçirilen yağlı urgan ipiyle birlikte?

 

Hak, hukuk, vicdan, adalet kelleleri kelle değil midir yoksa? 

 

Sizin tek mesuliyetiniz Mısır mıdır?

 

Vicdanlarınız Mısır'a mı güdümlü yoksa? Mısır güdümlü vicdan mı yani?

 

Bir Mısır'lı Esma'da göründünüz, sonra kayboldunuz! Yine ortaya çıktınız; yine dava Mısır davası! 

 

Hayırdır?

 

Mısır ne iş? 

 

Heyhaaaat... 

 

Din tefsire ve fıkha yani bilinen hükümlerden bilinmeyen manalar çıkarmaya yani Allah adına hüküm ihdas etmeye indirgenmiş. Beşeri görüşler din olmuş! Oysa din kaynağı ilahi olan bir sistem demektir. Kaynağı ilahi olan bir sistemde hükmü sadece Allah vaaz edebilir!

 

Bu ayetten şu 4 mana çıkıyor! 

 

1., 2. 3., 4...

 

Ya o 4 mana çıkmıyorsa o ayetten? 

 

Hatta 1 mana bile çıkmıyorsa o ayetten? 

 

İnsan biraz ürperir, titrer yahu... Bu kadar kolay mı bilinenden bilinmeyen manalar çıkarmak? Bu ne cüret?

 

Son dönemde gözümden iki kesim iyice düştü: Özgür bilim ve düşünce yeri denilen üniversiteler / akademisyenler ve din alimleri ile hocalar! 

 

Bu hallerini görmeyip hala bize din - iman dersi, ayet - hadis bilgisi vermeye kalktıklarını gördükçe ilmim ve imanım değil; içine girmiş bulunduğum soğukluğum ve öfkem artıyor sadece!

 

Onca yalana ve yanlışa susup sadece "kaset sızdırmak dinen günahtır" diye ortaya çıkan, akabinde yine arazi olan diyanetin bundan sonra benim yanımda hiç bir otoritesi yoktur artık.

 

Allah'a samimi imanım olmasaydı ateist olmayı bile düşünebileceğim bir süreçte hatırı sayılır payı olanların bana din / iman dersi vermesine değil; susmalarına ihtiyacım var sadece. Hep sustunuz bari şimdi de susun da sizi hala molla bileyim! Susup ağır olana molla derler malum, bu topraklarda...

 

Ha bu arada unutmadan:

 

Biri gelip de size din iman dersi vermeye kalktığında bakara makara meselesinde ne yaptın diye sorun. Sonra da güle güle diyerek el sallayın!

SİZİN ZULMÜNÜZ HANGİSİ?

Hukuken yanlış olan iş ve işlemler kabahat ve suç diye ikiye ayrılır. Kabahat suça göre daha hafif olan yanlış işleri tanımlar. Suç ise daha büyük bir kabahattir. Daha doğrusu kabahat kavramıyla izah edilemeyecek derecede önemli bir ihlal yahut yanlış demektir.

 

Aynı şekilde dinen de yanlış iş ve eylemler vardır. Bunlara günah denilir. İçki içmek, gıybet etmek gibi. Bunlar dinde günah kategorisine girer. 

 

Bir de vebal yahut zulüm denilen suçlar vardır ki bunların manevi sorumluluğu ve üzerimizdeki ağırlığı / mesuliyeti günahtan çok daha ağırdır. 

 

Haksızlık ve adaletsizlik bu türden yanlışlardandır. Zulüm sadece işkence yapmak demek değildir. Bazı kavramları belli bir alanda kullana kullana anlam daralmasına sebep oluyoruz. Bu nedenle son dönemde zulüm kelimesi sadece işkence türünden bir kısım acı çektirme eylemleriyle sınırlı algılanır hale gelmiş durumdadır. Oysa zulmün yüz çeşidi mevcuttur.

 

Tüm zulümlerin ortak noktası haksızlık ve adaletsizlik içeren eylemler olmasıdır. Yani haksızlık ve adaletsizlik içeren her girişim, iş ve eylem zulümdür. Adalet içermeyen her konuşma, hakkaniyet barındırmayan her düşünce, adil olmayan her tavır, tutum ve yaklaşım bir biçimde zulüm demektir. Bu bağlamda meseleye bakıldığında toplumlarda bir şekilde zulmün içine bulaşmamış kimse yok denecek kadar azdır.

 

"Zulüm en ileri haksızlık, en yaman adaletsizlik türüdür"

 

Her günah zulüm değildir lakin her zulüm aynı zamanda en büyük günahlardandır. Zulüm günahtan farklıdır. Günah sadece manevi bir yaptırım sorumluluğu yükler. Bunun karşılığı ahrette sorulur. Tövbe vs edilirse umulur ki bunlar af da olunabilir. Zulüm böyle değildir. Zulüm kul hakkı kapsamına girer; sahibi bağışlamadığı takdirde ahrette bağışlanabilme olasılığı yoktur. Bunu Allah söyler. "Bir hakkı ancak hak sahibi bağışlayabilir" der. 

 

Diğer yandan zulmün bir yönü ahrete diğer yönü dünyaya bakar. Zulüm Allah'ın dünyada da gazabını çeken, büyük ölçüde karşılığı daha dünyada iken de verilen çetin bir haksızlık türüdür. 

 

Kimler nasıl zulmeder?

 

Sıklıkla kayınvalideler gelinlerine, zaman zaman da gelinleri yaşlı kayınvalidelerine zulmeder

 

Eşler karılarına, kadınlar kocalarına zulmeder

 

Amirler memurlara, memurlar vatandaşlara zulmeder

 

Trafikte şoförler yayalara zulmeder

 

Anne çocuğuna, çocuk büyüyünce anne - babasına zulmeder

 

Din adamı layıkıyla temsil edemediği için dine, dindar hakkını vermeyerek temsiline soyunduğu dine zulmeder

 

Yöneticiler halka, halk toplumun diğer kesimlerine zulmeder

 

İsraf eden suya, ihtiyaç değilken ikinci bir ev alan fakirin hakkına zulmeder.  

 

Komşu komşuya, hısım akrabaya, eş dosta, dost sırdaşa zulmeder.

 

Doktor hastasına, öğrenci öğretmenine, esnaf fahiş karla müşterisine zulmeder.

 

Yüzü soğuk hemşire şefkat duygusuna, selam almayan yolcu insanlık duygusuna,  saygısız konuşma aradaki sevgi bağına zulmeder.

 

Alacaklı sıkıştırarak borçluya, borçlu üzerine yatarak alacaklıya zulmeder. 

 

Üniversitede sevgilisiyle 3  yıl boyunca çıkıp sonra ailemi ikna edemedim diyen uyanık şarlatan güven duygusuna, 

Taş kalpli ve asabi hacı hacılık algısına,

Komşusu açken tok yatan müslüman müslüman algısına zulmeder. 

 

Dahası;

 

Emanete hıyanet zulümdür.

Verilen sözde durmamak hak ihlalidir yani zulümdür.

Dedikodu yapmak, kalp kırmak, hatta incitmek, rencide etmek, laf sokmak, lakap takmak zulümdür.

 

Zulüm sadece bir masumun tenine sigara basmak yahut çoluk çocuğun tepesine kimyasal gaz bombası atmak demek değildir. Bu, zulüm türlerinden sadece birisidir. Yüz çeşit zulüm, bin çeşit zalim vardır şu dünyada! Zalim deyince sadece Esed'i, Saddam Hüseyini ve benzeri üç beş kişiyi anlamak bizim algı eksikliğimiz ve yaklaşım kabahatimizdir. 

 

Velhasıl zulmün yüz çeşidi, zalimin bin bir türlüsü vardır. Şu hayatta zulüm işlemeyen, bu sebeple vebal yüklenmeyen çok az kişi vardır. İnsanların varlık içinde çektiği yokluğun, refah içindeki hayret uyandıran tuhaf sefaletin bir diğer nedeni de budur aslında!

 

"Vebal alan yani zulmeden iflah olmaz"

 

Bunun bazen psikolojik bazen sosyal bazen ekonomik bazen fiziksel ama mutlaka sonuçları olur.

 

Bu o kadar kesin bir metafizik olgudur ki vebal yüklenmekten, bir diğer adı olan ah almaktan inanan inanmayan her kesim korkar. Bu arada ah almak demek birisinin sözle "ah" demesi demek değildir. Zulmedilenin ahını almak için bu kişilerin sesli olarak "ah" demesine de "ahımı al" demesine de gerek yoktur. Yaptıysan zaten almışsındır. Bu arada vebal yüklenmek için illa ki beddua edilmesine de gerek yoktur. Mazlumun gördüğü zulüm lisanı halle edilmiş en güçlü bedduadır zaten.

 

Vebal yükleyen her beddua sineleri titretir bu yüzden! Ancak zulüm işlemek öyle değildir. Kimse yaptığı zulüm sebebiyle titremez. Çünkü çoğu kişi yapıp ettiklerinni zulüm olduğunu, bu kapsama girdiğini bilmez, böyle düşünmez.

 

"Zulüm çok büyük, taşınması imkansız bir vebaldir"

 

Yapılan zulmün (alınan vebalin) bir biçimde ödendiği, kişiden çıkmasa bile çoluk çocuktan ama mutlaka çıktığı gerçeği asırlar boyunca defalarca şahit olunmuş, inanan inanmayan her kesim tarafından tespit edilmiş, adeta bilimsel bir gerçekmiş gibi kabul edilmiş durumdadır.

 

Öyleyse bir mevcut durumuna bir de bugüne değin yapıp ettiğin ama zulüm kategorisine sokmadığın yalan, yanlış, zulüm ve veballerine tek tek bak; kendini iyice bir yokla!

 

Sonra da ister titre istersen ürper ama mutlaka kendine dön... 

 

Şu siklet o yükü çeker belki ama bu bünye bu yükü çekmez çünkü!

ALLAH'IN İSTEDİĞİ TEBLİĞ Mİ TELKİN Mİ

Değerli olan her şey mahremdir. Özel hayat, aile ilişkileri, sırlar... Din de çok önemlidir; öyleyse mahrem kalmalıdır. Din ve dindarlık bu denli alenileşmemeli, bu kadar fazla öne çıkmamalı, bu denli kanıksamaya yol açmamalı, bu denli duyarsızlaşmaya uğratılmamalıdır.

 

Her şey yerinde ağırdır. Din kutsal haliyle ağır olduğu saygın yerinde durmalı, arayan, hak eden gidip onu oradan bulmalıdır. Öyle olunca bunun bir kıymeti vardır. Çünkü din hak edenlerin hakkıdır. Din pazarda çarşıda her saniye insanın karşısına çıkan ucuz bir mala dönüştürülmemelidir.

Değerli olan hiç bir şey insanın ayağına bu denli gitmez. Değerli olanın müşterisi ayağına hem de Bağdat'tan gelir. Değerli olan tüm saygınlığıyla, bütün heybetiyle yerinde durmalıdır. Gerçekten ihtiyacını duyan, bunu hisseden, buna talip olan samimiyet ücretiyle gitmeli ve onu oradan almalıdır.

İsteyene istemeyene, talep edene etmeyene sürekli din pazarlamaya çalışan ileti ve paylaşımlar samimiyeti yok ediyor. Din algısını ayağa düşürüyor. Tepkilere, olumsuz reflekslere, inatla uzak duruşlara ve kaçışlara yol açıyor. Çünkü talep yokken ısrarla yapılan teklif bunlara yol açar. Zoraki yedirilen her yemek kusturur. Ve yemeğe karşı nahoş duygular meydana getirir.

Din talep edilene sunulmalıdır. Peygamberimiz de böyle yapmıştır. Bilmeye bildirmiş, duymayana bir kez duyurmuş, sonrasını onların talebine ve tercihine havale etmiştir. Mekke yahut Şam yoluna oturmuş, sabahtan akşama dek gelip geçen her Kervan'a din, ayet, hadis anlatmamıştır. Bu konuda psikolojik bir baskıya ve manevi bir zorlamaya tevessül etmemiştir. Çünkü bu ihlaıs yok eder, Allah rızası için seçim ve iş yapma sürecini ifsat eder. Münafık bir yapı inşa eder. Allah'ın isteği insanlar bana yönelsinler de nasıl yönelirlerse yönelsinler değildir. Allah halis bir niyetle ve saf kendi rızası için yapılan işleri kabul edeceğini beyan etmektedir.

Din bir tercih ve kişisel yaşantı meselesidir. Bu denli alenileşmemelidir. Dikkat edilirse din facebookta ve twıtırda vs alenileştikçe samimiyetsiz dindarlıklar artıyor. Bu tutum dini mahrem evinden çıkararak alenileştirme çabası saf, samimi, ihlaslı olması gereken dindarlığın genetiğini bozuyor. 

Yirmi dört saat dini içerikli ileti paylaşmayı cihat zanneden ucuz mücahitler türedi. Bir haksızlık ve zulüm gördü mü arazi olan, bu süreç geçer geçmez piyasaya çıkıp millete din - iman dersi veren, nefsinin her fısıldadığını dini gerçek sanan bir kesim türedi.

Dindarlık algısı basitleşiyor, dini değerler ayağa düşüyor; birilerinin yaşamı sadece dini propagandaya indirgeyen ucuz ve sığ algıları nedeniyle.

Propaganda niyetleri ve iradeleri baskı altına alır, ifsat eder. Şartlanma ve alışkanlık doğurur, samimiyeti bozar! Alışkanlık arttıkça şuur azalır. Oysa din şuur ister, şuurlu işleri, işlerin şuurlu yapılmasını hedefler. Bir makine gibi şartlanma ve alışma nedeniyle yapılan otomatik işleri önemsemez o!

Propaganda üç kişiyi şartlayarak beri çekerken beş kişiyi daha fazla uzağa iter. O yüzden dinde teklif vardır; telkin yoktur. Teklif haberdar eder, düşünmeye, özgür iradeye bağlı bir seçim için fırsat sunar. Telkin ise zihni baskı altına alır, zorunlu yönelişlere yol açar, riyakarıkları besler. İçi boş, bütünle olan bağını koparmış, ibadete vs. indirgenmiş tuhaf dindarlıklar üretir. Bakın çevrenize; ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız!

Facebook vs ortak yaşam alanımızdır. Bir nevi sokaktır, mahalledir. Burada her kesimden, her görüşten insan yaşar. Burada onların gözünün içine parmak sokar gibi şeyler yapmak kul hakkıdır. Onları rızaları olmadan bombardımana tutmak ve rahatsız etmektir en basitiyle. Kul hakkı müslümanın hakkı demek değildir, insanın hakkı demektir. 

Gazali amel zayıfladıkça söz ön plana geçer der. Herkes ameliyle uğraşmalı, sözü bu denli öne çıkarmamalıdır.  

Sosyal platformlar hepimizin oortak yaşam sahasıdır. Burada ortak olan dürüstlük, saygı, hoşgörü gibi evrensel değerler ön planda tutulmalıdır. Din herkesin özel, mahrem alanıdır. Dinde gösterişe müsaade edilmemiştir. Ulu orta sergilenen dini paylaşımlar gösterişe yol açar. Hiç bir kimse yirmi dört saat ateizm propagandası yapmazken birilerinin sürekli dindarlık telkini yapması sosyal hayatın kuşatıcı ve her kesimi bağrında barındırıcı iç dengesiyle ve yapısıyla uygun düşmez. Bu adil de değildir. "Senin dinin sana benim dinim bana" demeyi öğütleyen bir dinin hedefi mesajı bir kez duyurmak, sonra da saygı duymak, kişilerin tercihine bırakmaktır. Hidayet Allah'tandır. Sürekli telkin sadece tebliğ etmeyecek, hidayeti de biz sağlayacağız demenin, Allah'tan (haşa) rol çalmaya çalışmanın üstü kapalı ifadesidir ayrıca.

Sık sık yapılan her şey telkindir. Dinde telkin yoktur, tebliğ vardır. Tebliğ duymayana duyurmak demektir. Ona isteği olup olmamasına bakmaksızın yirmi dört saat ayet hadis öğretmek için çırpınmak demek değildir. Telkin dinde zorlama yoktur ayetine muhalif hareket etmek yani zorlamak demektir. Zihinleri zorlamaktır bu. En ağır zorlama türü zihinleri baskı altına alarak zorlamaktır. Her zorlama samimiyetsiz yönelişler doğurur; riyakar dindarlık anlayışları inşa eder.

İçimizden geleni yapmayı dini bir gerçeklik sanan, nefsinin fısıldadıklarını kutsal doğrular zanneden, bu arada en temel dini hükümlerle ve ilkelerle bile çelişen ama bu umurunda olmayan, tebliğ değil telkin eden, böylece şartlandıran, dini ayağa düşüren, soğutan, iten, uzaklaştıran, samimiyetsiz yönelişler oluşturan ve riyakar dindarlık anlayışları türeten, velhasıl dinin de dindarlığın da kodlarını bozan, kuşluk vakti namazını kaçırmayan lakin yanında adam doğrasalar selamün aleykum deyip geçen garip, tuhaf, ilginç, çelişkilerle uyum sağlamış hormonlu yapılar oluşturan vahim bir hatanın içinde yüzüyoruz; haberimiz yok.

HADİSLER KUTSAL METİNLER MİDİR

Peygamberimiz son hutbesinde, "Size iki şey bırakıyorum" dedi. Bu Kur'an ve sünnetti. 

 

Kur'an ve onun hayata aktarılmış hali demek olan sünnet... Hadis yok aralarında, dikkat edin.

 

Sünnet Kur'anın pratiğe aktarılmış halidir yani yaşama dönüşmüş, parite aktarılmış Kur'andır. Bence sünnet Kur'anın canlı tefsiridir.

 

Hadis ise peygamberimize izafe edilen ve kuşaktan kuşağa aktarılarak gelen, ister istemez değişime ve dönüşüme uğramış bulunan sözlerdir. Hadislerin güvenilir olup olmadıkları hususunda belli incelemeler yapılmış, belli tasniflere gidilmiştir. Ancak yine de sahih denilen bir hadisin yüzde yüz sahih olduğunu bilebilmenin yüzde yüz mümkün olmadığını düşünüyorum.

 

Peygamberimize Allah'tan bir kitap geldi. Adı: Kur'an-ı Kerim. Peygamberimize de "elçi" denildi. Yani gelen mesajı muhataba direkt aktaran kişi manasında! 

 

Elçi ekleme yapamaz, elçi eksiltemez. Elçi kendisinden bir şey katamaz! Elçinin elindeki metnin dışında söyledikleri padişahı bağlamaz! Elçi sadece kendisine verileni aktarır. Elçi aldığı mesajı aktarır sadece. Onun dışında söyledikleri kendisini bağlar; padişahı değil!

 

Allah peygamberimize elçimiz ve kulumuz sıfatı vermiştir sadece. Elçi... Bu noktada iyi düşünmek lazımdır. Peygamberimiz elçidir yani Allah'tan aldığını kullara direkt olarak aktaran kişidir.

 

Aldığı şey Kur'andır. Aktardığı da... Hadisler elçiye verilmiş mesajlar mıdır? Öyle olsaydı onların da ayetler gibi (kelimesi kelimesine, harfi harfine) korunmuş olması ve en ufak bir çelişki ve değişiklik barındırmadan bugüne dek gelmiş olması gerekmez miydi? Oysa aynı hadis Buhari'de farklı ifadelerle diğer sahih bir kaynakta daha başka ifade ve cümlelerle geçebiliyor!

 

Öyle hadisler vardır ki:

 

Mesela sabah namazı kılanın rızkı artar denilir... Sabah namazı kıldığı halde rızkı bir kuruş artmayan insan yok mudur hiç? Benim tanıdığım bir sürü kişi var!

 

Sadaka verenin ömrü uzar denilir yine... Sürekli sadaka verdiği halde ömrü kısa sürmüş insan yok mudur hiç? Zibil gibi hem de...

 

Böyle onlarca sıkıntılı hadis vardır. Sahih denilen eserlerde geçtiği halde üstelik. Hadisi dinin temel referansı ve kaynağı yaptığınızda beyinlerde oluşacak olan çelişkileri, bunun ruhlarda yol açacağı çatışmaları, tüm bunların maneviyata ve yaşantıya olan negatif yansımalarını önleyemezsiniz. Nitekim kitlelerin din konusunda geldiği nokta ortadadır.

 

Herhangi bir toplumda Allah'a inanmayan insan sayısı yok denecek kadar az olduğu halde insanların çoğunun yine de dine uzak ve lakayt durmasında bu tür çelişkilerin ve yol açtığı imani sıkıntıların hatırı sayılır bir rolü vardır. Dinde sorun yoktur, geleneksel din algımızda ve pratiğimizde ciddi sorunlar vardır. Birilerinin din ve hadis algısı mutlak ilahi doğrularmış gibi kabul görmüş ve ortaya böylesi sonuçlar çıkmıştır.

 

Hadisin elbette ki bir değeri olmalıdır. Bugün Mevlana'nın sözlerinin hatta nice sıradan insanın son derece beşeri sözlerinin bile bizim için değeri vardır. Okuruz, anlam çıkarırız, hatta içeriğindeki mesajları hayatımıza tatbik ederiz.

 

Peygamberimize, velev ki öyle olmasa bile, en azından sahabe vb. büyük insanlara ait olan sözlerin bizim için nasıl bir değeri olmaz! Kuşkusuz ki bir değeri vardır, olmalıdır da. 

 

Lakin bunlar kanaatimce dinin birer köşe ve yapı taşı, dinin kaynağı olan buyruklar olarak değer görmemelidir. Din kaynağı saf ve ilahi olan emirler - yasaklar - kurallar bütünü demektir. Kaynağı saf ve içeriği yüzde yüz ilahi olan mesaj sadece ayetlerdir. Hadisler peygamberimizin kul sıfatıyla verdiği mesajlar olarak bir değer taşımalı, bu bakımdan felsefi birer nasihat ve öğüt olarak kıymet görmelidir. Bunlar dinin temel referansları olduğunda yukarıda bahsettiğim türden sakıncalara yol açabilmektedir.

 

Peygamberimiz hem elçiydi hem de kul. Allah'ın kendisine verdiği iki sıfat buydu!

 

Kanaatimce;

 

Kur'an; peygamberimizin elçi sıfatının tezahürüdür.

 

Hadisler de kul sıfatının yansıması olan hikmetli sözlerdir.

 

Allah Kur'anda hiç bir şeyi eksik bırakmadığını, her şeyi tamamladığını buyuruyor.

 

Yani dinle ilgili, din mevzusunda gerekli olan her şey kitapta ve onun pratiğe aktarılmış hali olan sünnette var deniliyor... Hadisleri dini kaynak olarak ele aldığımızda Kur'anda her şeyin tamamlanmadığı, bazı şeylerin eksik bırakıldığı sonucu çıkıyor ayrıca! 

 

Allah peygamberimize elçisin demekle sen dini hüküm tesis edemezsin, sadece bizim yolladığımızı aktaran bir memursun demiş de oluyor. Elçi sadece aktarandır. Elçiye yollanan ise Kur'andır; hadis değildir!

 

Allah peygamberimize, "Biz ona kitabı indirdik" diyor. Başka indirilen bir şey yok yani! İndirilen başka bir şey yok ise geri kalan sözler vs. nasıl ilahi birer buyruk olabiliyor? Allah'tan indirilmemiş şeyler nasıl ilahi olabilir?

Elçi sıfatı ile birbakıma, "Sen sadece aktarırsın, ekleyip çıkaramazsın" denilmiş olan peygamberimizin sözleri bu durumda nasıl birer dini hüküm olabiliyor? Bu böyle algılanmadığında, her çelişkili hadise uyduruk hadis diye diye insanlarda dine ait gibi algıladıkları şeyleri şüpheyle görme, yok sayma, inkar etme cesareti ve alışkanlığı gelişiyor ve bu süreç sonunda en gerçek şeyleri dahi inkara kadar varabiliyor. Bu dinin ve en temel doğrularının bile tartışmaya açılmasına yol açıyor. Bunlar sahih değilmiş, acaba daha böyle kaç husus var algısı inşa ediyor, şek ve şüphe sokuyor kalplere. Yani bu dediğim noktayı bu şekilde kabul etmemek böylesine sakat bir süreç ve son derece riskli bir gidişat başlatıyor.

 

Hadislerin peygamberimize ait olduğu iddia edilen birer söz olması dolayısı ile öğüt, nasihat, tavsiye anlamında kuşkusuz ki ciddi bir önemi vardır. Lakin nereden bakılırsa bakılsın, ister elçi sıfatı ve elçiye de sadece Kur'anın yollanmış olması bağlamında isterse veda hutbesinde size iki şey bırakıyorum denilirken burada hadisin yer almaması açısından bakılsın; bu sonuç çıkıyor ortaya. Geleneksel din algımız ve kemikleşmiş din pratiğimiz bu gerçekleri böyle görmemize henüz izin vermiyor tabi.

 

Önce kadınlar cumaya gidemez deyip şimdilerde gidebilirler, hatta gitmeliler noktasına gelen,

 

Önce meal olmaz deyip şimdi mealsiz olmaz noktasına gelen geleneksel din algısı zaman gelecek bu gerçeği de bu şekilde kabul ve itiraf edecek diye düşünüyorum. Ama şimdi değil, zamanı gelince!

 

SONUÇ

 

Düşünün, akledin diyor Allah. "Atalarının dinine uyanlar" diyor. "Ya ataları yanlış yolda iseler, hala mı..." diyor. Din ayrı din algısı ayrı. Öyle hatalı din algıları var ki. Bu düşüncelerim ve tespitlerim ilahi dine aykırı değildir; hatalı din algısına aykırıdır sadece. Ancak çoğumuz din sahasında hiç yanlış yok, eskiden günümüze gelen her şeyi doğru sanıyoruz.  Tıpkı peygamberimiz devrinde beyaz renk makbulken Emevi devrinde siyahın seçilmesi ve günümüz müslümanlarının dine göre en makbul renk olarak (oysa dinin renklerle sorunu yoktur) hala siyahın görülmesi ve takva olarak siyah rengin tercih edilmesi gibi!

 

Tekrar ediyorum: Gerçek ayrıdır, algı ayrıdır. Dinin kendisinde bir sorun yoktur; din algımız ise yığınla sorunla doludur. İnsanların hayatını etkileyen ve dini yaşamlarına yön veren ise dinin bizatihi kendisi değildir; din algılarıdır. Yani dinden anladıklarıdır. Hatalı olan burasıdır. Hatalı din algısına karşı çıkanlara dine karşı geliyor demek tam bir yalancılıktır, sahtekarlıktır. Çünkü din gerçeği ile mevcut din algısı bire bir örtüşüyormudur ki algıya karşı çıkmak gerçeğin kendisine karşı çıkmak olsun! Hatalı algılarını korumak isteyenler hatalı algılara karşı çıkanları ilahi olguya karşı çıkıyormuş gibi lanse ederler. Oysa olgu farklıdır, algı farklıdır. Birbirinden çok uzağa savrulmuş bulunan ilahi din gerçeği ile mevcut din algısını gerçeğin zemininde buluşturmak, bu ikisini birebir örtüşür hale getirmek herkesin en temel görevlerindendir. 

 

(Ameller niyetlere göredir. Bu yazı iyiniyetli bazı görüşleri içerir. Yazılanlar kesinlikle doğrudur gibi bir iddia içermez. Şüphesiz ki her meselenin en doğrusunu Allah bilir!)

YÜZDE DOKSANI İNSANİ OLACAK OLAN BİR SİSTEM NASIL İSLAMİ OLABİLİR

Facebookta bir ileti dolaşıyor.

 

"Şeriat Kur'anda "Allah'ın hükümleri" yani Kur'an-ı Kerim demektir. Öyleyse "şeriat istemiyoruz" diyenler Allah'ın hükümlerini istemiyoruz demiş, dolayısı ile de günaha girmiş hatta dinden çıkmış oluyor. Böylece ebedi cehennemi kazanıyor" deniliyor, ikazda bulunuluyor.

Şeriatın Kur'andaki anlamı Allah'ın hükümleri yani Kur'an demektir tamam, doğrudur. Peki bazıları bu kelimeyi Allah'ın hükümleri yani Kur'anın kendisi manasında mı kullanıyor?

Hayır!

Allah'ın tüm hükümleri demek olan bu geniş manalı kavramı indirgemeci bir anlayışla ve sadece "İslami" dedikleri, oysa yüzde doksan oranında beşeri görüşleri İslam hukuku diye kabul etmeyi baz alan bir devlet düzeni için kullanıyorlar...

Allah'ın tüm hükümleri (= Kur'an) demek olan şeriatı yıllardır tek bir anlamda, en çok da "bir devlet yönetim şekli" olarak dar bir manada kullanıyorlar.

Bu manada kullanılmasının yol açtığı algıya ve tepkiye gelince de bunu Kur'anın tamamına ve tüm hükümlerine yönelik bir tepki gibi lanse ediyorlar.

Bu durumda "şeriat istemiyoruz" diyenlerin vebali şeriatı Kur'andaki manasıyla değil de tamamen bir devlet düzeniymiş gibi dar ve indirgemeci bir anlamla kullananlarındır. Şeriata sadece "İslami bir yönetim biçimi" anlamı ve çağrışımı yükleyenlerindir.

"Şeriat istemiyoruz" diyenler esasında "Allah'ın hiçbir hükmünü yani Kur'an-ı Kerim'i kabul etmiyoruz" demiyorlar; bizler "İslami" diye bir yönetim şekli olduğuna inanmıyoruz; çünkü Kur'anda böyle bir devlet yönetim modeli yoktur" demiş, bu iddiaya, yani Allah'ın tüm hükümleri demek olan şeriatin sadece bir devlet yönetim modeli şeklindeki yanlış ve maksatlı kullanımına "hayır" demiş oluyorlar.

İslamın bireylerin hayatına yön vermek için değil de sanki (ve tek hedef olarak) "İslami" denilen bir devlet modeli kurmak için gelmiş gibi yapanlara ve böyle bir algı inşa edenlere tavır alıyorlar aslında!

Peki haksızlar mı?

Kur'anda yönetimi hedef alan yani yönetim şekline dair kaç tane ilahi hüküm vardır?

Çok az sayıda olan bazı hükümler öneri midir yoksa katı birer hüküm müdür? Bunlardan hareketle ve, "Geri kalanını siz tamamlayın" denilerek bir devlet modeli üretilmesi mi istenmektedir? Bunlar devlet eliyle tepeden herkese uygulansın diye midir yoksa herkes kendi hayatında uygulasın diye midir?

KUR'ANDA DEVLET YÖNETİMİ İLE İLGİLİ BİR HÜKÜM VAR MIDIR

Kur'anda devlet yönetimini önceleyen ve bu konuda bir model sunan / emir veren çok az sayıda ayet vardır. Bunlar da öneridir, bir devlet modeli bağlamında dile getirilmiş şeyler değildir.

Hal böyleyken en temel Müslümanlık vazifesi "İslami" denilen bir devlet düzeni kurmakmış, bu Kur'anda apaçık emredilmiş ve kıstasları verilmiş gibi yapanlar, böylece şeriati "Kur'anın tüm hükümleri" anlamından koparıp sadece "bir yönetim şekli" anlamı ve algısı yükleyenler büyük bir vebal altındadır diye düşünüyorum.

 

Herkesin malumudur ki bir yönetim şekliyle ilgili her şey Kur'anda yoktur. Bu durumda bir yönetim şekli inşa etmek için gerekli olan ölçü ve kuralların yüzde doksanını insanların beşeri görüşleri oluşturacak demektir. Böyle olduğunda ortaya çıkacak olan sisteme "İslami" demek mümkün olmayacaktır.

 

En az yüzde doksanını (adına içtihat vs. denilse bile) sonuçta beşeri olan görüşlerin oluşturacağı bir sistem İlahi yani İslami değil; olsa olsa insanidir.

 

Evet... 

"İslami" demek "ilahi" yani bir İlaha, daha doğru bir anlatımla Allah'a ait demektir. İnsana ait görüşler yahut sistemler nasıl Allah'a ait olabilir! İnsandan sadır olan her görüş yahut sistem sadece insana aittir. İslam bir dindir. Din ise kaynağı ilahi olan bir sistem demektir. Kaynağı tamamen ilahi değil; büyük ölçüde beşeri olan hiç bir görüş yahut sistem ilahi (dolayısı ile de İslami) değildir.

 

Öyleyse insani bir sisteme "İslami" yani "şeriat" demek şeriata sadece "bir yönetim modeli" algısı yüklemek dışında yapılacak ikinci büyük yanlış demektir.

 

İslam tek tek insanların hayatına yönelmiş, devletleri yahut sosyal yapıları değil, tek tek fertleri hedef almış bir mesajlar sistemidir. Hal böyleyken meseleyi büyük ölçüde toplum ve yönetim merkezli ele alanların iki konuyu "gereğinden çok fazla" öne çıkardıklarını ve bunun altında da dünyevi nitelikli daha başka maksatların yattığını düşünüyorum. Bu iki mevzudan birisi şeriat diğeri de cihattır. Bu iki meselenin bu denli öne çıkarılmasının derininde; çoğunluğu oluşturan her müslüman tabanını hazır bir fırsat olarak kullanıp katı ve sorgulanmayacak nitelikte (haliyle de kalıcı) yönetimler devşirme maksadının yattığını zannediyorum. 

 

Bunlar elbetteki benim şahsi görüşüm ve kişisel algımdır. Kuşkusuz yanılıyor da olabilirim! Sadece farklı bir boyuttan da bakalım diyerek bir pencere açmak istedim. Şüphesiz ki en doğrusunu Allah bilir. 

BANA DUA ET! TAMAM EDERİM SEN DE...

Son dönemde din adına piyasada dolaşan bir anekdot şu:

 

"Allah vermeyi istemeseydi istemeyi vermezdi!" Kulağa her hoş gelen şeyi gerçek zannedip sahipleniyoruz.

 

Yani Allah isteme özelliğini bize verdiğine göre istediğimiz şeyi mutlaka verecek yoksa isteme yetisini bize vermezdi. Mesaj bu!

Bu yaklaşım, Allah içmemizi istemeseydi içkiyi yaratmazdı demek kadar saçma bir şey!

 

Sen Allah'tan versin diye istemezsin sadece, O'nun büyüklüğünü takdis için, yaratıcıya halini arz etme, O'nun büyüklüğünü zikretme yani bir dua ve yakarma adına istersin! İstemenin esas gayesi budur, istediğin şeyi almak değil! O verir ya da vermez. Sana isteme yetisini vermesi her istediğini verecek olmanın bir göstergesi değildir. Allah istedin diye, isteme kudretini ve imkanını verdi diye sana istediklerini vermeye mecbur ve mahkum değildir. Bir arkadaşımın ifadesiyle (haşa) Allah senin emir erin değildir.

 

Bir diğer yanlış mesaj veren anekdot da şu:

 

"Sana o an için vermiyorsa bil ki daha hayırlısını verecektir."

 

Nereden biliyorsun?

 

Hem niye Allah adına (üstelik de bu kadar kesin) hüküm veriyorsun? 

 

Sanki Allah mutlaka vermeye mahkummuş gibi bir mantık içeren bu sakat yaklaşımlar üzerinde düşünmemiz gerekiyor. Bunlar piyasada sık sık arzı endam ederek algılarımızı şekillendiriyor. İnanç oluşturuyor, beklenti inşa ediyor.

 

"Sana Allah o an vermiyorsa bil ki daha hayırlısını verecektir."

 

Hayır...

 

Belki hiç vermeyecektir.

 

-Haşa- Allah sen istedin diye vermeye mecbur mu!

 

Niye illa ki istemeye, vermeye, almaya bu denli hevesliyiz!

 

Belki haketmiyoruz istediğimiz şeyi.

 

Belki verilmesi mahrum kalmaktan daha hayırsız!

 

Yine aynı sorgusuz kabulün bir sonucu olarak piyasaya zerk edilen ve zihinlerimizde arzı endam eden, "Bana dua et" modası da tam gaz devam ediyor. Herkesin ağzında artık bu:

 

"Bana dua et"

 

Muhatapların dilinin kemiği yok zaten! Bugüne dek böylesi bir talep sonrası, "Kusura bakma, edemem" diyeni görmedim hiç.

 

"Tamam" demek en rutin cevap olmuş!

 

"Tamam, ederim!" 

 

Töbe kimse kimseye, bir akşam üstü köşede, yarın tekrar buluşmak üzere ayrılırken sırf laf ola beri gele amacıyla dua et dediği için dua etmiyor!

 

Lakin bu alışkanlık ürünü olan, samimiyetten kaynaklanmayan dua talebi yalana sevk ediyor.

 

Dilleri ve gönülleri yalana alıştırıyor.

 

Samimiyetsiz ruhlar inşa ediyor, gönülleri dönüştürüyor, riyakarlığa hizmet ediyor.

 

Fakat sureti hak kılığında yani dua elbisesiyle karşımıza çıkan bu samimiyetsiz ve riyakar moda hakettiği tepkiyi bir türlü görmüyor.

 

Dua ya!

 

Duaya laf edilir mi hiç! 

 

Heyhat!

 

Adetler ibadet olmuş, ibadetler ise adet! 

KORK ALLAH'TAN KORKMAYANDAN (MI)

Beyinler hatalı algı kirleriyle dolu!

 

Algı temizliği bahar temizliğinden çok daha önemli. Onu yapmaya çabalıyorum. Karınca misali. Hiç olmazsa safımız belli olsun; yoksa gerçekleri yakan ateşin söneceği - möneceği yok!

 

"Kork Allah'tan korkmayandan" denilir mesela. Ne kadar dışlayıcı ve bağnazca bir yaklaşımdır. Allah'tan korkmayan kim varsa hepsini zan altında bırakan, zihinlerde oluşturduğu önyargı ve duvarla halkı birbirine karşı düşman yapan, aramıza kimin ne maksatla soktuğunu bilemediğimiz bir deyim...

 

Japon'a yanlış yaptığında utanma hissini ve harakiri yapmayı Allah inancı mı veriyor? Daha önce ünlü bir siyasetçinin bel altı kaseti çıktı, istifa etti. Demek ki erdemli bir davranış için dindar olmak gerekmiyor! Demek ki erdemin tek kaynağı dini inanç ya da klasik manadaki dindarlık değil! Erdem insan olup olmamakla ilgili bir meziyet, dindar olup olmamakla ilgili değil! Gerçekçi olalım...

 

İnsanları dindar yapmak için alavere dalavere yapmaya gerek yok! Dürüst ol, isterse herkes ateist olsun! Allah yarın sayıya ve adede bakmayacak! Allah sonuca değil sürece, en çok da niyete bakacak!

 

***

Uçkuruna yenik düşmüş birini gördü mü nefretten deliye dönen bir toplum vurgunla zengin olana akıllı adam, işini biliyor bak, kısa yoldan köşeyi dönmüş der. Çünkü birincisi yapmak isteyip de yapamadığı, diğeri ise hala yapmayı düşlediği şeydir.

 

***

İSLAM GÜZEL AHLAKTIR (HADİS-İ ŞERİF)

 

Dindarlık ibadet değil, ahlak meselesidir. 

Ahlak sadece uçkur meselesi değildir, duruş meselesidir. İnsanın değerini olaylar karşısındaki duruşu belirler.

 

***

Sadece tek bir kaynaktan ve tek yanlı girdilerle beslenen bir zihin şartlanmaya ve kalıplaşmış bir bakış açısı geliştirmeye mahkumdur. Bunun bedeli ise ölmüş bir ruh, nasırlaşmış bir vicdan ve nuru sönmüş bir basiret duygusudur!

 

BEYNİNİZİ ÇOK YÖNLÜ VE KARŞIT BİLGİ GİRDİLERİYLE BESLEYİN....

 

***

GÜNDEMDEKİ KONU MALUM...

 

Sadece Samanyolu TV izlerseniz cemaatci, sadece Kanal 7 izlerseniz hükümetçi, sadece ulusal tv izlerseniz ulusalcı olursunuz ancak HAKİKATÇİ olamazsınız!

 

Gerçekler farklı boyutlardan gelen değişik girdilerin aynı zihin içinde çarpışmasıyla açığa çıkar!

HERKES SADECE KENDİ ALANINDA MI KONUŞMALI

Son yazımla ilgili web sitemdeki köşesinde yazı da yazan bir hocamız başta olmak üzere birkaç eleştiri geldi. Gelebilir elbette! Hepimizinki görüş sonunda! Şüphesiz ki çekişip durduklarımız hakkında en doğru hükmü aramızda yarın Allah verecektir. En doğrusunu muhakakk ki  "O" bilir.

 

Sorun görüşler değil; sorun senin görüşün yanlış, benimki doğru şeklindeki hırçın, dayatmacı, agresif ve tahammülsüz tutumdur. Baskılayıcı, dayatıcı, zorlayıcı, korkutup sindirici yaklaşım dilidir. 

 

"Aman ha bu din, rastgele konuşmayın!" Konuşursam ne olur? Günaha girersin! Gireyim, bırak kendi imtihanımı özgürce olayım! Başkasını da etkilersin ama! Başkası da etkilenip etkilenmeme ile olsun kendi imtihanını! İnsanların imtihanına neden bu denli baskı kurmaya çalışıyoruz?

 

İnsanların kafası karışıyor! Oysa karışan kafadan korkulmamalıdır, karışmayan kafadan çekinilmelidir. Çünkü karış(tırıl)mayan bir beynin zamanla dibi tutar! Karışmayan bir kafa uyar daha çok, atalarının dinine! Kafası karışan kamçılanır, arar. Her arayan ise sonunda mutlaka bulur! Halbuki halkın kafası dini direkt kendileri anlamaya çalıştıkları yahut alan dışı kişiler konuştukları için değil; her birisi ayrı telden çalan din alimleri yani hocalar  yüzünden karışmış durumdadır.

 

Bu arada rastgele konuşmanın ölçüsü sizin mesleğinizdir. Psikologsanız siz işinizin dışına çıkmış, rastgele ve kafadan sıkarak konuşuyorsunuz demektir! En büyük delil meslektir. Bu zihniyete göre psikolog sadece hasta ya da danışanla konuşur. Bilmezler ki psikologlar her türlü toplumsal sorunla ve bakış açısı ile, içinde algı, hafıza, düşünce vb. süreçlerinin bulunduğu her iş ve işlevle ilgilenir. İnsana ait hiç bir şey psikoloğun ilgisi dışında değildir. Bakmayın siz çoğu psikoloğun oturduğu yerde sadece hasta ve danışanla uğraşmasına!

 

Özetle bir hoca veya alim değiliz, dinden ne anlarız deniliyor.

Psikolog dinden bahsetmemeli, öğretmen sadece ders anlatmalı, doktor en fazla hasta bakmalı, bu işi sadece hafızlar, şeyhler ve hocalar yapmalı. Mantık bu!

 

Maalesef ki din meslek haline getirildi. Hepimizi ilgilendiren din birilerinin uzmanlık sahası oldu. Halk bu "teknik ve kompleks" işten uzak durup üç - beş hocanın ağzının içine bakmalı anlayışı yaygınlaştı!

 

"Apaçık bir kitap" ve, "Biz onda her şeyi (din için lazım olacak önemdeki şeyleri) açıkladık" denilen Kur'an, hakkında yazılan ciltlerce kitapla ancak anlaşılabilecek, her alimin ayrı bir sonuç çıkardığı (haşa) muğlak bir esere dönüştürüldü. Herkes kendi beşeri algı ve görüşünü mutlak dini bulgu ve doğru zannetti. Oysa herbirisi birer beşeri görüştü, kaynağı ilahi olan din hususunda beşeri olan görüşlerin değeri sadece diğer görüşler kadardır. Beşeri hiç bir görüş ilahi bir buyruk olamaz!

 

Statükoyu korumanın birinci şartı herkes kendi sahasında konuşsun yaklaşımıdır. Çünkü bir yapıdaki sorunları dışarıdakiler daha rahat görebilir. Hem dışarıya çıktıkça genişleyen bakış açısı nedeniyle hem de mevcut yapı ile en ufak bir duygusal vb. bir bağı olmadığı için! Balık içinde yüzdüğü suyu hakkıyla idrak edemeyebilir! 

 

Bu sebeple bir çok sorun alanında mühim tespitler genelde alan dışı kişiler tarafından ortaya konulur, çözüm noktasında da yine alan dışı kişilerin daha fazla katkısı bulunur!

 

Statükoya göre din o denli zor bir iştir ki ancak ve ancak yıllarını vererek ve sadece medreselerde vs. öğrenilebilir! Mesleği şu ya da bu olanlar, sakalı cübbesi ve talebeleri bulunmayanlar bu dini hakkıyla öğrenemezler. Dolayısı ile de en ufak bir laf edemezler! 

 

Maazallah bir kaç detay hususta yanılabilirler! Alimler yanılırsa peki? Allah onları affeder çünlü niyetleri halistir! 

 

Statükoya göre bir kişinin ünvanı hoca, alim, şeyh vs. değil de öğretmen, esnaf, işçi vs. ise o kişi dini kafadan bilmiyor demektir. Mesleğe bakılarak bir kişinin dini yeterince bilmediğine rahatlıkla hükmedilebilir.

 

Çünkü her meslek okulunda - atölyesinde öğrenilir. Bu zihniyete göre din bir uzmanlık sahasıdır, bir meslektir daha doğrusu! Oysa din belli kişilerin edindiği bir meslek değildir, inanan herkesin sorumluluk sahasıdır.

LİYAKATLİ DEMEK DİNİ BÜTÜN İNSAN DEMEK MİDİR? ÇARE LİYAKATİN DOĞRU ALGILANMASINDA

Son olaylar birçok şeyi ama en çok da devlette kadrolaşmanın nasıl geri teptiğini de gösteriyor. 

 

Normal olan, daha doğrusu olması gereken şudur: 

 

Bir ülkede her görüşten insan vardır. Bu görüşlerin her birisi sadece toplumun içinde değil; liyakat esasıyla devletin her kademesinde yer alır. Halkın içindeki çeşitlilik tabiatı gereği kurumlara da yansır. Buna sızmak, ele geçirmek vs. denilemez.

 

Evet bu çeşitlilik devlet mekanizmasına da yansır, yansımalıdır da! Böylece devlet çatısı içinde her görüş temsil olanağı bulur. Hiç kimse kendisini görüş ve düşüncesinden dolayı dışlanmış hissetmez. Hepsini bağlayıcı hukuk kuralları vardır. Hepsi görevini kanunların çizdiği sınırlar içerisinde hakkıyla yapmaya çalışır. Her bir işin prosedürü, her görevin sorumlulukları ve olası sorun durumlarında devreye giren cezai yaptırımları zaten kanun ve yönetmeliklerle düzenlenmiştir.

 

Suç işleyen olursa suçun şahsiliği ve delillerin somut olmasından hareketle devlet -hukuk kuralları içinde kalmak kaydıyla- gerekeni yapar. 

 

Bir görüşten kişiler suç işlediğinde bu o görüşün tamamının suç işlediği, o görüşteki herkesin suçlu olduğu, bunların devlete sızmış oldukları anlamına gelmez.

 

Hem böylece devlet yapısı içinde bir görüşün fazlaca sivrilmesi ve oluşan güç algısıyla sisteme vs. risk oluşturması da söz konusu olmaz. Bir şekilde devlet sisteminin içinde birbirini pasif bir şekilde denetleyen bir otokontrol sistemi de kurulmuş olur. Bu da devlet aygıtı için önemli bir kazanımdır.

 

Bunun bu şekilde olabilmesi için kayırmacılık ve kadrolaşma yerine liyakatin öne çıkarılması, liyakatten de bilgi birikiminin, yeteneğin, deneyimin yani bir işin erbabı olmanın anlaşılması gerekir. Dindarlık düzeyi liyakatin belirleyicisi olmamalıdır. Kişisel ahlak, dindarlık seviyesi, dini eğitim türü ve süresi liyakat kriteri sayılmamalıdır. Liyakat demek bir işin ehli olmak, o işi teknik manada en iyi bilen kişi olmak demektir.

 

Peygamberimizin Kabe'nin anahtarını bir müşriğe emanet ettiği, sorulduğunda işin erbabı olduğunu söylediği rivayet edilir.

 

Ülkemizde temsil konusunda ciddi sıkıntılar mevcuttur. Halkın içindeki sosyal - siyasal görüş vb. eğilimler özellikle belli kademelere hakkaniyetli ölçülerde yansımamaktadır. Bu husus bir kesimin devlet aygıtı içinde gereğinden fazla sivrilmesine, oluşan güç algısı ile bazı yanlışlara tevessül edebilme potansiyelinin doğmasına, sosyal ve siyasal görüşler arasında keskin hatların oluşmasına, sonuç olarak toplumca kaynaşmamıza ve bir güven ikliminin oluşmasına darbe vurmaktadır.

 

Esasında kadrolaşma en çok buna izin verenleri ve kadroca sivrilerek daha fazla öne çıkanları gelip vuran bir silaha dönüşmektedir. Çünkü bu durumda güç mıknatıs gibi çevresinde cazip bir çekim alanı oluşturmakta, böylece samimi olan - olmayan birçok kişi bu yapı içine yaklaşarak sızmaya başlamakta, kontrol edilmeleri oldukça güç olacak olan bu kişilerin yol açacağı sorunların faturası ilgili görüşe, kesime ve yapıya mal edilmektedir. 

 

Not: Meselelere her zaman için yüzde yüz bir isabetle teşhis koyabilmek mümkün değildir. Ancak yine de olayları tarafsız bir gözle analiz etmeye çalışan birisi olarak (kanaatimce düşünce namustur. Tarafsızlığını yitirmiş bir düşünce namusunu yitirmiş demektir. Ayrıca düşüncede adil olmamak vebaldir, kul hakkıdır) diyebilirim ki son olayları devlet içinde bir çete işi olarak okumak yanlıştır. Adli bir olayın üzerine gitmek, mahkeme kararıyla (suç delili toplama maksadıyla vs) telefon dinlemek, bunu yaparken de devletin hukuk kurallarına bağlı kalmak, yasalar çerçevesinde görev ifa etmek çete eylemi yahut kumpas değildir! Ancak bu operasyonun görüntü, ses vb. kayıtlarının "üstelik de henüz suç kesinleşmemişken" kamuoyuyla paylaşılması yanlış olmuştur.

 

Zaten bu boyutu nedeniyle operasyonlar maksatlı ve yıpratmaya dönük bir girişim olarak algılanmıştır ki bunda haklılık payı oldukça yüksektir. Düşünün ki (velev ki) kasetler montaj çıksa, mahkemede suç unusuruna rastlanmasa ve  beraat edilse bu süreçte oluşan algı çoktan gerçeğin önüne geçmiş, hükümet de bunun bedelini pahalıya ödemiş olacaktır. Kuşkusuz ki bu hem ülkemiz hem de ilgili hükümet için büyük bir haksızlıktır.

 

Diğer taraftan, bu operasyon bilgilerini kamuoyuyla paylaşanlar bunu hükümeti yıpratmak için de yapmış olabilirler, böyle bir olasılık mevcuttur lakin böyle yaparken bu meselenin üzerine hakkıyla gidilmeyeceğini düşünmüş, yani bu yolu bir tedbir olarak devreye sokmuş da olabilirler. Malum bir mesele basına, dolayısı ile kamuoyuna yansımayınca ilgili işleri ciddiyetle ele almama gibi kronik bir huyumuz vardır (özellikle de bürokrasimizin).

 

Görüldüğü üzere tavuk mu yumurtadan çıkmıştır yumurta mı tavuktan meselesine benzeyen bu sürecin (şayet amaç hükümeti yıpratmak değilse tabiki) hukukun tam bağımsız ve tarafsız olmasına duyulan güven kaybıyla, hatta ve hatta ihmal etme, savsaklama vb. yollarla dışa vuran "tipik millet huy ve zaaflarımızla" direkt bir ilişkisi vardır.

ASLINDA ALLAH BİZLERDEN NE İSTİYOR

Bir ayette Allah mealen, "Allah size azap edip de ne yapsın" diyor.

 

Allah bizleri azap etmek için yaratmadı. Öyle olsaydı işi yokuşa sürer, bizlerden olmayacak şeyler isterdi. Mesela onca nimet vermez, sadece (hayvanlar gibi) ot yiyin derdi. Oruç için sabahtan akşama kadar... şartı yerine üç gün aç kalın derdi. Hiç evlenmeyin, 5 vakit yerine günün 4/3'ünde secdede olun, geceleri sabahlara dek tek ayaküstünde salavat çekin vs. derdi.

 

O bizlerden çok bir şey istemiyor; yaşadığımız şu dünyada da işimize yarayacak şeyleri istiyor en fazla! Yani sizin işinize yarayan, yapılması size fayda sağlayan şeyleri yapın, BEN bunların üstüne ayrıca sevap vereyim size, böylece girin ve yaşayın ebedi yurtta sonsuza dek demiş oluyor.

 

Buradan şu sonuç çıkıyor:

 

Aslında yüce ALLAH bizleri cennet için yaratmış! Süt dururken içki içerek, iyilik yerine kötülüğü seçerek, kalplerde sevgi yerine nefreti yeşerterek, velhasıl nerede bir yanlış iş ve anormal şey varsa gidip onları tercih ederek bizler ısrarla cehennemi talep ediyoruz sadece. O da bu talebe cevap veriyor haliyle!

 

Allah bizlerden özetle iki şey istiyor kanaatimce: 

 

Birincisi: Günah işlememek amacıyla samimi bir biçimde mücadele vermemiz! Bu "samimi gayreti" görmeyi arzuluyor bizlerden!

 

İkincisi: Baktık ki işledik o zaman da hem suçlu hem güçlü olmayalım, bari tövbe edelim; bunu talep ediyor...

 

Gerisi, öldüm, bittim, mahvoldum melodisi bizlerin duygusallığıyla ve hatalı din, iman, günah, sevap algısı ile ilgili!

 

O aslında, "BENİ önemseyin, BEN yokmuşum gibi başıbozuk, hoyrat ve fütursuzca davranmayın. BEN'im için uğraştığınızı, BEN'i sevip sayarak (ve sırf BENİM için) bir çaba içine girdiğinizi gösterin BANA, bunu göreyim" demiş oluyor! Eee, o kadar da hakkı olsun yarattıkları üzerinde; yüce Allah'ın! Ana - babaların bile o kadarcık hakkı olmuyor mu evlatları üzerinde!

 

Bizler bile çocuklarımıza hata yapma, şunları şunları yap demiyor muyuz? Hata yapıp da özür dileyince hoşumuza gitmiyor mu? Hem hata yapıp hem ukalaca ve pişkince davransa ne düşünür, ne hissederiz!

 

Din adına bize burada anlattığım algının çok dışında, katı, soğuk, aşırı keskin mesajlar veriliyor. Bu ise insanları günahlardan korumadığı gibi maksadın tam tersine hizmet ediyor.

 

Not: Bu yazımla ilgili web sitemdeki köşesinde İDRİS BİLEN hoca bayağı sert bir cevap yazısı yayınlamış! Bu yazı ile birlikte o yazı da okunursa daha bütüncül bir yaklaşım geliştirilmiş olur. Bu sebeple sözkonusu yazıyı da okumanızı tavsiye ediyorum. Psikolog dinden bahsetmemeli, öğretmen sadece ders anlatmalı, doktor en fazla hasta bakmalı, bu işi sadece hafızlar, şeyhler ve hocalar yapmalı. Maalesef ki din meslek haline getirildi. Hepimizi ilgilendiren din birilerinin uzmanlık sahası oldu. Halk bu "teknik ve kompleks" işten uzak durup üç - beş hocanın ağzının içine bakmalı anlayışı yaygınlaştı! Statükoyu korumanın birinci şartı herkes kendi sahasında konuşsun anlayışıdır. Statükoya göre din o denli zor bir iştir ki ancak ve ancak yıllarını vererek ve sadece medreselerde vs. öğrenilebilir! Mesleği şu ya da bu olanlar, sakalı cübbesi ve talebeleri bulunmayanlar bu dini hakkıyla öğrenemezler. Dolayısı ile de en ufak bir laf edemezler! Maazallah bir kaç detay hususta yanılabilirler! Alimler yanılırsa peki? Allah onları affeder çünlü niyetleri halistir! Statükoya göre bir kişinin ünvanı hoca, alim, şeyh vs. değil de öğretmen, esnaf, işçi vs. ise o kişi dini kafadan bilmiyor demektir. Oysa din belli kişilerin edindiği bir meslek değildir, inanan herkesin sorumluluk sahasıdır.

YANLIŞ İŞLER NE KADAR YANLIŞ, KÖTÜ ŞEYLER NE DERECE KÖTÜ

Dinde zorlama yoktur. Bu yoruma açık olmayacak derecede bariz, net bir emirdir.

 

Oysa zorlama yolu açık olsa daha kısa sürede sonuç alınabilir. Ama o istenmiyor. Çünkü dinde sadece amaç değil, o amaca giden yol da aynı derecede önemseniyor.

 

Allah herkes iyi insan olsun da nasıl olursa olsun demiyor yani! Sen sadece tebliğ et, gerisine karışma diyor. Çünkü gerisi Allah'ın işi.

 

Yobaz ise gerisine de karışmaya çalışıyor! Ona göre yeryüzünde hiç bir yanlış ve kötü iş kalmamalı! Bu uğurda sindirme, tehdit, hatta öldürme de dahil her yol meşrudur ve denenmeli!

 

Oysa yeryüzündeki yanlışlara ve kötülüklere Allah bile müsaade etmektedir. Çünkü kötüler zaten bunun bedelini ödeyecektir; ancak bu dünyada onlara ihtiyaç vardır. Çünkü bizler onlar vasıtasıyla sınanmaktayız!

 

Sadece iyiler ve iyilikler değil; yalan ve yanlışlar da bizim öğretmenlerimizdir. Biri meselelerin bir, öbürü de öteki yüzünü öğretir bize. Böylece kamil bir öğrenme sağlanır, yoksa öğrenme işi eksik kalır.

 

Bazı gerçeklerin anlaşılabilmesi için bazı yanlışlara ihtiyaç vardır. Gerçekler sadece doğrulardan öğrenilmez! Yanlışların gerçeği ortaya çıkarma gücü çoğu zaman doğruların gücünden bile daha fazladır. Her şey(r)de bir hayır vardır lafı boş değildir! Bunu bilmeyenler, gerçeğin sadece doğrulardan öğrenileceğini, yanlışın bütünüyle şer olduğunu zannedenler ellerinden gelse yanlışı, yanlış iş yapanı doğrar, sonra da küpe basıp tavanda saklamak isterler.

 

Allah onca yanlışa neden izin verdi bu dünyada?

 

Her şeyde bir hayır olduğu için...

 

Ey yobaz öyleyse sen neden yanlışa ve yanlış iş yapana bu kadar hazımsız ve kinlisin?

 

Kin, husumet, öfke, şiddet, düşmanlık, kesmek ve doğramak var mı dinde?

 

Allah'a karşı kraldan çok kralcı olmak ayıp değil mi sana?

 

Mesela bir kişi yalan şeyler mi söyleyip yazıyor? Bırakın söylesin, bırakın yazsın! Bilin ki o kişi gerçeğin ortaya çıkması için en az doğrular ve doğru işler kadar hizmet ediyor...

 

Bir kişi yanlış işler mi yapıyor? Bırakın yapsın! O bizlere yanlış hakkında en faydalı mesajları ve dersleri veriyor. (Suç ayrı... Her suçun karşılığı hakkıyla verilmeli elbette)

 

Sen sadece ona yanlışını anlat! Senin görevin bu! Şayet başkalarını yanlışa mecbur edip dayatıyorsa, yani başkalarını bu yanlışa zorluyorsa o zaman yanlışa müdahale et! Allah sana kötülüklere elinle müdahale et diyor. Günahlara demiyor! Günahın cezası ahirette! Bu konuda mutlaka da demiyor, mümkünse diyor. Yoksa dilinle müdahale et diyor. Ama dikkat edin: Kötülüklere! Günaha vs. değil! Günahın cezasını Allah verecek, bu müslümanın vazifesi değildir. Günümüzde bu günah işleyenle ve günahla mücadele olarak algılanmış durumdadır. İçki içmek gğnahtır, ancak kadın pazarlamak ve uyuşturucu satmak kötülüktür. Çevreyi kirletmek, doğayı katletmek kötülüktür. Bunlarla mücadele eden pek göremezsiniz! Oysa kötülüklerle mücadele etmek emredilir ve kötülük bu tür şeylerdir.

 

Ama bireysel bazdaki yanlışlarına, millete kötü örnek oluyor vs. diyerek müdahale etme. Toplumların kötü örneklere en az iyi örnekler kadar ihtiyacı vardır! Yanlışlar ve kötüler verdikleri mesajla doğruların açığa çıkmasına hizmet ediyor. Kıyaslama, farketme, uyanık olma, unutmama, tedbir alma vb. imkanlar yaratarak bir yığın hizmet sunuyor bizlere.

 

Şeytanın varlığı kötü bir şey değildir. Senin şeytan olman kötü bir şeydir. Şeytana kızıp da şeytanı yok etmeye çalışma, sen şeytan olmamaya çalış sadece! Şeytan senin melekleşebilmen için vardır.

 

Gerçekler sadece doğrulardan öğrenilmez. Gerçekler doğrularla yanlışların "eşit şartlarda" çarpışmasından sonra açığa çıkan hakikattir. Şu hayatta en önemli şey hakikate ulaşabilmektir. 

FAKİRLİK ALLAH'IN BÜYÜK BİR LÜTFUDUR

06/02/2014

Daha önceki bir yazımda sorun fakirlikte değil; sorun fakirlik algısında demiştim! Yani sorun hem fakir olup hem de hatalı fakirlik algısına sahip olmaktadır!

 

Oysa fakirlik büyük bir nimettir! Fakirlik Allah'ın kullarına anlayamadıkları, hakkını tam olarak takdir edemedikleri özel bir mükafatıdır. Her şeyde bir hayır varsa, fakirlik de her şeyin içindeki bir şey ise onda da bir hayrın bulunması gerekiyor; öyle değil mi! Peki bu hayırlar ne olabilir?

 

HER ŞEYDE BİR HAYIR VARDI: FAKİRLİĞİN FAYDALARI

 

Fakirin şahsi arabası olmayabilir. Allah böylece onu durağanlığın, hareketsizliğin hasta edici etkisinden korur. Malum asrın belası hareketsizliktir.

 

Fakir sık sık kırmızı et tüketemeyebilir! Oysa kırmızı eti çok yemek hiç de sağlıklı değildir! Allah onun sağlığını korur! Hem de ona rağmen! Hem böylece arada sırada et yediği için alacağı hazzı ve lezzeti artırır! Aslında mahrumiyet artırıcı, çoğaltıcı işlevi olan bir nimettir; çoğu kişi bunu bilmez!

 

Fakir çocuklarına her istediklerini alamaz muhtemelen! Zaten çocukların her istediklerini almak iyi bir şey değildir ki! Bu onlarda istek odaklı bir anlayış geliştirir. Doyumsuz ve mutsuz insanlar haline getirir genellikle! Demek ki bu da fakirlere Allah'ın bir lütfudur!

 

Fakir genellikle ağır, bedensel güç ve efor gerektiren işlerde çalışır. Bu da Allah'ın ona muhteşem bir ikramıdır. Yediğinden lezzet alır, yatağa girdi mi deliksiz uyur. Bedeni o kadar ezilir ki ruhu ikinci plana düşer. Can sıkıntısı, stres, bunalım, takıntı türü asrın sorunları onun yakınından bile geçemez!

 

Fakirin cipse, kakaoğa, hindistan cevizine vs. verecek kadar fazla parası yoktur. Allah fakirlerin çocuklarını ve kendilerini koruyor böyle suni ve yapay şeylerden; haberimiz yoktur bundan!

 

Fakir sobalı evde oturur mesela. Oysa Allah ona kışı kış gibi yaşatıyor, kışı iliklerine kadar hissetmelerini sağlıyordur. Kışı kış gibi yaşamak fıtrata uygun bir yaşantı biçimidir ve bunun bilemediğimiz elli çeşit faydası vardır. En basitinden bünyeleri çiviler, birçok soruna karşı aşılar. İleride işine çok yarayacak hoş anılar bıraktırır!

 

Aslında fakir gerekli olan şeylerden mahrum değildir. Allah fakirleri düşünerek gerekli olan doğal şeyleri hem bol hem de ucuz yaratmıştır. Su, sebze, meyve türü şeyler gereklidir; bu yüzden de hem ucuzdur hem de bol!

 

Aslında fakir zengindir, sadece gereksiz ve zararlı şeyleri temin edebilecek imkandan mahrumdur. Bu ise mahrumiyet değildir; bilakis büyük bir zenginliktir. Çünkü hem gereksiz şeylerden hem de zararlı şeylere sahip olmaktan korunuyordur!

 

Fakirin şartlarını düzeleceğine dair bir umudu vardır hiç olmazsa. Bu umut motive eder, bu umut onu diri tutar, tek başına bu umut bile yaşamak için güdüler! Birçok zengin bunları yitirdiği için uyuşturucuya, alkole, kumara müptela olur!

 

Tüm bunları böyle saatlerce uzatabiliriz lakin anlatmaya çalıştığım gerçek hiç değişmez!

 

Fakir Allah'ın engin lütfu ile mükafatlandırılan kişidir aslında! Sorun fakirlikte değildir; fakirlik algısındadır. Dikkat edin: Peygamberimiz bile fakirlikten değil; isyan ettiren fakirlikten Allah'a sığınırım demiştir. İsyan ettiren fakirlik değildir; hatalı fakirlik algısı ile birlemiş fakirliktir!

 

Sorun fakir olmak değildir. Sorun hem fakir olup hem de hatalı fakirlik algısına sahip olmaktır!

 

Kaldı ki günümüzdeki herhangi bir fakir Hz. Musa döneminin en zenginlerinden bile daha fazla zengindir; bu da işin ayrı bir boyutudur!

DİNDARLIK EVLİLİK İÇİN KRİTER OLMALI MIDIR

Dindarlığın güzel ahlak doğurma potansiyeli yüksektir. Zaten dindar kişi aranmasındaki temel bilinçaltı maksat da budur; dindar = daha ahlaklıdır algısı. Dindarlığın güzel ahlakı beslediği gerçekten de doğrudur lakin dindarlık = güzel ahlak demek değildir her zaman! Yani aradaki ilişki yüksektir lakin yüzde yüz değildir.

Burada dindarlığın hangi zemin üzerinde şekillendiği çok önemlidir. Ülkemizde dindarlık daha çok şuur, bilinç vb. kazanımların değil; alışkanlıklar üzerine kuruludur! Bu zemin üzerine kurulmuş bir dindarlığın güzel ahlak yaratabilme potansiyeli çok düşüktür.

Dindarlık güzel ahlak doğurmuş ise bir evlilik kriteri olmalıdır sadece! Yoksa öğle namazını beş dakika kaçırmayan lakin evde psikolojik terör estirerek eşinin yirmi dört saat huzurunu kaçıran nice kişiler mevcuttur. Dolayısı ile kuru ve ibadete indirgenmiş bir dindarlık değil; bunun huya, ahlaka, karaktere dönüşüp dönüşmediği, bu yapılara yansıyıp yansımadığı sorgulanmalıdır. Unutmayın: Aradaki korelasyon yüksektir lakin yüzde yüz değildir!

Yine saçının bir teli için kellesini verecek kadar dindar olup eşine karşı en ufak bir hoşgörüsü ve sabrı olmayan, dindarlığı sahabe dönemine, ahlakı Paris'in işlek caddelerine benzeyen (giyim - kuşamın kapalı yahut açık olmasını vs. kastetmiyorum; huy, karakter vb. açılardan diyorum) insan tipi de günümüzde çok yaygındır! Bunun nedeni insanı etkileyen tek sosyal faktörün din olmamasıdır. Günümüz insanı inandığı din kadar kuvvetli olan başka / harici tesir ediciler tarafından da şekillendirilmektedir. Bunca faktörün tesiri altında kalındığı halde sadece dinin etkisiyle şekillenmek çok zor bir şeydir.

Bunun bir nedeni sözünü ettiğim başka faktörlerin tesiridir lakin bir diğer sebebi de hatalı din ve dindarlık algısındaki yaygınlaşmadır! Dinin büyük ölçüde ibadete indirgenmesi, dinin aslında ahlak olduğunun unutulmasıdır. (Din güzel ahlaktır - Hadis-i Şerif). Dini büyük ölçüde ibadet olarak algılayan toplumumuz ahlak deyince de sadece karşı cinsten uzak durmayı, cinsellikten kendisini muhafaza etmeyi yani cinsel namusu anlamaktadır. Oysa dürüstlük, erdem, ilkeli olmak, duyarları olmak, çalışmak, dürüstlük, şefkat, yardımlaşma, hoşgörü, vefa gibi vasıflar da ahlakın temel bileşenleridir; daha doğrusu bunlar da  birer namustur!

Buradaki sıkıntılı iki algı ahlak olgusunu hakettiği ölçüde öncelemeyi, dinin bu yapıya arzu edilen ölçüde tesir edebilmesini zorlaştırmaktadır. Allah'ın dindarlık istediğinin düşünülmesi, lakin daha ziyade ibadetin dindarlık olarak algılanması ahlaki açılardan gelişme, değişme ve düzelme konusunda yeterli bir motivasyon ve çaba oluşmasını önlemektedir.

Diğer yandan bu dindarlık = güzel ahlak algısının yol açtığı bir diğer sakat algı da dindar olmamak = güzel ahlak zayıflığı şeklindeki klasik ve sığ algıdır. Bu son derece yanlış bir kabuldür; çünkü yeryüzü dinle en ufak bir bağı olmadığı halde son derece etik ve ahlaki yaşayan / davranan kişilerle doludur!

Nice az dindar yahut hiç dindar olmayan insan ile mesleki görüşmeler yapmışımdır. Gördüğüm şu olmuştur: Dindar diye bilinen bazı kişileri bir araya getirin, sayı ile elliye ulaşınca da üst üste koyup toplayın; dindar değil denilen kişilerden tek bir tanesinin sahip olduğu ilkelerin, karakterin, duruşun ve ahlakın ancak yarısına erişebilir.

SONUÇ

Kuru ve ibadete indirgenmiş, ahlakın bu işlerden nasibini alamadığı bir dindarlık ölçü olmamalıdır. Bu konuda herkesin dindarlığı kendisine prensibi ilkeniz olmalıdır. Söz konusu dindarlık ahlaka sirayet etmiş, kadın ise hanim efendi, saygılı, kibar, olgun, anlayışlı bir karakter; erkek ise sakin, uysal tabiatlı, sevecen, nazik, dürüst vb. bir yapı doğurmuş ise kriter olmalıdır sadece. Yoksa çocuk odasında kıldığı teheccüt namazıyla ve yaptığı diğer ibadetlerle belki ebedi hayatını kurtaran lakin yan odada oturan sizin bu dünyanızı mahveden; dediğim gibi ibadeti sahabe dönemi ahlakını andıran lakin alınganlık, laf sokma, kabalık, terslik, adaletsizlik, asabiyet, öfke, kibir, çabuk tesir altında kalma, tahammülsüzlük, hatalı beklenti, israf vb. özellikler bakımından çoğu kişi ile aynı olan eşlere denk gelmeniz her zaman için ihtimal dahilindedir.

BU KONUDA İKİNCİ YAZI: DİN ZENGİN İŞİ HALİNE GETİRİLMEMELİDİR

Cuma günleri vaazlarda ve namaz öncesindeki sohbetlerde ağırlıklı olarak beşeri sözlerden oluşan ve bir kompozisyona dayalı olarak işlenen sohbet yerine sadece Allah'ın kitabından bölümler ve gerekiyorsa hadisler okunmalıdır. 

Kur'anda, "Allah'tan daha güzel sözlü kim vardır" denilmektedir. Öyleyse cemaat en güzel sözlünün sözleriyle muhatap edilmelidir, vaizin çoğunluğu beşeri olan sözleriyle değil...

 

Hutbe sonrasında "namaz sonrasında camimizde para yardımı toplanacaktır" türü duyurulara son verilmelidir. Cami, ibadet olgularını para ile yanyana getirmenin saf din algısı açısından son derece mahzurları olduğunu düşünüyorum.

 

Yine cami önünde yere örtü serip para toplanması uygulamasına son verilmeli, camilerde bir yardım köşesi olmalı ve yardım yapmak isteyen kişiler yardımlarını sağ elin verdiğini sol el görmeyecek şekilde yani dinin ruhuna uygun olacak bir tarzda gidip orada yapmalıdır. 

 

Sünnet mevlidi... Cenaze mevlidi... 40. gün mevlidi... Bir çok çeşidi bulunan mevlit olgusu konusunda halk sık sık uyarılmalı, bir çok kişinin, özellikle de fakir fukaranın sosyal ve toplumsal baskı nedeniyle gereksiz yere bir yığın maddi külfet altına girmesine müsade edilmemelidir. Buraya harcanan bedelin daha hayırlı, daha öncelikli işlere yönlendirilmesi sağlanmalıdır. 

 

Bilindiği üzere cenaze sahibinin yemeğini yemek mekruhtur. Bugün cenaze kaldırmak düğün yapmak kadar masraflı bir uygulama hale gelmiş durumdadır. Bu işi komşuların yapması da ciddi sıkıntılara gebedir.

 

Eskisi kadar güçlü olmayan komşu - akraba ilşkilerini ve bu işin ciddi bir mebla gerektirmesini düşündüğümüzde bu uygulama kişileri zoraki yardıma ya da borca yönlendirmekte, bu da saf ve samimi olması gereken yardım inancını bulandırmakta, böylece saf duyguları ve samimiyet hislerini öldürmekte, yardım işi hakkında şikayetlere ve sızlanmalara yol açabilmektedir.

 

Bu mevlidlerde para ile ayet okumak, para ile mevlid organize etmek, para verip yemek ikramında bulunmak türü hızla yaygınlaşan ve büyük külfet oluşturan uygulamalar hakkında gerekli mercilerce gerekli açıklamalar bir an evvel yapılmalı, bu gidişata suskun kalınarak halkın zihninde bu işler olmazsa olmazmış gibi bir algının yerleşmesine müsade edilmemelidir.

 

Para ile hatim indirme, para karşılığı Kur'an okuma, para alarak mevlitlerde ayet okuma türü uygulamaların dinin ruhuyla bağdaşmadığı açıkça deklare edilmeli, bu işlerin devletin maaş karşılığı atadığı din görevlilerinin asli görevlerinden olduğu sık sık vurgulanmalıdır. 

 

Dinin para gerektiren bir zengin işi haline getirilmesine yani ticarileşmesine izin verilmemelidir.

BİR CUMA NAMAZI ÖNCESİ AKLIMA DÜŞENLER

Cuma günleri genellikle camiye erken giderim. Zaten beş vakit kılamıyoruz, bari cuma günü ucu ucuna olmasın diye. Çoğu zaman imam sohbet eder. 

 

Bu haftaki namaz öncesi sohbette hoca efendi dinimizde evlilik mevzusunu işledi. "Bir kadınla şu dört özelliği için evlenilir. Siz ahlaklı olanını tercih edin ki mutlu olasınız" hadisini yanlış yorumladı hoca.  Dindar olanını tercih edin ki... dedi. Bir kere dindar denilmiyor hadiste, ahlaklı olan deniliyor. İmam ahlaklı olmayı dindarlıkla özdeş algıladığı için bu ayrıma çok önem atfetmiyor anlaşılan. Ona göre ahlaklı olmak dindar olmakla mümkün sadece!

 

Zaten böyle düşündüğünü sohbetin ilerleyen bölümünde ispat da etti. Dindar kadınla evlenmenin önemini anlatırken, "Dindar kadın kapınızı haramdan korur" dedi. Namusu kastetti. Aklıma hemen bu ifadenin mefhumu muhalifi geldi.

 

"Peki imam efendi, bu durumda dindar olmayan kadınlar evlerini haramdan korumazlar mı?" sorusu belirdi içimde! Ahhh ah dedim; bunu diyebildim sadece!

 

Daha sonra Hz. Yusuf (AS) kıssasını anlattı ardından. Bu kıssa için, "Kur'andaki en güzel kıssa" dedi. Oysa Kur'anın bir bölümünün diğer bölümlerinden daha güzel olduğunu söylemek dinen günah olmasa dahi çok şık durmadı bence! Kanaatimce her bölümü aynı güzelliktedir Kur'anın!

 

Daha önceki haftalardaki hataları hatırladım sonra. Düğünlerde eğlenmenin çok yanlış olduğundan dem vuran vaaz geldi aklıma. Ders veren vaizin adeta azarlayan sesiyle, "Peygamberimizin bulunduğu bir ortamda evet tef çalınmıştır düğünde ama bu düğünü duyurmak içindi; eğlenmek için değildi" deyişi canlandı gözümün önünde!

 

Bir düğünü tefle ne kadar duyurabilirsiniz?

 

Bunun için davul daha uygun olmaz mı?

 

Besbelli ki eğlenilmiş düğünde! Oysa hocanın demesi gereken, "Düğünde eğlence olabilir lakin bunun usulü - erkanı dine uygun olsa daha iyi olur!" olmalıydı!

 

Kafam böylesi anlarda acayip muzır çalışır. Yine içimden, "Hiç düğün olmasın tabi, hep mevlit olsun. Sen de para ile ayet oku bu mevlitlerde" diyesim geldi lakin onu da diyemedim. Caminin kutsiyet telkin eden ortamına bunu yakıştıramadım!

 

Çok önceki  vaazlardan birinde de bir müftü yardımcısı konuşmuştu. Hacdan bahsetmiş, "Allah gidemeyenlere gitmeyi, gidenlere de tekrarını nasip etsin" demişti!

 

Hacca tekrardan gitmenin dinen hükmü nedir?

 

Farz mı  sünnet mi?

 

Yoksa vacip mi?

 

Hiç birisi!

 

Hatta bu belki de israftır. Hac; hali vakti yerinde olana ömürde bir kere farz olan bir ibadettir!

 

Vaiz efendi düşünmeden söylediği sözlerle hacca tekrardan gitmenin çok makbul bir davranış yani sevap olduğu yönünde  cemaatte hatalı bir algı oluşturduğunun farkına varmış mıdır acaba? Hiç zannetmiyorum!

 

Böyle onlarca yanlış mesaj var! Hangi birisini yazayım!

 

Bunun sebebi Allah'ın dininden bahsederken bilgileri asli kaynağından direkt olarak aktarıcı olmakla yetinmemek; kendi anladıklarımızı, görüşlerimizi, cümlelerimizi, ifadelerimizi anlatmaya çalışmak! 

 

Allah'ın dininden bahserken onun kitabı okunsa sadece!

 

Kur'andan pasajlar okunsa yani!

 

"Ondan daha güzel sözlü kim vardır" demiyor mu Allah; kitabı ve kendisi hakkında!

 

Öyleyse vaazlardaki bu beşeri kompozisyon tutkusu nedendir!

 

İmam yahut vaiz olarak sizler sadece kaynaktan dosdoğru (yorumsuz) aktarıcı olsanız, bu rolünüzle yetinseniz, cemaati hiç olmazsa cuma günleri Kur'anla direkt muhatap etseniz!

 

Açıp Allah'ın kitabını okusanız sadece! Anlamını da tabi ki. Anlamasız bir eylem okuma değildir çünkü!

 

Sizin dinden anladıklarınız sizin olsa; ama bu bizim dinimiz olmasa!

 

Bizler de sürekli bu tür vahim hatalara maruz kalmasak böylece!

 

Sizler artık, "O'ndan daha güzel sözlü kim vardır" ayetinin gereğini yapsanız da kendi anladıklarınızı, kendi düşüncelerinizi, kendi yorum ve kompozisyonunuzu bir kenera koysanız! Bizi sadece saf ilahi kaynakla muhatap etseniz!

 

Bu çok mu zordur?

 

Neden?

BİRİLERİNE GÜN DOĞDU! VURUN ABALIYA BELKİ RAHATLARSINIZ!

MÜSLÜMAN ADİL İNSANDIR. MÜSLÜMAN BİR KESİMİ TOPLUCA HEDEFE KOYMAKTAN, BÖYLECE İÇİNDEKİ BİNLERCE MASUMUN HAKKINA GİRMEKTEN TİTRER.

Cemaatten olmadığımı beni bilenler bilir. Siyasi şartlanmışlıklarımızı aşıp da, bir görüşe ipotek edilmiş ruhlarımızın dışına çıkıp da "eğriye eğri - doğruya doğru" diyebilemek için cemaate tabi olmak değil; insan olmak, adil olmak, ahlaklı olmak gerekir.

Tartışma tekniğini bilmeyen, algı eğitimi olmayan, hislerini rehber edinmiş, tahminlerini gerçek, zanlarını bilgi sanan bir milletin fertleriyiz. En tepeden en alt kademeye kadar hepimizin içinde bulunduğu tablo bu! Bakın yorumculara, gazetelere, aydınlara; görün ve anlayın!

Son olaylarda yine ülkemize has bir tutuma imza attık ve hırsızlık iddiasını değil; ortaya çıkaranı tartışmaya devam ediyoruz. Meselenin özünü konuşmayı sadece ilk gün başarabildik. İkinci gün hemen "kim ve niçin yaptı" aşamasına geçtik! Burada elimizdeki tek kriter zanlarımız ve tahminlerimiz! Kur'anın tabiriyle çoğumuz yine zanna uyduk yani!

Kehanetsiz yapamayız toplum olarak! "Kim niçin yaptı" meselesi bilinmezi konuşmak olduğu için "bilinmezi ben bildim" hissi vermesi dolayısı ile egolarımıza daha doyurucu gelir. "Hırsızlık iddiası meselesini artık herkes biliyor; ama ben farklı olmalıyım, bak ben arkasındaki olası kurguyu bile bildim" deme eğilimi çok güçlü bir psikolojidir. Ego güçlendikçe bu eğilim de kuvvetlenir. O yüzden bu eğilim okur - yazar ve topluma yol gösterenlerde daha fazladır.

Cemaat yaptı ama...

Cemaat yapılanması var...

Sanırsınız ki bir terör yapılanması söz konusu! Verilmek istenilen algıya iyi dikkat edin!

Her yerde, haliyle her teşkilatta "hoca" dahil birilerini seven yığınla insan olur! Yıllarca "zanna uyarak" türbanı siyasi simge diye algıladılar, türban takan herkesi samimiyetsiz diye etiketlemiş oldular aslında ve yıllarca yasakladılar. Şimdi de bir hocaya gönül vermiş olmak mı suç oldu? Suni suç üretme fabrikası mıyız, durup durup suç üretmeyince yapamıyor muyuz? Zanna uymaktan ne zaman vazgeçeceğiz?

Devlette solcu zihniyette ve birilerine gönül vermiş kişiler yok mu?

Devlette menzil cemaatine bağlı kişiler yok mu? Olması çok garip midir?

Devlette devrimci yani bir fırsatını bulduğunda devirmeye niyetli kişiler yok mu? Mesela DİSK diye bir sendikaya üye herkes açıkça "biz devrimciyiz" demiyor mu? Devirme niyeti taşımayan devrimci olur mu? Buradakiler bir ülkü içinde değil mi? Başındakinin veya ilham aldıkları kişilerin, sevdikleri, bağlı oldukları kişilerin lakabının hoca olmaması neyi değiştirir? Hocaya tabiiyet ile daha başka bir idare tabiiyet çok mu farklı?

Devlette sol değerleri benimsemiş kişiler yok mudur?

Tüm cemaat gönüllülerini yapılanma var vs. diyerek çeteymiş gibi algılatma hatasını terk edelim. Devletin içinde CHP zihniyetinden de kişiler olur, Marksist ve ateist düşünceden de! Hacıyı seven de olur hocayı seven de. Önemli olan suç işleyeni anında etkisiz kılmaktır; yaşın yanında kuruyu da yakmak ve hepsini toplu suçlu ilan eder gibi yaklaşmak değil! Suçu sabit olana dek herkes masumdur. Suç işlediği isnat edilenler için bile bu böyleyken suçla en ufak bir alakası olmayanlara cadı avı başlatmak ve ikide bir "içerideki yapıdan" bahsetmek cemaate duyulan gizli kıskançlığın ve öfkenin duygusal bir yansımasıdır. Bu yoğun duygusallıkla meselelere doğru bakabilmek mümkün değildir. Dün cemaatle gurur duyanlar bugün öfkeli gözlerle onlara çete muamelesi çekiyor!

Adalet hepimize lazımdır. Hele hele vicdan hepimiz için gereklidir. "Bir topluluğa olan kininiz sizi adil davranmaktan alıkoymamalıdır" der Kur'an- Kerim!

Tekrar ediyorum:

Devlette cemaat var!

Devlette CHP düşüncesinde olan yok mu?

Devlette Marksist düşünce etrafında buluşmuş yığınla insan yok mu?

Devlet dediğimiz teşkilat insanlarla döner. İnsanların ise inançları, ülküleri, gönül verdikleri kişiler olur. Önemli olan suç işlememeleridir. Suç işlendiğinde hukuk yollarıyla ve "suçun şahsiliği" prensibiyle harekete geçilir sadece; suçlunun ait olduğu inanç, yapı ve zihniyet yargılanmaz!

"Bölünme bile tartışılabilir; sadece silahlı eyleme geçilmesin yeterli" diyenlerin ve bunu medeni ve özgür bir tutum kabul edenlerin sıra cemaate gelince sevmeyi, gönül vermeyi bile suçmuş gibi yansıtmaya çalışmaları, suçun somutluğu ve şahsiliği ilkesi ile suçu sabit görülene dek hiç kimse suçlu ilan edilemez, masumdur prensibini bir anda çiğnemeleri, buna çok hevesli görülmeleri samimi bir tutum değildir. Fırsat ele geçmişken vurun abalıya tutumudur bu! Cemaatten hırsızlıktan bile daha fazla nefret etme tutumudur! 

 

Kinlerini rehber, zanlarını ölçü, ellerine geçirdikleri fırsatı da ganimet bilmiş bu tür bağnaz siyasi saplantılı kişilerin, bu ahlaki yoksunluğa sahip ve adaletsiz olan kişilerin bize akıl vermesine / analizler yapmasına ihtiyacımız yoktur.

Üzülmeyin, sadece şu sürece bakarak hükmünü tıkır tıkır süren kaderin çok ince hesabını izleyin. Ve yaştan kuruyu kurudan da yaşı halk edebilen Allah'a güveninizi bir kez daha artırın böylece.

Onların hesabı varsa Allah'ın da bir hesabı vardır!

O en olmaz denilen zamanlarda, "Çevrede kimse yok, rahat ol" denilen en risksiz sanılan dönemlerde bile işini yapabilen, en basitinden kişilerin kendi ayağını kendilerine çelme olarak dolayabilen bir kudreti sonsuzdur.

"Yanlış yapana çelme olarak kendi ayağı yeter" (İzzet Güllü) 

GENİŞ BİR UFUK İÇİN: ASLI DA NORMAL ZIDDI DA! HER ŞEY BİRBİRİNE MUHTAÇ

Gece normal, gündüz normal

 

Siyah normal, beyaz normal. İkisi de renk çünkü!

 

Sıcak normal, soğuk da...

 

Uzun normal de kısa değil mi... O da bir uzunluk çeşidi.

 

Gitmek de var gelmek de... Sürekli gittiğinizi ama hiç dönmediğinizi bir düşünsenize...

 

Almak da normal vermek de. Hep verseniz ama hiç almasanız?

 

Doğmak da normal ölmek de...

 

İyi de var şu hayatta kötü de. Kötü olmasa iyi olur mu! Kötü olduğu için iyi iyi olmuştur zaten. İkisi de bir olma biçimidir. Birisi varlığı için diğerine muhtaçtır. Her şeyde hayır vardır lafı boş mu sanıyorsunuz!

 

Konuşmak da bir tepki biçimidir susmak da!

 

Islak da vardır kuru olmak da!

 

Sert de bir maddenin halidir yumuşaklık da...

 

Düz de mevcuttur eğri de. Düz olmasaydı eğriye eğri nasıl derdik!

Her şey zıddı ile vardır. Zıddı olmasaydı hiçbir şey olmazdı!

 

Bir hali iyi olan hiçbir şeyin zıddı kötü değildir.

 

Özlemek de normaldir özlememek de...

 

Kaygı da normaldir, korku da! Her duygu yaşanmak içindir. Yaşanan, yaşamın içinde olan hiçbir duygu anormal değildir. Hele hele zıddı normal olan bir duygunun kendisi asla anormal değildir.

 

Sevinç normaldir de üzüntü değil midir?

 

Evet değildir.

 

Niye her şey zıddı ile var olduğu halde, neden aslı normal olanın zıddı da normal olduğu halde bu kural, bu gerçek psikiyatriye gelince bir anda değişir?

 

Statüko böyle istiyor çünkü, ondan! Başka türlü nasıl sorun yaratacak! Sorun üretemeyince neyi tedavi etmeye çalışacak! Tedavi etmeyince nasıl var olacak!

 

Neşe normal ama hüzün değil!

 

Cesaret normal ama korku değil!

 

Rahatlık normal ama kaygı değil!

 

Oysa her duygu, her duygu durum şekli normaldir. Hepsi bir duygu biçimidir. Hepsi yaşanmak için vardır.

 

Üzüntü varsa bu, üzüntü denilen duygunun yaşanma vaktinin geldiğini gösterir sadece; hasta olduğumuzu değil! Derdiniz varsa dert yaşama vaktiniz gelmiştir en fazla! Her şeyin bir vakti vardır şu hayatta! Yağmurun bile... Hatta dalından düşecek bir yaprağın dahi... 

 

Her duygu vakti geldiği için yaşanır; başka bir sebeple değil!

 

Her duygu normaldir. Çünkü her duygu adı üzerinde duygudur. Duygu normaldir çünkü!

 

Ama şiddetli ise?

 

Şiddet ve derece bir duygunun doğal yaşanma evreleridir.

 

Yürümek de normaldir koşmak da! Hızlı yürümek de normaldir ağır yürümek de. Hepsi yürümenin doğal evreleridir. İnsan bazen hızlı bazen de yavaş yürür. Bu başka türlü nasıl olacak? Sürekli aynı hızda yürüdüğünüzü hayal edin!

 

İnsan bazen yürür, bazen koşar. Bazen de emekler.

 

Bu üç hareket etme şekli en tabii yürüme halleridir.

 

Hareket de normaldir durmak da. Bazen fazla durur insan, bazen az hareket eder, bazen de çok... 

 

Bir duygunun şiddeti arttığında niteliği değişmez! Sevginin azı da sevgidir çoğu da... Hüznün, üzüntünün de böyledir... Çünkü o da tıpkı sevgi gibi bir duygu biçimidir sadece!

 

Grip bazen hafif seyreder bazen ağır. Ağır grip de griptir; hafifi de!

Ama hafif üzüntü duygudur; ağırı depresyondur diyorlar. Desinler... Onlara bakma sen! Onlara göre sadece ağırı değil, hafifi bile depresyondur. Hafif seyreden depresyon diyorlar ona da! Hatta hiç belirti yaşamıyorsan bile sen depresyonda olabilirsin onlara göre. Bunun adı da ya maskelidir ya da atipik... Aslında onların mantığı ve yaklaşımı atipik!

 

Böyle yaklaşmasalar nasıl hastalık üretecekler?

 

Hastalık üretmeseler neyi tedavi edecekler?

 

Tedavi etmeseler nasıl var olup da ayakta kalabilecekler?

YILBAŞI KUTLAMASI HRİSTİYANLARA BENZEMEK MİDİR

Yılbaşı kutlamasını "hristiyanlara benzemek" olarak görüp de karşı çıkanları yıllardır samimi bulamıyorum.

 

Bu refleks bana çok hamasi geliyor nedense. Hem onlara benzemedik neyimiz kaldı, o gece de benzesin ve olsun bitsin bu iş! 

 

Sene boyunca hiçbir sosyal veya daha başka soruna çıtını çıkarmayan kişiler - hocalar bu gün yaklaşırken bu mevzuyu celallli bir üslupla ele almaya başlarlar. Neredeyse cemaati azarlar gibi konuşur, bu konuyu çok vahim olarak lanse ederler. Bu mevzu işlenirkenki havaya baktığınızda bu geceyi kutlarsanız şayet dinden çıkma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığınızı düşününürsünüz neredeyse. 

 

Bunun dayandırıldığı tek dini argüman hristiyanlara benzenilmemesi gerektiğini ifade eden bir hadistir. Peki ecnebilere benzemek sadece yılbaşı gecesini kutlarken mi söz konusudur? Benzemeye bir hadisten hareketle böylesine şiddetle karşı çıkanlar daha başka benzeme noktaları için koca yıl boyu neden tek bir çift laf etmezler?

 

Bir sene boyunca bir çok açıdan sözkonusu olan ecnebilere benzeme eğilimimiz sorun teşkil etmez de yılbaşı denilen gecedeki eğlence neden bu kadar sorun edilir? Sene içindeki tüm eğlence şekillerimiz ecnebilere benzemez mi mesela?

 

Eğlenin ama bu dinimizin çizgisine uygun olsun denilse daha uygun olmaz mı?

 

Kaldı ki o geceyi kimse dini bir ritüel olarak kutlamıyor; eski senenin sonu, yeni bir senenin de başı olarak algılıyor, bu sebeple kutluyor insanlar. 

 

Dinimize göre ameller niyetlere göredir. O geceyi hristiyanların farklı bir nedenle kutlaması bunu değiştirmez. Bu durumda niyet farklı ise ameller benzese bile bunun dinen ne mahzuru olabilir! Benzemeyin hadisi bu denli  önemlidir de ameller niyetlere göredir buyruğu çok mu önemsizdir?

 

Diğer yandan, Hz.İsa (AS) da bizim peygamberimiz değil midir? 

 

Biz tüm peygamberlere iman etmiyor muyuz? 

 

Bu gerçek bizim dinimizde imanın şartı sayılacak kadar önemli bir husus değil midir?

 

Dikkat ediniz: Başka dinin peygamberlerine inanmak sünnet değil, farz değil, bunlardan daha öte bir zorunluluk; imanla ilgili bir vecibe!

 

Böyle ise başka bir dinin peygamberinin doğum gününü kutlamak... denilerek şiddetle karşı çıkmak tuhaf olmuyor mu? Hz. İsa (AS)'a inanmak dinimizce imanın gereği olacak ama bu kadar önemli bir peygamberin doğum gününde bir şeyler yapmak dinen çok BÜYÜK BİR KABAHAT sayılacak!

 

Allah tüm peygamberlerini bizim imanımız için şart koştuğuna, bu konuda peygamberleri arasında bir ayrım gözetmediğine göre bizim doğum günü kutlamasına gelince hristiyan peygamberi diyerek dışlama içine girmemiz ne kadar tutarlı ve doğrudur?

 

Bu bağlamda düşününce velev ki büyük bir peygamberin doğum gününü kutlasak ne çıkar!

 

Evet...

 

İnandığımız, Allah'ın bir peygamberi diyerek iman ettiğimiz, buna mecbur tutulduğumuz yüce bir peygamberin velev ki doğum gününü kutlasak ne çıkar? 

 

Bu tutum onlara benzemek mi olur yoksa zaten iman ettiğimiz bir peygamberin dünyaya teşrifine saygı duymak ve hürmet etmek anlamına mı gelir?

 

Dediğim gibi, kimse bu geceyi zaten bu nedenle falan da kutlamıyor; meseleye tamamen yeni bir yılın karşılanması gözüyle bakılıyor.

 

O halde sorun nedir?

 

Sorun onlara benzemek midir?

 

Peki hafta sonu tatilimizden kılık kıyafetlerimize, anayasamızdan ticaretteki kurallarımıza kadar onlara benzememiş neyimiz kalmış?

 

Tüm bunlar sorun olmuyor da bu gecedeki eğlence benzemesi mi sorun oluyor?

 

Sorun eğlencedeki dini ölçü ise zaten ölçüsüz her eğlence dinen yanlış değil midir? Bu ölçüsüz eğlencenin sorun olması için illa ki yıl başı gecesinde ortaya çıkması mı gerekmektedir?

 

FAKİR FUKARAYA ALLAH YARDIM ETSİN ALGISI

Yüce yaratıcı öyle bir sistem kurmuş ki kimsenin mağdur olmasına yol açacak açıklıkta bir kapı bırakmamış! Aileyi var etmiş. Bunu evlilik müeessesini zorunlu tutarak yapmış! Kişileri koruyup gözeten birinci dereceden bir zırh halketmiş böylece.

Bununla yetinmemiş Mevla! Yine aynı evlilik marifetiyle kişileri akraba halkasıyla ikinci bir koruma kalkanı içerisine de almış. Önce aile halkası, ardından akraba halkası... İki aşamalı sağlam bir zırf!

 

Hayır, bununla da yetinmemiş yüce yaratıcımız! Devlet denilen daha geniş, daha üst bir sistemi de var etmiş. Kişilerin yaşamını ve haklarını önce aile, sonra hısım - akrabalık bağları ardından da devlet yapısıyla iyice sağlama almış! Bu üç katlı zırhı delip de içeriye mağduriyet kurşunu giremesin diye!

 

Bu üç zırhı delip de hala içeriye mağduriyet mermisi girebiliyor ve hala insan yaşamları telef olabiliyorsa, bunca tedbire karşın hala milyonlarca insan şu hayata mağdur gelip buradan yine mağdur bir şekilde gidebiliyorsa bu akla ziyan durum yaratıcının kabahati değil; bizlerin kabahati olsa gerektir.

 

Zaman zaman çevremizde görürüz, işitiriz. Bu gerçekliğe rağmen bir çok kişi kalkar ve sıkılmadan, "Allah versin" der. Allah vermiştir oysa herkesin hakkını! Kurduğu sistemle yapmıştır bunu! O çok nadiren gökten yardım indirir! Genellikle tüm işlerini sebepler vasıtasıyla yerine getirir.

 

Aileyi var etmiş... Sonra;

 

Hısım - akrabayı...

 

Komşularımızı...

 

Devleti...

 

Tüm bunlara rağmen bir toplumda hala mağdur insanlar varsa bunun sebebi Allah'ın o kişilere vermemesi, bu yönde bir taksimatı takdir etmesi değildir; onların bize emanet edilen haklarına bizlerin ipotek koymasıdır.

 

Haklarına ipotek koymak, sonra da kalkıp Allah versin demek veya Allah'ım yardım et diye dua etmek samimi olmasa gerektir. Allah vermiş; verilmesini istediklerimizin haklarını bizlere emanet etmiş sadece. Allah vermiş; bizler vermiyoruz hakları hak sahiplerine. Sonra da (haşa) Allah vermemiş gibi kalkıp yine Allah'a havale ediyoruz! Bu Allah'a hem iftira oluyor hem de O'na şükürsüzlük! 

 

Bu algı hatası yüzünden nice mağdur kişi Allah'a, kendilerini es geçtiğini yani adil olunmadığını düşündükleri için içten içe düşman oluyor belki de! Buna, "Allah versin" yahut "Allah'ım yardım et onlara" diyen bizler yol açıyoruz; farkında dahi olmadan!

 

Allah'ın kurduğu üç koruyucu halkayı - zırhı geçersiz kılan anlayışlar o kadar çoktur ki. Bunların son dönemde en önde geleni üst kattaki komşudan alıp alt kattaki komşu açken Uganda'ya vs. yardım götürdüğünü iddia eden, böylece, "Yakından başla, adım adım uzağa git" ilahi ilkesini iptal ederek doğal sosyal dengeyi bozan yardım dernekleridir. Diğerlerini de sizler düşünün!

 

Tekrar ediyorum: Bu üç sosyal zırha rağmen koca bir ülkede hala aç, açık ve mağdur varsa bu Allah'ın takdiri değildir. Bunun nedeni bu kişilerin bizlere emanet edilmiş olan haklarına ipotek koymamızdır.

 

Bunu yapmıyoruz  madem; hiç olmazsa dürüst olalım ve adını doğru koyalım bari.

 

TEK ŞIKKI OLAN BİR SINAV İMTİHAN OLMAZ

< Dine göre dünya imtihan yeridir; malum. Tek şıkkı bulunan bir dünya imtihanı akla ve mantığa, dolayısıyla da ilahi maksada uygun bir sınav olmaz! Dini akıl ve mantık dışı bir olgu gibi lanse etme huyumuzu ne zaman terkedeceğiz? >

 

Kız erkek aynı evde kalmalı mıdır, bu doğru mudur? Bu ayrı bir meseledir; devletin özel yaşama ve tercihlere kanun ve polis gücüyle müdahale etmesi apayrı bir meseledir! Dinen yanlış bir işin bedeli sadece günahtır. Dinen yanlış işlere ayrıca ceza vermek imtihan olgusunun kodlarını bozar! Sorun bu iki noktanın karıştırılmasından dolayıdır.

"Dinde zorlama yoktur; senin dinin sana benim dinim de bana" ayeti sadece cebir ve şiddetle zorlamak demek değildir. Her türlü psikolojik mücadele, sosyal etki, telkin, yönlendirme ve mecbur bırakma bir şekilde zorlamaktır; dolayısı ile de dine aykırıdır!

Buradaki mesaj çoğumuzun zannettiği üzere sadece Hristiyanlık yahut İslam dinini seçmekle sınırlı olan bir emir de değildir. Din yol, yaşam tarzı, inanış biçimi, inanç sistemi demektir. Dileyen istediği hak yahut batıl yolu, inanış ve yaşayış sistemini seçebilir; bu iki ayet bunu ifade eder.

İmtihan alanı bırakın ağır baskıları; en hafif tesirden dahi beri ve tamamen özgür olmalıdır. En ufak bir psikolojik baskı Allah'ın tek kabul edeceği amel olan "saf Allah rızası işi için yapma" imkanını zorlaştırır, bu iradeyi gölgeler. Böylece din adına ortaya çıkarılan ortam ve oluşturulan yapı saf dindar değil; münafık üretmeye başlar.

Allah, "Ne pahasına olursa olsun; yeter ki dindar olunsun" demiyor; bunu bazı akıllar böyle algılıyor ne yazık ki. Allah sadece ve sadece belli şartlar dahilinde olunacak bir dindarlığı makbul kabul ediyor!

Allah yine, "Ne yapın edin; bir şekilde herkesi dindar yapın" da demiyor. Kimseye böyle bir vazife falan yüklemiyor. Öyleyse durumdan vazife çıkarmaya vs. lüzum yok!

İslama göre amaca giden her yol mübah değildir: İslamda amaçtan daha çok araç yani üzerinde gidilen yol önemlidir. Allah, "Sonuca takılma, hidayet verecek olan sen değilsin. Sen sadece tebliğ et; yani bilmeyeni bildir, duymayana  duyur. Telkin yapma, baskı kurma, insanların çoğu doğru yola girecek de değildir zaten" diyor!

O halde sorun nedir?

İçki yasak, o yasak, bu yasak olsa millet imtihanı neyle olacak? Seçenek sayısı sınırlı, en az 4 - 5 seçeneğin bulunmadığı, sadece 1 şıkkın olduğu bir imtihan ne kadar gerçekçi bir imtihan olur? Ya da çeşitli şıklar var belki ama bazı şıkları seçebilmek çok zor hale getirilmiş; pratikte adeta imkansıza dönüştürülmüş! Bu durumda var olduğu söylenilen bir sürü şıkkın ne manası kalır? 

Nefis, sabır, seçimler, bunları yaparken ki iradenin mahiyeti, samimiyet, niyetler vs. ne ile sınanacak bu durumda?

Allah, "İyi de kötü de ayrılmıştır. Dileyen onu, dileyen de bunu seçsin" der mealen!

Dileyen deniliyor; dikkat edin! En ufak bir tesiri bırakın; böylesi bir tesirin kokusu dahi yok! Sadece dileyen... Dileyebilmek için özgürce seçebilmek gereklidir. Özgürlüğün olduğu yerde dileyebilmekten bahsedilebilir ancak!

İnsanlar dilediği yanlış işleri özgürce seçebilmeli. Ya da her türlü imkanı olduğu halde sırf ve saf Allah rızası için doğruyu tercih edebilmeli. Ki bunun Allah katında bir değeri olsun!

Tercihlerin, farklı şık ve seçeneklerin olmadığı bir yerde imtihan da olmaz! Oysa Allah bu dünyaya imtihan yeri diyor! Akletmeyen, nefsin fısıldadığı her içsel mesajı dini hassasiyetin takva yüklü sesi zannetme şeklindeki hatalı bir din algısı insanları nerelere götürüyor; görüyorsunuz!

(O yüzden her zaman söylüyorum: İnsan için algı; herşeydir! Çünkü insanın tavır, tutum, davranış ve yaklaşımlarını gerçekler değil; bir biçimde sahip olduğu algısı belirler. Öyleyse bu algı doğru mu yahut hatalı mı; bunu ayırdetmek çok hayati bir öneme sahiptir.)

Aksi bir yol izlemek, telkin ve psikolojik baskıyla zoraki etkilemek, bir biçimde diğer yolları ve alternatifleri tıkamak görünüşte ve yüzeysel bakınca dinen makbul bir iş gibi görülse de esasında feci bir hatadır; çünkü Allah'ın yarattığı imtihan olgusunu kökünden kundaklamak, temelini sabote etmektir.

Bu irade bulandırılmamalı, imtihan yemeğine baskı, telkin, yönlendirme ve şartlama suyu katılmamalıdır! Bu çok büyük bir vebaldir. Dediğim gibi imtihan olgusunu sabote etmektir, bunun için gerekli olan uygun ortamı dinamitlemek, imha etmektir.

İnsanların imtihanı için her türlü yanlış şeylere ulaşım özgür olmalıdır. Kişiler mecburen değil; saf Allah rızası için seçim yapabilmelidir. Bu ilahi imtihan ortamı kesinlikle muhafaza edilmelidir.

İmtihan varsa bir çok şık ve seçenek de bulunmalıdır! Tek şıkkın olduğu bir sınav imtihan değildir; sonucu baştan belli olan bir kandırmaca ve oyundur sadece!

İmtihan için gerekli olan günaha ulaşabilme şıklarını - yollarını kapamak bir sınavdaki soruları çalmak gibidir. Bu sınav geçersiz bir sınavdır! Böylesi yüce bir sınavı geçersiz kılmaya kimsenin hakkı yoktur!

Bu takva elbiseli nefsi ve şeytani (algısal) tuzağın sonucu Allah'ın istediği saf dindarlar yaratmak değil; dini sadece birkaç şekli ibadete indirgemiş, sığ bakışlı ve kuru anlayışlı, en önemlisi de münafık tıynetli karakterler üretmektir sadece!

SONUÇ

Öyleyse çekilelim aradan da Allah herkesi özgürce imtihan yapsın! Kimi sınıfını geçsin bu özgür sınav sonunda kimisi de bütünlemeye yani ilahi affa kalsın! 

HÜZNÜNÜ ABARTMAK: İSTEMİYORSAN NEŞE VE KEYFİNİ DE ABARTMA

Dinimiz sevinç ve hüzün gibi tüm duyguları aşırıya kaçmadan yani itidalli bir çizgide yaşamayı salık verir. Bu ne kadar bilimsel bir öneridir. Bu yazıda bunu ele aldım

***Günümüz insanı keder ve hüzünden daha fazla etkileniyor! Neden? Hasta olduğundan, beynindeki kimya bozulduğundan mı? Elbette ki hayır! Çünkü günümüz insanı neşe, keyif ve mutluluğunu da fazla abartıyor! Bunun çok önemli bir nedeni de bu! Bunu bugüne değin hiç duydunuz mu? Duyamazsınız!***

 

Allah ne sevincinizi ne hüznünüzü abartın buyuruyor! Tüm duygularınızı itidal üzere yaşayın diyor! Dinde bile aşırıya gitmeyin diyor; her işte ne ifrat ne tefrit çizgisini öneriyor, sadece mutedil noktayı yani orta yolu tavsiye ediyor!

Buradan şu çıkıyor:

Demek ki yaşadığımız psikolojik süreçlerde "ama elimde değil ki" gibi bir bahaneye sığınmamız doğru ve gerçekçi değil!

Demek ki tüm duygular abartmadan da yaşanabiliyor! Bunun için çok teknik olmaya falan da gerek yok; demek ki sadece "abartmayın" tavsiyesi bile yeterli olabiliyor! Yoksa bunun formülleri de verilirdi! Oysa öyle yapılmamış, sadece abartmayın denilmiş!

Burada şöyle bir soru akla geliyor haliyle:

"Mutluluğu abartmamak tamam elimizde olabilir; peki mutsuzluğu ve hüznü nasıl abartmayacağız! Bu elimizde mi ki! Bu kolay mı?"

Elimizde olmasa yüce yaratıcı bunu söyler mi; bizlerden yapamayacağımız bir şey ister mi!

Aslında yüce Allah önerisi içerisinde sakladığı ince bir detayla bize mutsuzluğu ve hüznü abartmadan yaşamanın ipucunu, formülünü de veriyor!

Dikkat edin:

Sadece hüznünüzü, acınızı, mutsuzluğunuzu abartmayın denilmiyor! Mutluluğunuzu, sevincinizi, neşenizi, keyfinizi de abartmayın; tüm duygularınızı dengeli ve itidal üzere yaşayın buyruluyor!

Peki bahsettiğim incelik nerede?

İncelik tam da burada yatıyor işte!

Bir duyguyu abartarak yaşamak zıddı olan duyguları abartarak yaşamaya yol açar! Bir duyguyu abartarak yaşarsanız zıddı olan duyguları abartarak yaşamaya mecbur kalırsınız! Bunu bize modern psikoloji bilimi söyler! Allah da aynı şeyi söylüyor zaten!

Yani mutsuzluğu, acıyı, hüznü, kederi abartmadan yaşamanın yolu zıddı olan neşeyi, sevinci, mutluluğu abartmadan yaşamaktan geçer!

"Ben mutluluğumu abartılı yaşayayım; hüzün ve keder olursa onları abartmam" demekle bu mümkün olmaz! Tekrar ediyorum: Bir duyguyu abartmadan yaşamanın yolu zıddını da abartmadan yaşamaktan geçer sadece!

Allah ne sevincinizi ne hüznünüzü abartın derken bize hüznü, acıyı, kederi abartmamanın formülünü veriyor aslında!

Kişisel gelişim ekolleri vs. ne yapıyor peki?

Verdikleri tüm mesajlarla neşemizi, keyfimizi, mutluluğumuzu alabildiğince yoğun yaşamamızı telkin ediyorlar!

Farkındalığımızı artırarak ve mutluluk odaklı bir algı ve beklenti inşa ederek bizi bu duygulara aşırı duyarlı hale getiriyorlar! Duyarlılık artınca hassasiyet artar; hassasiyet artınca da etkilenme artar! Böylece bizleri zıddı olan duygulara da aşırı duyarlı hale getirerek bu duyguları da abartmamızın zihinsel tohumunu ekiyorlar!

Yani acılı anlarımızın tohumunu neşeli anlarımızda ekiyoruz! Bu tohumları elimize bu ekoller veriyor!

Mutluluğu alabildiğince yaşayın diyorlar; böylece bizlereİ hüzünlerinizi, kederlerinizi, acılarınızı yani mutsuzluklarınızı da abartarak yaşayın demiş oluyorlar. Çünkü direkt bu sonuca götüren bir yola sokuyorlar bizi! Bu yoldan başka bir yere varılmaz!

Sınırsız hüzün yoktur. Sebebi ne olursa olsun tüm hüzünlerin alt ve üst sınırları vardır. Kimisi ufacık bir olayla en üst perdeden yaşar acısını kimisi en ağır olayda! Birinci kattan düşen de zemine çakılır, onuncu kattan atlayan da! Onuncu kattan atlayan on kat daha yerin altına gitmez!

Acıların, hüznün ve kederin en tepe noktası dahi katlanılamaz değildir. Çünkü Allah kimseye dayanamayacağı bir yük yüklemeyeceğini beyan ediyor. Bir acıyı dayanılmazmış gibi yaşamamızın nedeni zamanında zıddı olan duyguları abartılı olarak yaşama ve aşırı önemseme hatamızdır. Dikkat edin çevrenize: Olumlu duygularını fazla belli etmeden itidalli yaşayanlar acıları ve hüzünleri de aynı şekilde itidalli yaşarlar! Mutluluklarını sürekli patlamalar halinde yaşayan kişiler ise hüzünlerden ve acılardan daha fazla müteessir olurlar!

Yaşadığımız acının yüzde elli nedeni yaşadığımız olay ise de geri kalan yarısı zıddı olan duyguları abartarak algılamak ve yaşamaktır. İyi ve hoş günlerde bu günlerin tohumunu bu şekilde ekme hatamızdır.

O halde mutsuzluğu dert olmaktan çıkarmanın yolu kişisel gelişim ekollerinin vs. önerdiği gibi mutluluğa daha fazla önem vermek ve bu duyguyu çoğaltmaya çalışmak değil; mutluluğu itidalli yaşamak ve bu duyguya orta düzeyde önem vermektir.

Acıları ve kederleri abartmadan dolayısı ile fazla etkilenmeden yaşamanın yolu sevinçlerimizi, neşe ve keyiflerimizi çoğaltmak değil; bunları orta çizgide yani abartmadan yaşamaktır.

Ne demiştim:

Bir duyguyu abartarak yaşarsanız zıddını da abartarak yaşamanız kaçınılmaz olur! Mutluluğu abartırsanız mutsuzluğu da abartmaya mecbur kalırsınız!

Bir duyguyu yaşama şekliniz zıddı olan duyguları yaşama şeklinizi belirler!

Yaşama şekliniz de etkilenme düzeyinizi tabi ki...

BEN KÜÇÜKKEN ALLAH'I GÖRDÜM

Ben küçükken Allah'ı gördüm. Bu adam iyice uçtu galiba demeyin hemen. Bu kadar önyargılı olmayın! Statükoya göre ben artık tam bir şizofrenimdir; bu kesin!

Çocuktum. Daha doğrusu bir gençtim. Lise birinci sınıf yılları. Köydeydim. Yaz tatili süreciydi. Dayımın oğlunun o gün düğünü vardı! Hangi gün mü? Allah'ı gördüğüm gün!

Bir arkadaşım, "Gel seninle dağa kum almaya gidelim, düğüne akşam birlikte gideriz" dedi.

Zaten çekingen olan ben için bu teklif can simidi oldu. Çünkü düğüne erken gidersem hizmet ettirirler, ben de çok utanır, sıkılırım diye düşündüm. Bu teklif dayı oğlunun düğününe geç gitme fikrinin vereceği huzursuzluğa panzehir oldu. Kabul ettim haliyle.

Çocukluk arkadaşım iyi bir şoför değildi. Traktörü de zaten dayısından emanet olarak almış! Daha doğrusu abisi almış, o bir boşluk bulmuş, traktörü çalmış, bu fırsatı kullanıyordu!

 

Derken traktöre bindik ve dağa gittik. Birden delice bir sürat yapmaya başladı. Yollar bozuk olduğu için traktör çok sarsıyordu. Arka tekerin önünde elimle kaportadan tutmuş zaten zar zor durabiliyordum yerimde. Çıldırmış gibi hızlandı bir an! Sürekli sarsılıyor, havaya zıplamamak için kendimi zor tutuyordum. Tutunacak bir yer de yoktu. Tutunacak yeri olan kaportada daha küçük bir çocuk olan arkadaşımın amca oğlu oturmuştu. Bana karşıdaki arka teker üstü kalmıştı.

 

Elimle tutunduğum yer zaten elimi kesiyordu ve her an havaya zıplayarak savrulabilirdim.

Nitekim de öyle oldu!

Havaya zıpladığımı anımsıyorum. Yukarıda ters dönüp kafa aşağı ters dönüşümü hiç hatırlamıyorum. Bir de ayaklarım yukarıda, başım tam arka tekerin önünde, yere dimdik süzülerek inerkenki halimi hatırlıyorum. Bunlar bir aniye içinde olan şeyler bu arada!

Gözümü açıp kendime geldiğimde yukarıda ters dönmüş, aşağıya doğru süzülmüş, yüzüm traktörün kocaman arka tekeri önünde, gözlerimle hemen önünde dönen tekerin iri dişlerini izliyorum.

İşte Allah'ı da tam bu esnada gördüm. Yukarıda ters dönüp tam arka tekerin önüne serbet düşerken fizik dışı bir şey oldu ve ben en az 10 metre yan tarafa, tarlaya savruldum. Bu yukarıdan serbest bırakılan bir kalemin yere doru dikey olarak süzülürken bir anda tam 10 metre yan tarafa düşmesi demekti. Bu fiziken imkansızdı.

Bir yerde fizik dışı bir iş varsa orada metafizik bir iş var demektir.

 

Metafizik bir olgu söz konusu ise bu, "Demek ki herşey madde demek değilmiş" anlamına gelir. Her şey madde değilse Allah da var demektir.

İşte ben şahit olduğum bu metafizik olayla Allah'ı gördüm. Zaten sekiz, on takla atarak 10 metre yandaki tarlanın içine düşünce (yola, yani arka tekerin tam önüne, boylu boyunca ve dimdik düşmem gerekirken, zaten yere çakılmama en fazla 10 cm ancak kalmışken, bu noktaya kadar dimdik düşerken) aklıma ilk gelen şey, "Sahiden Allah varmış" düşüncesi oldu!

Ölümden bir - iki saniye önce dönen bir çocuğun aklına ilk olarak bu düşüncenin gelmesi de çok ilginçti. Sanki mesaj verilmişti. Mesaj hedefine iyice ulaşsın istenilmişti.

Görme olgusunu sadece "gözle görme" olarak anlayanlar dışında buna kim, "Bu olay Allah'ı görmek demek değildir" diyebilir! 

Bu olay beni halen çok etkiler. Şimdi bile etkilendim! 

HER İŞTE BİR GANİMET VARDIR

Bir arkadaşımın ricası üzerine bu hafta sonu bir köye taziye ziyareti

için gittik. Ne zamandır şehir dışına çıkmıyordum, yazdan kalma havası

ile köy gezintisi bana oldukça iyi geldi.

Yolda sohbet ederek giderken arkadaşın bir ara, "Her şeyde bir hayır vardır" yerine sürçü lisan ederek, "Bunda da bir ganimet vardır" demesi taziye moduna giren bizlerde anlık gülüşmelere neden oldu. Bazen hayatın boş oluşundan

dem vuran bilindik muhabbetlerle bazen de ufak çaplı gülümsemelerle ne

olduğunu anlayamadan köye vardık.

Geniş köy meydanındaki açık alanda otururken aynı arkadaş ikinci

bombayı da patlattı. Son derece ciddi bir eda ile kulağıma eğilerek,

"Beş dakika camiye kadar gidip geliyorum" dedi. Ölüm meselesinden

etkilendi de namaza başlamaya falan mı karar verdi şeklinde düşünerek,

"Hayırdır, namaza mı?" diye sorduğumda gülümseyerek, "Yok, lavabosu

var" demesi üzerine moda tabirle "kopmamak" için kendimi zor tuttum.

Bu arada önemli bir makamda devlet memuru olduğu her halinden belli

olan, kalabalığın içinde oldukça dikkat çeken birisi, "Merhumun ruhu

için..." diyerek fatiha okuttu, ardından da ayağa kalktı. Bir - iki,

"Müdür bey ayağınıza sağlık" sözüyle bu kişinin bir kurumda müdür

olduğunu anladım. Yöneldiği dört çeker arazi arabasının ön kapısında

bir kurumun amblemi de vardı ancak bunu uzaktan tam olarak seçemedim.

Müdür bey devletin resmi arazi arabasıyla gelmişti taziyeye. Günlerden

cumartesi olduğu için şoförü resmi izinliydi muhtemelen. Onun iznini

yiyerek kul hakkına girmek istememişti besbelli ki. O yüzden kendisi

getirmişti devletin arabasını, bir cumartesi günü, sevabı yüksek

taziye ziyaretine. Dönerken de yine şoför mahalline kendisi geçmişti o

yüzden. Derken kısa sürede taziye evinden uzaklaşarak gözlerden

kaybolup gitti. Ardında, benden başka kimlerin dikkatini çektiğini

tahmin edemediğim ironik bir görüntü bırakarak!

Derken ezan okundu. Çoğu gün Allah'ın yüce hatırı için bile

gitmediğimiz halde O'nun yarattığı nankör ve şükürsüz kuluna ayıp

olmasın diye cümle cemaat yöneldik camiye. Camiye biraz önce sadece

lavabo ihtiyacı için giden arkadaşla birlikte tabi ki. Hep birlikte

şadırvanda abdest almaya başladık. Nedense bugün kafam şeytanlığa

çalışıyordu, bu açıkça belli oluyordu. Abdest alırken harıl harıl akan

sular ilgimi çekti bu sefer de. "Ne tuhaf" dedim içimden. Ne tuhaf! Abdest

alırken, helal bir iş yaparken bile haram işliyorduk. Suyu gereksiz

yere oluk oluk akıtıyorduk ki bu israftı. İsraf ise büyük bir

günahtı. Helali bile haramla işliyorduk yani. Şeytan, "O topraktan ben

ise ateşten" diyerek secde etmediği kulun delik deşik olmuş kulluğuna,

yamalı bohçaya çevirdiği ibadetine, bu acınası haline tef çalıp

oynuyordur muhtemelen diye geçti aklımdan. "Şu kulları ne hale

getirdim böyle" diyerek nasıl da övünüyordur kimbilir diyerek...

Sonra yemeğe geçildi. Yemek sofrasına tam bir matem havası hakimdi.

"Bu işte de bir ganimet vardır" diyen arkadaş küçük oğluyla birlikte

yanımda oturmuştu yer sofrasına. Sadece onun önünde yemek

eksikti. Bir süre sessiz kaldı, sonra, "Fazla sulu yemek varsa..."

diyerek dayanamadı, istedi. Bir anda bunun ayıp olabileceğini aklından

geçirmiş olmalı ki gelen yemeği, "Al oğlum" diyerek çocuğuna uzattı.

Aniden sessizliği bozan bu yüksek volümlü talebiyle çevreye, "Yanlış

anlamayın dostlar, kendim için değil; çocuk için aldım" demeye

çalışıyordu besbelli ki.

Gelirken yolda lise talebesi olduğunu sonra öğrendiğim bir genci aldım

arabaya. Aynı köydendi. Şehre dersaneye gidiyordu. Hava alanı yolundaki

fabrikalardan birisinin babasının dayısına ait olduğunu söyledi.

Kendisine, "Şanslısın, okulu bitirince işin hazır demekki" dedim,

muhabbet olsun diye. "Olur mu, ne işim var benim. O kadar okulu boşa

mı okuduk..." dedi. Bir an üniversite mezunu zannettiğim arkadaşın

lise sonda olduğunu, "O kadar eğitim.." diyerek kastettiği eğitimin

de ilköğretm ve lise olduğunu anladım. Şaşırarak, "Sanırım

üniversite hedefi çok büyük o zaman" diye düşündüm. Sorduğumda en

büyük hayalinin iki yıllık yüksek okul olduğunu öğrendim. "O kadar

yıllık" lise eğitimi ile dayısının fabrikasında çalışmayı beğenmeyen

kardeşimiz iki yıllık yüksek okulu bitirirse o fabrikaya müdür

olacağını mı zannediyordu?

Tam olarak bunu anlamaya çalışıyordum ki yol bitti ve şehre geri

döndük. Kıştan kalma ılık bir ilkbahar gününü daha hüzünlü ve hoş

anılarla birlikte yarınımıza hatıra bırakarak!

DİNİ MİLLİ TÜM BAYRAMLAR HEPİMİZİN; VE HEPİMİZ KARDEŞİZ

Milli bayramlar vatan sevgisini diri tutar! Vatan sevgisi ise imandandır. O halde milli bayramların imanla bile ilişkisi vardır. Bu yönüyle milli bayramlar dini bayramlardan asla daha az önemli değildir. Son yıllarda bayramları yarıştırır, dini bayrama yakın, milli bayramlara ise uzak durmayı adeta takva alameti zanneder hale geldik.

Kutuplaştırma mükafatı kısır kişisel menfaat, zararı ise ülkenin kaybı olan ve bilerek başvurulan bir yöntemdir. Kemikleşmiş toplumsal bloklar ve siyasi abonelikler yaratır sadece!

 

Her abonelik ise iradeyi ipotek vermek, değişen koşullara rağmen dinamizmi yakalayamamak, çakılmak ve statik kalmak demektir! 

Kim ne amaçla yaparsa yapsın asla bu oyuna gelmemeliyiz!

Bayramların bizlere hediye edildiği dönemlerde kişisel bazı yanlışlar yapılmış olabilir. Bu bizim bayramlara tavır almamızı gerektirmemeli! Nasıl ki Müslümanların hatası İslamı bağlamaz, bazı kişilerin hatası da bayramların kendisini bağlamamalı, değerini azaltmamalıdır.

Cumhuriyet dinde zorlama yoktur ilahi buyruğuna hayat veren bir sistemdir. Dinin doğasına en uygun rejimdir. İlahi imtihan olgusu için gerekli olan hür ortamı sağlar.

Diğer tüm rejimler az ya da çok baskıcıdır ve saf Allah rızası için iş yapma imkanını tanımaz; görünüşte dindar ancak özünde münafık tıynetli karakterler yaratır.

Din bu dünyaya devlet sistemi kurmak için gelmemiştir; din herkesin tek tek imtihan olduğu gerçeğini haber vermek için ve bunun ilkelerini öğretmek amacıyla gelmiştir. Dinin temel maksadını adeta siyasi bir devlet rejimi kurmakmış gibi yansıtanlar dini kendi siyasi ikballerine alet edenlerdir.

Sadece İslami terör değil islami rejim de olmaz! İslam sadece İslamdır, bir dindir.

İslami denilerek kutsiyet izafe edilen rejimler sorgulama ve yanlışlara karşı çıkma şansını azaltır. Çünkü rejim güya islamidir, islama ise karşı çıkılmaz! Bu ise insanları ve kalpleri zamanla İslama sadece düşman eder! Sevdirmez bilakis nefret ettirir. Dediğim gibi başka nedenlerden dahi kaynaklansa birçok yanlış uygulamanın dine mal etdilmesine ve kalplerin ondan soğumasına yol açar. Oysa Allah kolaylaştırınız ve kalpleri ısındırınız, nefret ettirmeyiniz buyurur!

Bu yüzden Kur'anda devlet sistemiyle ve yönetimle ilgili konularda çok az şey söylenmiştir. Çünkü Allah devlet sisteminin salt din eksenli belirlenemeyeceğini; bunun zamana, toplumlara, kültürlere, gelişmişlik ve algı düzeyine göre değişebileceğini bilir! Din sadece insanlığın ortak yararına olan belli başlı bazı temel parametrelerden bahseder, net ve spesifik, fazla sayıda ve çok bağlayıcı hükümler vaaz etmez bu konuda!

Heyhat! 

Kimi Marmamaraya seviniyor, kimi Tandoğan'daki kalabalığa! Kimisi cumhuriyete seviniyor sadece, kimisi kurban bayramına! Sevinci bir, tasası bir bir toplum olmaktan hızla uzaklaşıyoruz!

Birlikte yaşadıkları halde tasası ve sevinci bir olmayan bir toplumu çok büyük bir felaket bekler!

Tasanın ve acının bir olması için herşeyimizin bir ve aynı olması gerekmiyor. İnsan ve ortak vatan sevgimizin bir ve aynı olması yeterlidir. Çözüm art niyet taşımayan herkesin her ortak değere, her güzelliğe ortaklaşa sahip çıkmasında! İçimizdeki hainler kendimize kıs kıs güldürüyoruz! 

Bu vesileyle şunu da söyleyeyim: 

Milli bayramlara dini bayramlara göre oldukca uzak duran bir kısım mütedeyyin kesim bunun tam aksini yapan birkısım sol kesim gibi ülkenin ve toplumun ayrışmasına katkı yapmış oluyor.

Ayrışmaya alet olmak bütünlüğü ve kardeşliği savunan dinimizin ruhuna da aykırıdır.

Tüm bayramlar hepimizin, hepimiz ise Ademdeniz ve kardeşiz.

CUMHURİYET BAYRAMIMIZ EN AZ DİNİ BAYRAMLAR KADAR KUTLU VE COŞKULU OLSUN!

UNUTMAYALIM Kİ DİNİ BAYRAMLARA ÇOK YAKIN DURDUKÇA DAHA MAKBUL KUL OLMAYIZ.

MİLLİ BAYRAMLARA UZAK DURDUĞUMUZ ZAMAN DA ÖYLE.

VATAN SEVGİSİ İMANDANDIR.

BAYRAMLAR VATAN SEVGİSİNİN BİRER UNSURU, BAYRAM COŞKUSU DA BUNUN BİR BAŞKA GÖSTERGESİDİR.

DİNİ BAYRAMLARA GEREKEN ÖNEMİ VERMEMEK İFRAT, MİLLİ BAYRAMLARA AYNI MUAMELEYİ REVA GÖRMEK İSE TEFRİTTİR.

ESAS OLAN BUNLAR DEĞİLDİR; ORTASIDIR YANİ İNCE ÇİZGİ OLAN İTİDALDİR! 

ALLAH HEPİMİZİ BU İKİ İLLETTEN BİRİNE DÜŞME HASTALIĞINDAN KORUSUN!

ESKİDEN HERŞEY ÇOK İYİYDİ, ŞİMDİ İNSANLIK BİTMİŞ EFSANESİ

İyilik bitmiş, her yeri kötülük kaplamış vaaz ve söylemleri sadece kötülüğün reklamı olur ve sadece kötülüğü çoğaltmaya hizmet eder. Bu yaygın anlatımın nedeni konuya ilişkin hatalı bakış açımızdır.

Evet sürekli kötülüğü eleştirmek en çok kötülüğe hizmet eder. Reklamın iyisi kötüsü olmaz çünkü.

Her yerde kötülüğe hizmet eden öyle sinsi bir psikolojik savaş var ki. Kimisi iyilik kılığı altında kimisi alenen kötülük çıplaklığı içersinde hep aynı değirmene su taşır halde birbiriyle yarışıyor. Kimisi yukarı ki yoldan kimi de aşağıdaki patikadan geliyor lakin hepsi de testisindeki suyu aynı değirmene boşaltıyor. Bu değirmen hep aynı şeyleri öğütüyor: İnsanlık!

"İnsanlık ölmüş! İyi kimse kalmamış. İyilik edilmemeliymiş kimseye. Yoksa insan pişman oluyormuş" vs.

İyilik adı altında ticaret yapanlar, bu yüzden yaptıkları iyiliğe karşılık göremeyince hemen feryadı basanlar bu sinsi psikolojik savaşın baş aktörleri. Sağ - sol, az dindar çok mütedeyyin hiç fark etmiyor. Her kesimden yığınla oyuncusu var bu senaryonun!

Oysa insanlık serüveni her devirde olduğu gibi gayet tabi akışında seyrediyor. Şuan olup bitenlerin eskiden olanlardan nicelik dışında fazla bir farkı yok aslında. Kötülerin sayısı arttı sadece, kötülük türleri hep aynıydı. Kötülerin sayısı ise bozulma hızlandığı için değil; nüfus katlanarak arttığı için bu denli çoğaldı.

Kötüler her devirde vardı. Haliyle kötülükler de. Sanki eskiden hiç kötü ve kötülük yoktu da sadece günümüzde varmış havası hakim her yere! Bu görünüşte kötülükleri eleştiren ama dayanağı gerçekçi olmayan sureti hak kılıklı tutum ruh karartıyor, moral bozuyor, kişileri atalete sevk ediyor. Sağdan yaklaşıyor lakin soldaki uçuruma yuvarlıyor toplumları.

Günümüzde cinayetler var evet. Lakin ilk cinayeti ilk insan aynı zamanda ilk peygamber olan Hz. Adem'in evlatları işledi.

Tek insanlık düşmanı son yüzyılda yaşayan Hitler, Mussolini, Saddam mı sanıyoruz yoksa? Tarihte ne Firavunlar, ne Nemrutlar, ne Zalim Haccaclar, ne Moğollar yaşadı. Dört halifeden üçü şehit edildi; peygamberimizin vefatı üzerinden daha yarım asır bile geçmeden! Günümüzde en azılı kafir bile Hz. Muhammed adını duyunca az çok hürmet ediyor!

Günümüzde banka soyuluyor; eskiden ahırdan at çalınıyordu.

Günümüzde kuyumcu yağmalanıyor; eskiden çadırlar kundaklanıyordu.

Günümüzde petrol için savaş çıkıyor; eski devirde kralın daha fazla toprak, daha geniş coğrafyaya hüküm sürebilme sevdası yüzünden çıkardı çoğu zaman!

Eskiden birisinin kafasını bozdunuz mu karnınıza kılıç sokardı; şimdi en fazla laf sokuyorlar böylelerine! 

Eskiden yardımlaşma daha mı iyiydi? Eskiden ki kıt koşullar yardımlaşmayı zorunlu kılıyordu sadece. Eski devirlerde yaşamış herkes ortak menfaatleri yardımlaşmayı gerektirdiği için daha çok yardımlaşıyordu. Şimdi imkanlar çoğaldı, birilerine duyulan ihtiyaç azaldı.

Eskiden devlet örgütlenmesi bugünkü kadar iyi değildi. Şimdi vatandaş devlete vergi veriyor. "Benim zamanım yok, hangi birine ulaşayım ben; al ücretini, sen benim yerime yardım et, korunması gerekeni sen benim adıma koru" demiş oluyor. Yani günümüz insanı yardım etmeyen bencil kişiler değil o kadar da! Sadece yardım el ve yöntem değiştirdi.

Evet günümüz insanı iki kişi kavga ederken pek karışmıyor çünkü bunun için kurallar koymuş, hukuk tesis etmiş, parasını vererek kolluk kuvvetleri kurmuş, onları bu işle görevlendirmiş! Devir iş bölümü, yapılanma ve sistematik olma devri.

Velhasıl günümüzde ne kötü sayısı eskiye oranla çok kötü ne de kötülükler eski devirlere göre alabildiğine artmış vaziyette. Böyle gösterenler bizi derin bir karamsarlığa iterek üzerimize düşen vazifelerden bizleri alıkoymaya çalışıyorlar. Sen mi düzelteceksin boş ver demiş oluyorlar bizlere.

Oysa mesele düzeltme düzeltmeme meselesi değil. Çünkü hiçbir şey hiçbir zaman ideal manada düzelmedi, düzelmeyecek de. Her şey her zamanki gibi kendi doğal akışında işlemeye devam edecek yine!

Mesele sonuç değil; süreç... Mesele bizim nerede durduğumuz; mesele bizim ne yapıp ne yapmadığımız... Mesele toplum düzeleceği için değil; toplumun düzelmeyeceğini bilerek bir şeyler yapabilmekte... Yangını söndüremeyeceğini çok iyi bildiği halde ağzında su taşıyan bir karınca kadar olup olmamakta mesele.

Dünya ister eskiye göre çok kötü isterse eskiye nazaran çok iyi olsun. Sen bundan sorumlu değilsin. Bu her devirdeki olağan akış. Elbette yatağında akacak bundan sonra da. Sen elbette ki nehrin yatağını tersine çeviremeyeceksin. Kimse senden bunu falan da beklemiyor. Senden sadece üzerine düşeni yapman bekleniyor. Bu durumda kim nankör, kim vefalı, kim daha öyle yahut daha böyle olursa olsun! Sen nesin, sen nasılsın, sen nerede duruyorsun; bu önemli! Bu sonucu değil süreci önemli olan bir mesele!

Tıpkı Çin'e giden ve orada bir evlatlık alıp büyüten misyoner kadının kendisine, "Hangi birisini, burada böyle milyonlarcası var" diyen kötülük şakşakçısı Çinli'ye, "Ama benim karşıma Tanrı bunu çıkardı" demesi gibi.

Sen her şeyden sorumlu değilsin. Karşına çıkandan, üzerine düşeni yapıp yapmadığından sorumlusun sadece.

Dünyanın bir algı hatası sonucu gözüne eskiye nazaran daha berbat görünmesi seni aklamayacak yarın! "İnsanlık bitmiş vallahi" sözcüğünü içine birazcık hüzün katarak kullanman da... "Bu rüzgarı biz bilerek yolladık size. Sen yükselmek için uçurtma oldun mu karşısında, onu söyle" diyecekler!

ALLAH AŞKINA ALLAH AŞKI DEME, ALLAH SEVGİSİ DE

"Kavramlar algı oluşturur. Algı; zihin inşa eder. Zihin ise ya bize derya gibi engin bir dünya örer yahut bizi dört duvarlı bir hapse gömer" temel bilgisiyle ve, "Sorun; sorunlarımızda değil! Sorun; sorun algımızda" parolasıyla çıktığımız algıları düzelterek hem sorunlarımızı hem de yaşamımızı dönüştürme hareketimiz devam ediyor.

Önemi dolayısı ile çok sık bahsediyorum!

Kavramsallaştırma çok hayatidir! Oysa çok yüzeysel düşüncelerle ve çok kolay kavramsallaştırma yapıyoruz! Çoğu kavramsallaştırmayı bizler bile yapmıyoruz; bunları bilinçli eller sinsi emelleri için üretip salıyorlar toplumun içine! Sonra bunlar bütün beyinlerde virüs gibi çoğalıyor; tüm algıları, düşünceleri, duyguları, hatta davranışları ele geçirmeye başlıyor!

Ne acıdır ki ülkemiz bu konunun öneminden hala habersiz! Ne bu savaşa karşı anti savaş birimleri var ne de zihinleri bu virüslerden temizleyen bir anti psikolojik çalışma! Bunu nacizane ben yapmaya çalışıyorum! ( Şu enaniyete bakın; "ben" :) )

Bu zehirli kavramsallaştırmalardan birisi de aşk ile ilgili! Birileri Allah'a olan yoğun sevgilerini (sırf yoğunluğu vurgulamak adına) "aşk" kavramıyla nitelendiriyorlar! "Bizim ki sizinki gibi sevgi değil; daha ilerisi; aşk boyutunda" demek için!

Oysa aşk sevginin ileri boyutlusu değildir; hastalıklı ve şehvetli halidir. Sevginin daha ileri boyutlu olanı fazla sevgidir, yoğun sevgidir, saf sevgidir, gerçek sevgidir vs; ama asla aşk değildir!

Bu zaman zaman öyle bir noktaya varıyor ki çoğu mütedeyyin yazar bile hayatın anlamı aşktır diyebiliyor! Sorduğunuzda ise devreye hemen hile-i şerriye mantığı giriyor ve, "Siz bizim aşktan ne kastettiğimizi anlamıyorsunuz" deniyor!

"Ben senin niyetini bilmem kardeşim; ben senin somut, dışa yansıyan hatana bakarım. Topluma senin görünmeyen niyetinin bir katkısı yok; ama alenen sebep olduğun hatalı algıların çok zararı var" diyorum, bu gibilere!

Daha önce birkaç yazımda aşkın aslında süslenmiş şehvet olduğunu yazdım; bunun delillerini de verdim. Bu algının hala ayakta durabilmesinin mantık temellerini çürüttüm; sadece -o da şimdilik- alışkanlık ve kuru inat temeli üzerinde ayakta durmaya devam ediyor.

Allah sevgisine bazılarınca "Allah aşkı" deniyor, malum!

Yoğun Allah sevgisine "Allah aşkı" dediğinizde sadece aşk gibi kirlenmiş ve cinsellikle özdeş algılanır hale gelmiş bir kavramı uygunsuz bir yerde kullanmış olmakla, böylece negatif çağrışımlara yol açmış olmakla kalmazsınız; aşkı sınıflandırmış, başka aşkların da bulunduğunu yani şeytanın süslü aşk oyununu kabul etmiş olursunuz!

Bu durumda tek gerçek aşk Allah aşkı falan denilmesinin bir anlamı da kalmamış olur!

Siz zaten böyle tanımlamakla baştan başka aşkların da gerçek olduğunu kabul etmiş olursunuz!

ZİNA EDEN KİRLENMİŞ MİDİR? BEN ARTIK KİRLENDİM ALGISI

Mesleğim gereği nadiren de olsa evlilik öncesi veya dışı ilişkilerle de karşılaşıyorum. Çoğu kişinin zihnini en çok rahatsız eden, bunalımlara sokan düşüncenin başında ben artık kirlendim duygusu geliyor.

Bu algıyı kimler ne maksatla üretti beyinlerimizde; bunu tam olarak bilebilme şansımız çok mümkün değil! Ancak bu algı inşasının altında gençleri erken ve yanlış bir cinsellikten koruma, bunun için de böyle bir hissiyat oluşturma kaygısının rol oynadığı belli oluyor. Koruyalım da nasıl korursak koruyalım mantığı yani!

Kirlendim düşüncesi oluştuğunda kirlilik hissiyatının oluşması kaçınılmazdır. Nitekim de böyle oluyor; çoğu genç, özellikle de genç kız bu psikolojinin bataklığında geziniyor! Bu bataklık çoğu zaman ölüm ve intihar vakumlarıyla bu kişileri daha dibe çekerek yutmak için adeta deliriyor.

Oysa bu algı son derece yanlıştır. Cinselliğin evlilik dışı olarak veya erken yaşta yaşanması kirlenmek demek değildir. Bu sadece dinen günah sayılan, ahlaken ayıp olarak kabul gören, insan olarak baktığımızda da psikolojik vb. açılardan hatalı duran bir davranıştır.

Böyle bir eylem içine girdiğinizde kirlenmediniz; sadece bir hata yaptınız! Eğri oturalım lakin doğru konuşalım. Durumu doğru tanımlayalım. Çünkü tanımlamak çok hayatidir. Siz meseleyi nasıl tanımlarsanız bu tanımlamayı okuyan beyniniz ona uygun bir psikoloji üretir.

Çoğu tuzu kuru olan ve kendi hayat algısını yegane doğru olarak dayatan uzman gibi yaparak erken ve evlilik dışı ilişki bir tercihtir, son derece doğaldır falan demiyorum! Çünkü bir toplumda ve değerler sistemi içinde yaşıyoruz. İnsanı bunlardan soyutlayarak algılamak en temel metodolojik hata olur.

Böyle bir yaşantı geçirmiş iseniz ilk başta yapacağınız şey bu süreci doğru tanımlamak, doğru anlamlandırmaktır. Durumu içinizden geldiği gibi değil; tanımlamanız gerektiği gibi tanımlayın evvela!

Bunun ilk şartı ise meseleyi hatalı kavramlarla ilişkilendirmemektir. Yani ben kirlendim sözcüğünü ağızlara hiç almamaktır.

Bu gibi durumlarda şu kavram şablonunu ısrarla kullanarak klasik düşünceniz haline getirin:

"Ben kirlenmedim. Bana bu algı öğretildiği için ben böyle algılıyorum.

 

Ben dinen günah olan, ahlaken doğru bulunmayan, insan olarak da hata kabul edilen bir davranışta bulundum sadece!"

Günah noktasında Allah öncelikle günah işleme diyor; şayet işlersen de tövbe et buyuruyor. Bunun dışındaki dinsel yorumlarım tamamen benim şahsi algı hatalarımla ilgili! Allah bu duruma sadece günah diyor; kirlendin vs. demiyor. Bunu ben uyduruyorum! Meseleyi kirlenmek vs. diyerek farklı bir mecraya çekerek ben kendi yıkımımı hazırlıyor, böylece daha büyük hataların tuzağına kayıyorum! Düşene vurmayı seven fırsatçı şeytan iş başında! "Hadi bir günah işledin, fırsat bu fırsat; vereyim sana gazı, nasıl olsa ben bittim düşüncesiyle daha bir sürü günaha sokayım seni! Hatta mümkünse canına kıydırayım" diyor; aman dikkat!

Hata olmasına gelince. Her insan değişik hatalar yapar! Ben de bir hata yaptım sadece. Polyannacılığa gerek yok! Bu doğru da değildir. Evet ben genel toplumsal kabullere göre bir hata yaptım! Bu, batıda hata değil ama bizim ülkemizde hata! Bu hatadan alınması gereken dersi aldım! Bu konuda artık hata yapma şansım yok çünkü tekrar olursa bu artık hata olmaz kasıt olur!

Zihnime ayıp, günah ve hata olarak kodlanan bir davranışta bulunduğum için de psikolojik olarak etkileniyorum haliyle. Bu doğal bir süreç. Bu yönde bir algı olur da bu yönde bir psikoloji gelişmez mi! O halde psikolojim falan bozulmadı, bilakis psikolojik yapım son derece sağlıklı işliyor; bu yüzden de duruma uygun, algıya uygun tepki üretiyor. Algının niteliğine uygun psikoloji üreten bir sisteme bozuk diyenlerin kendi bakış açıları bozuktur olsa olsa! Böylece bunlar; zaten ezildiğiniz bir süreç yaşarken size (ayrıca üstüne), "Bakın gördünüz mü, psikolojiniz de bozuldu" mesajı vererek sizi iyice yıkıma hazırlıyorlar!

Her şeyin bir bedeli vardır! Ben şuan içinde bulunduğum süreçle bu işin bedelini ödüyorum! Bedelini ödemeyip de borçlu mu kalsaydım? Her ödenen şey biter! Ödediğime göre bu süreç de bitecek! Asıl ilaç vs alıp ödemeyenler, bu sürecin üzerine yatanlar düşünsünler! Borcumu ödüyorum; ne mutlu bana!

Bu şablonu ısrarla uygulayın; zamanı gelince borcunuz bitsin; sonra da eski psikolojik havanıza geri dönün!

İNCİTTİĞİMİZ YERDEN İNCİNİYORUZ

"İncittiğiniz insanın ve kırdığınız gönlün bedduasından korkun" diyor; o nefsinden konuşmaz buyurulan peygamber efendimiz!

Dikkat edin sadece kırdığınız denmiyor, incittiğiniz gönlün bedduasından da korkun deniyor. Burada hemen savunmaya geçme eğilimi oluşuyor ve, "Kolay kolay kimse kimseye beddua etmiyor ki, sadece incinip incindikleriyle kalıyorlar" cümlesi geliyor insanın dilinin ucuna!

Hayır! İncinen bir gönül zaten beddua demektir. İncinen bir gönlün bedduası incinmiş olmaktır. İncinmek beddua etmek demektir. Ayrıca dille şu kişiye beddua ediyorum denilmesine gerek yoktur.

Bu toplumda beddua almamış kaç kişi vardır öyleyse?

Beddua alan bir insan iflah olur mu peki?

İflah olmaz da ne olur, ölür mü! Elbette ki ölmez, sadece sürünür. Varlık içinde yokluk içindekiyle aynı şekilde yaşar mesela!

Bir kere gülse üç kere ağlar. Dört defa alsa bir alamayış onu bir anda yerle bir etmeye yeterli oluverir.

Çocuğuyla cebelleşir. Olmadı eşi ona tebelleş kesilir. Daha da olmazsa komşusu kaçırır huzurunu! Hiç bir şey bulamasa geçmişi karıştırır kafasını! Ya da gelip gelmeyeceği bile meçhul olan bir atinin tasası!

Olmaz bir türlü. Gönlü sükuna ermez yani. Çünkü gönül kırmıştır Kırmasa bile nice gönüller incitmiştir. İncittiği yerden incinecektir elbette. Kısasa kısas vardır çünkü bu işlerde!

Gönül Allah'a bakan yanımızdır. Gönül manevi ışık yansıtan aynamızdır. Gönül insanı insan yapan esas yerimizdir. Allah kalbe, dalağa, böbreğe bakmaz! Gönüllere bakar! O'nun yarattığını kale almamak, bir de üstüne O'nun nazara alıp baktığı yerden incitmek affedilmez bu yüzden!

Kaç gönlü incittiniz, kaç bedduanız var ufukta asılı; sırasının gelmesini bekleyen; söyleyin hadi?

Kaç kişiyi selamını aynı coşkuda almayarak incittiniz mesela?

Kaç kişiye yüzüne bile bakmadan ters davrandınız; kaç kişinin evraklarını soğuk bir dille önüne koyuverdiniz?

Kaç kişiyi basit bir işi için yokuşa tırmandırdınız? Kaç kişiye boş yere bugün git yarın gel dediniz?

Kaç kişiye laf soktunuz, kaç gönlü iğnelediniz, kaç yüreği ima okuyla deldiniz?

Kaç yüze donuk bir suratla kaskatı baktınız, kaç gülümsemeye aynısıyla cevap vermediniz?

Çöpten karton toplayan, dilenmeyi onuruna yediremeyen, bu yüzden çöpten geçinmeyi tercih eden onurlu bir kişinin yanından kaç kere eliniz iki poşet dolusu erzakla geçip gittiniz?

Kaç çocuk yüzünüze bakarak yanınızdan geçerken yanında çikolatalı gofreti gülerek kemirdiniz?

O çikolata içinizde sürekli biriktirdiği kalori adlı zehriyle sizden o çocuğun ahını alıyor olabilir mi?

Fazla kilolarımız başkasının bize emanet hakları olarak bizde sırıtıyor olamaz mı sahi?

Ne yaparsak yapalım kilo veremeyişimizin bir nedeni de başkasının bizde emanet duran haklarını vermeyi bir türlü akıl edemeyişimiz olabilir mi acaba?

Bunlar size olmaz geliyor, biliyorum. Çünkü siz tamamen maddi olan bir dünyada yaşadığınızı düşünüyorsunuz.

Oysa dünya daha çok metafiziktir.

ŞEHİR KÜLTÜRÜNDE SELAMIN VE SABAHIN ÖNEMİ

Biz kavramların öneminin farkında olan bir millet değiliz! Çünkü olaylara psikolojik bir perspektifle bakmaya değil; ya sadece dinsel yani emir ve yasak açısından yahut anlık düşünce odaklı bakmaya alışık fertleriz.

 

Bu temel alışkanlık ve bu alışkanlığın oluşturudğu eğilim sebebiyle çok sık genelleyici ifadeler kullanır, alakasız kavramlarla tanımlarız çoğu durumları. Lafın gelişi der, ağız alışkanlığı diyerek kullandığımız sözcükleri çok masum biliriz!

Oysa her zaman tekrar ediyorum: Kavramlar algı oluşturur, algı ise bize zihin örer. Şu dünyadaki hemen her şey insan zihninin ürünüdür. Zihin, onu oluşturan algı, algıya yol açan kavramlar bu denli hayatidir.

Psikolojilerimiz bile tanımlamalarımızdan etkilenir. Mesela yaşadığınız psikolojik hali, "Ben depresyona girdim "şeklinde tanımlamakla, "Ben sıkıntılı bir süreçten geçiyorum" şeklinde tanımlamak yaşadığınız süreci büyük ölçüde etkiler. (Bu konuyu müstakil olarak ele alan yazılarımı okumanızı öneririm)

Aynı şekilde önemini göz ardı ettiğimiz, beş harfin bir araya gelmesiyle oluşmuş basit bir sözcük zannettiğimiz kavramlardan birisi de selamdır.

Selamın öneminin farkında değilizdir genelde. Sadece selam verme türünün belli siyasi görüşleri işaret ettiğini biliriz; selam deyince. Mesela "merhaba" diyeni sosyal demokrat ve solcu, "selamun aleyküm" diyerek selam verenleri de geleneksel yapıya mensup ve sağ / muhafazakar tandanslı kişiler olarak tanımlarız.

Yani bizler için selam ya önemsiz bir kavramdır ya da insanları siyasi açıdan ve/veya hayata bakış noktasında kategorize etmemize, sonra da ona göre (koşullu) muamele etmemize yarayan bir ipucudur! Oysa selamın önemi bunlardan çok daha fazla ve çok daha ötedir.

Hemen hemen hepimiz artık büyük şehirlerde yaşıyoruz. Büyük şehir olmasına da gerek yoktur; zaten şehir demek nispeten büyük yerleşim yeri demektir. Şehir yaşamı iki uç insan tipi üretmeye aday bir potansiyel ortam demektir.

Şehir yaşamı ya duygusuz, ruhsuz, bencil yahut insani özellikleri gelişmiş, erdemli ve medeni dediğimiz insan tipi yaratabilme potansiyeli taşır.

Bu potansiyeli kavşak noktasında iki uç noktadan birisine sevk eden temel faktör selamlaşmaktır. Diğeri de hoşgörü ve saygıdır. Hoşgörü ve saygıyı oluşturan en temel itki de selamlaşmaktır aslında. Yoksa hoşgörülü olalım, saygılı olalım demekle bu erdemi yakalayabilmek, yakalayabilsek bile bu erdemi muhafaza edebilmek güçleşir. Bu erdem okulda da zor kazanılan kazanımlardandır.

Selamın yaygın olduğu bir şehir kültürü erdemli bireyler inşa eder, ruhları geliştirir, medenileştirir; selamın - sabahın olmadığı bir şehir yaşamı ise içe kapanık, bencil, soğuk, asabi, duygusuz, katı ruhsuz yani Nemrut tipli insan profilleri yaratır!

Şehir hayatında çok sık insan görmek selam vermeyi güçleştirir, zahmetli hale getirir. Bu zahmet sonucu bu çok gerekli insani unsur zamanla unutulur, derken kaybolur gider. Bu aşındırıcı eğilime karşı dirayetle direnebilmek gerekir.

Bunun için ise bu meselenin öneminin idrakinde ve farkındalığı içersinde olmak lazımdır. Oysa ülkemizde bu mesele hakkında söylenenler, "Selam vermek sünnet; almak ise farzdır"ın dışına pek çıkmamıştır yıllardır.

Açık mesaj başka olsa bile bununla verilen örtük mesaj şudur aslında:

"Dindarsan selam vermen lazım, değilsen sana çok da gerekmiyor!"

Oluşturulan bu algı sonucunda kişiler dindarlıktan uzaklaştıkları nispette selamdan ve sabahtan da uzaklaşmaya başladılar. Bunu en doğal süreç olarak içselleştirdiler. Oysa selam sadece dindara değil; herkese lazım olan bir davranış biçimidir.

Selam vermek çok hayatidir. Dediğim gibi şehir yaşamında selam alıp vermek ya medenileştirir ya da ruhları ve kişilikleri ilkelleştirir.

Selam evlilikte bile bir çok sorunu daha baştan önler! 

Selam vermek seni fark ettim; sen varsın ve bak benim için önemlisin demektir.

Selam vermek belirginleştirmektir. "Ben de senin gibiyim, toplumsal değerleri ve ilkeleri olan biriyim" demektir. Belirsizlik kaygı, kaygı savunma eğilimi, savunma gardı almak ise çoğu zaman çatışma ve kavga yaratır. Selam kendimizi muhatabımızın gözünde belirgin kılmak ve teskin etmektir.  

İnsanla karşılaşmak anında sıcak ve insanca muamele görme beklentisi oluşturur. Bu beklentiyi sürekli boşa çıkarmak ruhları gerer! Gerilen ruh öfke, saldırganlık eğilimleri ve mutsuzluk üretir zamanla!

Selam vermek ruhları besleyen ve olgunlaştıran, çocuk ruhlu yetişkin olmayı önleyen koşulsuz saygı demektir. "Sen geçip gidiyorsun, senden bir şey bekleme şansım yok ama dikkat et sana buna rağmen değer verdim" demektir selam. Beyin bunu böyle algılar!

Selam vermek muhatabın beynine pozitif bir telkin yollamak, bu pozitif telkinlerle muhatabın zihnini eğitmek, olumlu yönde dönüştürmek, bunun için gerekli olan olumlu telkin fırsatı sunmak demektir. Zihin dönüşünce ruhlar, ruhlar dönüşünce kişilikler dahil her şey dönüşür.

Selam vermek, "Benden saha tehlike gelmez, bak ben de senle aynı kültür hinterlandına ve sosyal potansiyele sahibim, rahat ol, güven içindesin" demektir. Bunca olumlu mesajı beş harfli bir pakete sarıp hediye etmektir karşı tarafa!

Selam öfkeye yol açan gereksiz alınganlıkları önler. Bir tartışmaya selam vererek başlamak ile direkt başlamak aynı sonucu doğurmaz. Çünkü selam muhatabın alınganlığını azaltır, savunma direncini zayıflatır. Selam vereni art niyetli değerlendirmez, olumlu algılamaya hazır hale getirir.

Selam vermek ayrıca selam almanın ortamını oluşturmak demektir.

Selam almak kendimize de bu olumlu kazanımları sağlamanın ilk adımını atmaktır. 

Birbirinin adeta vahşi kurdu haline gelen kaba yığınlara dönüşmemizin altında selamsızlığın - sabahsızlığın yani buna destek veren, sürekli sağda - solda bu tohumları eken hepimizin büyük bir rolü vardır! 

Velhasıl selamın sayamayacağım kadar çok psikolojik, sosyal ve toplumsal faydası vardır.

Peygamberimiz ahir zamanda unutulan bir sünneti yaşayıp hatırlatana şehit mertebesi verileceğini beyan ediyor.

Haydi ölmeden şehit olmaya, can bedeli ödemeden, bir selam kültürünü yeniden inşa ederek bu mertebeye çıkmaya; bunun için selamı - sabahı yaymak için bugünden itibaren seferberlik başlatmaya!

Var mısınız?

Siz değişin; çevrenizin de değişmeye başlayadığını göreceksiniz!

Unutmayın. Olumlu işlerin metafizik sinerjisi çok yüksektir; bir kişi bile bir anda binleri etkileyebilir.

MÜJDE... DEMOKRASİ ARTIK İSLAMİ BİR REJİM

Her şerde bile bir hayır var hakikaten!

Mısır'da yaşanılan olaylar sayesinde ülkemizde yıllardır sürdürülen, hatta kutuplaşmalara ve ayrışmalara bile yol açan, toplumsal hatlar oluşturan bir tartışma mevzusu açıklığa kavuşmuş oldu!

Bundan sonra şimdi bahsedeceğim konuda bir tartışma yaşanmayacağını, dolayısı ile toplumsal hatlar arasında, "Dine uygun bir yönetimdir - yok dine aykırı bir yönetim şeklidir" zıtlığına dayanan bir gerilim oluşmayacağını, en azından yönetim şekli konusunda her görüşten kişilerin artık ortak bir paydada buluşmuş olacağını düşünüyorum.

Çünkü demokrasinin dine aykırı bir rejim olmadığı, bilakis uğrunda ölene şehitlik rütbesi kazandıracak kadar kutsal bir yönetim biçimi olduğu tescillendi.

Hem de Mısır'da yaşanılan şerli olaylar vesilesi ile.

Darısı laiklik mevzusunun başına! O da netliğe kavuşursa millet olarak ayrışacak fazla bir gerekçemiz kalmamış olacaktır!

Evet...

Mısır'daki gelişmeler demokrasi dinde var mıdır, İslam dini demokrasiyle uyuşur mu, demokrasi aslında Yunan kültürüne dayanan kafirun bir rejim midir gibi soruların netliğe kavuşmasına yol açtı.

Bu ülkede son dönemde peş peşe yaşanılan gelişmelerin keşmekeşi içerisinde bir anda fiili bir durum oluştu ve demokrasinin uğrunda hayatını kaybedenlere şehit mertebesi verdirecek derecede kutsal bir yönetim biçimi olduğu teyit edilmiş oldu!

Malum eskiden vatanın ve dinin düşmana karşı müdafası yolunda kaybedilen hayatlar için vs. kullanılan şehitlik rütbesi Mısır'da mevcut demokratik yönetimi deviren askerlere karşı kaybedilen yaşamlar için de kullanılır oldu. Buna tek bir ulema bile karşı çıkmadı, istisnasız hepsi de Adeviyye vb. meydanlarda öldürülen kişiler için şehit dedi.

Bu sebeple de ortaya, şuan için kimsenin fark etmediği şöyle bir gerçeklik çıktı:

Demek ki demokrasiyi korumak, ayakta tutmak veya geri kazanmak için verilen bir mücadelede ölmek şehitlik mertebesini kazandırıyor. İnanmıyorsanız bakın tüm Müslümanların hatta ulemanın bu konudaki twitlerine, açıklama ve demeçlerine...

Öyleyse demokrasi mücadelesi kutsal bir dava, dolayısı ile de bu yönetim şekli kutsal bir yönetim biçimi olmuş oluyor.

Peki daha düne kadar demokrasi deyince kafir icadı şerli bir yönetim biçimi görerek bir anda nevri dönen kişileri, çıkıp da aleni bir şekilde, "Demokrasi dinimizde vardır yahut demokratik yönetimler dinimizle çelişmez" diyemeyenleri ne yapacağız?

Madem böyleydi, bugüne dek bizim boş yere ayrışmamıza niye sebep olundu o zaman?

Bunların şuan demokrasi yani Mursi'nin iktidarı için verilen mücadeleyi kutsal bir dava olarak görmelerini, böylece eski durdukları nokta ile çelişkiye düşmelerini nasıl izah edeceğiz?

Şimdilerde uğruna ölenlere şehit diyecek derecede kutsadıkları demokrasiye Mısır'da sular durulduktan sonra "dün dünde kaldı" mantığıyla yine şerli idare biçimi demeye devam mı edecekler acaba?

Allah şerden hayır doğurdu yine!

Bizi ayrıştırarak sürekli didişmemize yol açan, aramıza kin tohumları eken, en önemlisi de bir araya gelmemize - kardeşliğimize - birleşmemize engel teşkil eden böylesi hayati bir konuyu -hem de hiç umulmadık bir anda, hiç tahmin bile edemeyeceğimiz olaylar vesilesiyle- açıklığa kavuşturuverdi.

Belki şuan için kimse bunun farkında değil. Hele şu menfur olaylar bitsin, inşaAllah herkes bu gerçeği bu şekilde okuyacak!

Öyleyse müjde...

Artık demokrasi hepimizin ortak kutsal rejimi!

ATM ÖNÜ VE CİNNET TOPLUMU

Bugün ATM önünde bir yandan sıra beklerken bir yandan da -boş boş beklememek için- insanları inceledim. Bu incelemeyi uzun zamandır yolda yürürken, durakta beklerken vs. de yapıyorum zaten.

İnsanların tamamının yüzünde bir cinnet hali mevcut adeta! Mutsuz, gergin, asabi, soğuk ve soluk bir yüz ile adeta patlamaya hazır bomba gibi dolaşıyor millet ortalıkta! Toplum tam bir insani ve psikolojik cinnet geçiriyor!

Tahammül, sabır, anlayış, nezaket, sevgi, sıcaklık, sevecenlik, ilgi, iltifat bilmem ama galiba göklerde sanki!

Laf sokma, tersleme, soğuk cevap verme, ilgisiz yüz ifadeleri, kısadan geçiştirme, rencide etme, kabalık en moda yaklaşımlar olmuş! Mutsuz bir ruh mu bunları doğuruyor yoksa bu soğuk ve kibirli bedensel kalıp mı ruhları içinde dondurarak buz gibi kaskatı ediyor acaba!

Kıskançlık, haset, kibir, gösteriş, dedikodu uzun zamandan beri ortak mizacımız haline gelmiş zaten!

İşin garibi az dindar - çok dindar vb. ayrımlar da fark etmiyor bu gibi hususlarda! Bunlar ortak karakteristiklerimiz haline dönüşmüş!

Hemen dizi filmlerindeki rol - model tipleri geldi gözümün önüne! Aşağılayıcı, küçümseyici ve ezici bir bakışla başlayan, üst perdeden ve sert imalarla ve dokundurmalarla süren ters, sert, erkeksi, hırçın ve gerilim dolu kadın konuşmaları...

Sıradan konuşmaları bile artık sevgiden, efendilikten, mütevazilikten, erdemden uzak olan, her ikili görüşmeleri tartışmacı ve gergin bir iletişime kaymış bulunan kabadayı pozundaki kaba erkek modelleri... Bunları izleye izleye mi bu hale geldi toplumun genel karakteristiği... Telkin etkiler malum!

Ya da istiyor alamıyor, alıyor yetinemiyor, elde ediyor mutlu olamıyor, para kazanıyor sadece eşya alıyor lakin huzuru bir türlü yakalamıyor... Her adımının sonu sürekli boşa çıkan bu zincirleme hayal kırıklığı süreci mi insanları bu denli geriyor, hırçınlaştırıyor, kabalaştırıyor, agresifleştiriyor, soğutuyor ve saldırganlaştırıyor acaba!

Gelin kaynana çatışmaları, kadın - erkek arasındaki evlilik kavgaları, para kazanma - geçim derdi arasında yıllar boyu süren gerilme, kısa sürede biten aşklar, mantıksızca terk edilmeler, kullanılma duyguları, bencilce aldatılmalar, acımasız vefasızlıklar vs. Bunlar mı kalpleri bu denli katılaştırdı yoksa!

Mevlana'nın dediği gibi incittikleri yerden mi inciniyor insanlar yoksa!

Yoksa hormonlu ve kimyası değiştirilmiş hormonlu gıdalar mı en esaslı neden! DNA değişince gıda, gıda bozulunca beden, sonra da ruh ve genel karakteristik yapı mı bozuluyor yoksa! 

Ya da tüm bunların hepsi mi neden...

Uzun zamandır iyiden iyiye inceliyorum. Herkesin yüzünden adeta mutsuzluk akıyor. Gülümsemeler ve sıcacık tebessümler muhatabının soğuk yüz duvarına çarpıp hayal kırıklığı ve incinmişlik olarak dönüyor! Böyle bir dünyada kimse mutlu insan görmeye tahammül de edemiyor haliyle. "Ben mutsuzken başkası nasıl mutlu olabilir, öyleyse herkesin burnundan fitil fitil getirmeliyim" mantığı kaplamış sanki her yanı!

Bu tuhaf stresli hale, gereksiz katılığa, sevgisiz soğukluğa, her an kalp inciten ve rencide eden tavırlara ruh mu dayanır!

Böyle bir ruh hasta olur, kendi bünyesine saldırır!

Ruh böyle bir bedende nefes alamaz, hasta olur! Bu gerile gerile taşlaşmış bünyede ne sağlık kalır ne erdem ne de hayır! Bu insanlık dışı kaskatı yapı yapılan her hayır - hasenatı bile yakıp bitirir.

Bugün ATM önünde beklerken bunları düşündüm dedim yazımın başında. Bir olaya şahit oldum bu süre zarfında. Köyden geldiğini söyleyen orta yaşlı bir amca son derece nazik ve bilinçli bir dille sıra istedi; sıradaki kişilerden. Sat 16:00 olduğunu, mesai bitmeden diğer bankaya gitmesi gerektiğini, oğluna acilen para çıkarmak zorunda olduğunu, akşama da köy minibüsüne yetişeceğini söyledi. Herkesten öyle soğuk ve ters bir ret aldı ki. Sadece ret değil; ters, incitici ve saldırganca bir ret! Öylesine uyduruk bahaneler ileri sürüldü ki. Az önce karısıyla sırada gülerek konuşan çift kendilerinin de işlerinin acil olduğunu, çünkü cenazeleri bulunduğunu söyledi. Herkes bir bahane söyledi. Bahaneleri dinlerken benim utanmam geldi. Yalan bu kadar mı ucuzlamış böyle! İnsanlar karşılarındakini o denli umursamaz olmuşlar ki mantıklı ve makul yalan üretmek için en ufak bir çaba içine dahi girmiyorlar artık!

Önce sıramı vermek istedim lakin arkadakilerin de buna razı olması gerekiyordu sonuçta. Bu ise mümkün görünmüyordu. Bir an için aklıma kendi sıramı bu amcaya verip en son sıraya geçmek geldi. Öyle de yaptım. Buna kimsenin sesi çıkmadı haliyle. Bu insan evladı tutum hepsinin içinde bir anda cız etkisi yarattı, bunu hissettim o an.

Amca işleme başladı, o arada şifreyi almadığını fark etti. "Eyvah" der gibi bir eda ile, önce umutlanıp sonra hayal kırıklığı yaşamanın çaresizliğiyle sırayı bırakıp şifre derdine düştü. O arada telefonla şifreyi aldı ve üzgün bir halde arka sıraya doğru yöneldi. ATM ile aramda 3 kişi kalmışken amcayı tekrar davet ettim. Yine sıramı verdim, kendim tekrar en son sıraya geçtim. Önümde en az 15 kişi vardı bu sefer!

İşlemimi biraz geç yaptım. Hiç de bir şey olmadı. Bunu stres yapmadım. Gülümseyerek etrafı inceledim en fazla. Bu yazı için bol bol malzeme topladım çevremden. Ayağıma kadar gelen iyilik yapma fırsatını fıtratıma uygun kullandım. Amca değil; en çok ben kazandım asıl! Her zaman söylüyorum: Günümüz insanı aldıkça mutlu olacağını sanıyor. Oysa mutluluğun tek şartı sadece vermektir. Ama nasıl vermek? Sürekli yani kesintisiz ve karşılıksız vermek! Verdikçe, karşılıksız verebilme kapasiteniz ölçüsünde mutlu olursunuz bu yaşamda! Bunun başka da bir kuralı yoktur.

Bir hayra daha girmenin, görünmeyen manevi kumbaraya birkaç hayır daha atmanın iç huzuruyla, en önemlisi herkesin kalan son insanlık kırıntılarını da bitirmek için canla başla çırpındığı kaskatı bir dünyada insanların ruh tarlasına birkaç sıcak insani örneklik tohumu ekmenin bereketiyle; sonra da gülümseyen gözlerle evimin yolunu tuttum! Yarın ki sürpriz iyilik fırsatlarını dört gözle bekleyerek, inşallah bunlardan tek bir tanesini bile kaçırmam temennileri ederek!

AT DA KİME NASIL ATARSAN AT

"Trafik canavarı" diye hayali bir canavar figürü yarat, suçu şoföre değil de ona at!

"Sokak çocuğu" diye suçu sorumlulara değil, sokağa at! Sanki bu çocuklar aileden topluma dek bir yığın sorumsuzların değil de sokağın çocuğuymuş gibi bir algı yarat!

"Mevsimsel depresyon" diye suçu algılara ve böyle bir hastalık algısı inşa eden statükoya değil de masum bir mevsime at!

Her sıkıntılı sürece, "Psikolojin bozulmuş" diyerek suçu sadece beyindeki kimyaya at! 

Falcıysan yıldızlara, büyücü hocaysan cinlere, tellaksan sırtındaki kirlere at! 

Kadınsan kocaya, koca isen karına at! 

"Kanserde genetik yatkınlık artı çevre önemli" diye suçu sağa - sola ve ataların genlerine at! Gıda, endüstriyel ürünler, hareketsizlik, kimyasallar gibi asıl amilleri gizle böylece! Bunlara çıtını dahi çıkarma!

Mutsuz ol; git suçu koşullara at! Seninkinden on kadar daha beter koşullarda sanki hiç mutlu insan yokmuş gibi yap!

Sevmek ve uzlaşmak için çalışma, iyi yanları değil; dedektörle ha bire olumsuz yönleri ara, bulunca da sadece bu yönleri öne çıkar! Sonra da bitir her şeyi kendi elinle ve kalk; evlilik aşkı öldürüyor de! Suçu habersiz bir kuruma at!

Dünyada geri kalan ülkeler sadece Müslüman ülkelermiş gibi yap, suçu Müslümanlara yani aslında çaktırmadan İslam dinine at!

İmamsan yahut vaizsen kabahati cemaate at!

Bağır çocuğuna, suçu sinirlerine at! Sinirlerim bozuldu de! Sanki iş yerinde her sinirlendiğinde herkese aynı şekilde kızıyormuşsun gibi! Aslında bozulanın sinirlerin değil; samimiyet anlayışın olduğunu görme!

Aileni evliliğine çok karıştır, eski ailenle yeni ailen arasındaki hassas dengeyi sağlamak için milim gram uğraşma! Sonra suçu geçimsizliğe at! Geçinemedik de!

Kimseye yardım etme, suçu insanların iyiliği aslında hiç hak etmedikleri bahanesine at! Sanki iyilik sadece hak edenlere yapılırmış gibi! İyilik karşılık beklenerek yapılan şeymiş gibi!

Başarısızlığını sınavdan önceki heyecan fazlalığına at! Evlilikteki başarısızlığını ise evlilik heyacanındaki azalmaya at! Birinde heyecanın fazlalılığını, öbüründe ise azlığını sorun gör! Suçu algılarındaki çifte standart bozukluğuna değil de heyecana at!

Çiftçi ise şayet planlı programlı bir ekim yapma, sene sonunda ürün elinde kalsın; suçu ürün bolluğuna at!

Eğitimciysen şayet gençliğe doğru düzgün eğitim verme, sonra kalk ülkemizde kimse kitap okumuyor diye suçu millete at!

Futbolcuysan yenil yahut berabere kal; suçu hakeme ya da sahanın bozukluğuna at! Sanki karşı takım aynı sahada oynamamış gibi!

Kur'anın anlamını yasakla, meal olmaz de; türesin elli beş çeşit cehalet! Suçu müslümanlara at! Buna izin verenlerin yahut bile bile göz yumanların hiç kabahati olmasın! 

Üzerine düşeni yapma, sonra kalk zaman kötü de, suçu zamana at!

"Aşırı hız kazaya yol açtı" de, aşırı hız yapan kazaya yol açtı deme! Suçu hıza at, hızlı gidene değil! 

İnsanı insan ve yaratılan olduğu için sevmeye çalışma, şu ya da bu kişi diye sevmeyi dene! Elektrik alamadım de, suçu elektirk alamadığın kişiye at! 

Yalan söyleyen çocuğa kız, doğru söyleyince kaç kere burnundan getirdiğini yahut kendinin de yüzlerce kere yalan konuştuğunu unut! Suçu çocuğa at! 

Çalışkanım demekle çalışkan olamayışımızın, doğruyum dedik diye doğru olmamamızın suçunu andımıza at sadece! Sanki tek faktör oymuş gibi! 

Sağcıysan her şeyi sola, solcuysan şayet her kabahati sağa at! 

Velhasıl at oğlu at!

Suçu üzerine alma da kime nasıl atarsan at!

 

Tüm bunların sebebi ne doku, ne organ ne hücre yapısıdır! Sadece algı bozukluğudur!

 

Bu sitede neden algı bozukluklarıyla savaş en merkezde; anladınız mı!

Peki bugüne değin algıyı kimse niçin en merkeze koymadı, bunu anlayabildiniz mi?

SİYASET BİR ATEŞTİR. YAKLAŞANI YAKAR, DOKUNANI İSE KÜLE ÇEVİRİR

Siyasete angaje olmak müslümanın genetiğini bozar!

Siyaset etkiler! Sadece eğitim değil; siyaset de değiştirir, Siyaset de dönüştürür! Bu değişimin ve dönüşümün genellikle olumsuz yönde olduğu tartışma götürmez bir gerçektir.

Siyaset öyle bir ateştir ki yaklaşan her şeyi yakar, dokunanı ise adeta küle çevirir! Yaklaşanı bile yakan bir şey dokunanı nasıl olur da küle dönüştürmez!

Mesela rakibin doğruyu söyler sevinemezsin. Hatta doğru işler yapar ona bile...

Siyaset öyle bir hastalıktır ki kendi görüşündeki hata yapar açık açık hata diyemezsin! Vaziyeti kurtarma adına ya yanlışı bile bile savunursun ya da -en fazla- susarsın! Yahut bunlara bir biçimde mecbur kalırsın! Bir susa, iki susa, üç susa suskun birisi olup çıkarsın! Sürekli yapılan her şey huy olur çünkü! Siyaset huyunu değiştirir; sana kazandırdığı her şey zaman içinde fıtratın olur çıkar!

Rekabet yüzünden farkına dahi varamazsın; hiddet, gazap, cedel, iftira mizacın haline gelir! İnat, iddia, ispat etme, alt etme, kazanma hırsı seni peşinden sürükleyen temel duyguların olur çıkar, göremezsin. Bu nedenle zaman içinde amaca giden her yolu mübah görmeye de başlarsın! Böylece bu yolu reddeden öz değerlerinle bile çelişirsin! Öyle bir noktaya gelirsin ki ne kendi yoluna hata diyebilirsin ne de öz değerlerine yanlış... Arayı bulmaya çabalarsın sadece, iki arada bir derede boğulursun önce! Sonra buna da alışırsın! Siyaset seni buna da alıştırır. Sonra yine susarsın sadece! Seni yine suskun yapar siyaset!

Genellersin siyaset yapıyorsan! Topluca hedefe koyarsın ister istemez! Böylece seni bir hareketinle, bir anda milyonların günahına sokar siyaset! Yaşın yanında ne kuruları, kurunun gölgesinde nice yaşları yaktırır! Genelleye genelleye karşındakilerin tamamına bakışın değişir. Hepsi gözünde artık bir ve aynı olup çıkar! Kutuplaşırsın ister istemez! Önce beyninde görünmez hatlar çizer, sonra bu hatlar toplum katmanları arasındaki görünmeyen kalın duvarlar haline dönüşür. Milyonları sadece siyasi düşüncesiyle algılar, bu bir vasıflarıyla tanımlar hale gelirsin! Nasıl tanımlarsan öyle tanır, öyle yaklaşırsın sonra! Genel yaklaşım ayarını da bozar siyaset!

Muhalefet doğruyu söyler, doğru diyemezsin! İktidar çok hayırlı işlere imza atar, sevinemezsin! İçinden sevinsen dahi belli edemezsin! En temel duygularını bile yerine ve zamanına göre açıkça yaşamanı yasaklar siyaset!

Rakip yanlış yapar, gereğinden fazla gündemde tutarsın, hatta abartırsın! Bir süre sonra bunlar bu işin olmazsa olmazı, bu işin rejonu gibi görünür gözüne! Böylece vicdan terazini de bozar siyaset! Üzer üzülmez, kalp kırar incinmez, suçlar en ufak bir sıkıntı duymaz hale gelirsin! Üstelik bu hale ne arada dönüştüğünü bile fark ettirmez sana siyaset!

Liyakat olgusunu zedeler!

Beyni ve bakış açısını kalıba sokar!

Düşünceyi ve yargıları şartlandırır!

Ruhu kendi doğrularına ve rakibin yanlışlarına karşı aşırı duyarlılaştırır.

Kendi doğrularını abarttırır. Karşı tarafın doğrularını küçük görmene; rakibin doğrularını küçültüp kendi doğrularını gereğinden fazla abartarak öne çıkarmana yol açar! Yani insafı da yok eder! Algı ve vicdan ayarını da bozar siyaset!

SONUÇ

Bir ülke varsa ve devlet sistemi söz konusu ise siyaset yapılmadan olmaz! Elbette ki bu işi birileri yapacak, bu ateşten gömleği birileri giyecektir. Bu kaçınılmazdır. Bir bakıma kendini bile bile ateşe atmak ve yakmak demektir; siyaset! Kendinden, çoğu şeyinden vazgeçmektir! Bir sevda, bir ilke, bir amaç ve bir ideal uğruna!

Ülke için birileri bu iki ucu keskin bıçağı eline alacak, sürekli belinde taşıyacaktır. Önemli olan yönetime talip olanların değil; yönetime talip olanları seçenlerin siyasallaşmamasıdır!

Yani halkın!

Aşçı elbette yanında bıçak bulunduracaktır. Bunu göze alacaktır. Bu, işin doğası gereğidir. Sorun garsonun da bu bıçağı taşıyıp taşımadığıdır! Garson taşırsa sorun daha büyüktür! Aşçının bıçağı değil; garsonun ki daha büyük bir problemdir.

Siyasallaşan siviller, halk oldukları halde profesyonel meslekleriymişçesine siyaset yapanlar ülke yönetimine talip olanlardan daha fazla zarar görür, daha çok zarar verir; siyaset ateşi yüzünden!

Siyaset ateşi siyasileri ama az ama çok; mutlaka yakar! Bu ateşe giren halkı ise pişirir, kavurur, derken simsiyah bir küle çevirir!

Onlar da aynı sonuçlara düçar olurlar! Mesela ya hizmet yapıldığı halde yok sayarlar ya da hiçbir iş yapılmaz yine de destek olurlar!

Ya yanlışa doğru demeye yahut doğruyu göz göre göre es geçmeye ve gerçeğe kıymet vermemeye başlarlar!

Yani halkın da zihin, algı, vicdan, ruh ve yaklaşım ayarını bozar siyaset!

Oysa halk bu ateşten uzak durmalı, sadece hizmet odaklı bir anlayışla dokunmalıdır ona! Yeri gelince yani sadece sandıkta dokunmalı, sonra da geri çekilmeli, elini orada uzun süre tutmamalıdır.

Diğer bir anlatımla halk için siyaset sadece hizmet odaklı olmalıdır; şayet olacaksa! Hizmet edene destek, hizmet etmeyene ise köstek olmak şeklinde! Dile, iddiaya, konuşmaya, görüntüye, söze, düşünceye ve görüşe asla itibar etmemek şeklinde! Kendileri için de ülke için de gerçek için de adalet ve vicdan için de en doğrusu budur!

Ya siyaset halk açısından böyle yapılmalıdır ki bundan herkes ve her şey kazanır! Ya beyinler, ruhlar, algılar, vicdanlar, düşünceler siyasallaşır ki bundan herkes ve her şey kaybeder!

Velhasıl söylem ve siyasi görüş odaklı işleyen, hizmet ve pratik sonuç odaklı yapılmayan bir siyaset tepeden tırnağa, maddeden manaya kadar her şeyin genetiğini bozar!

ŞU BULANIK ZAMANDA DURU DİN HİZMETİNİ KİM VERİYOR

Adnan Oktar'ın sürekli eleştirilen talebeleriyle facebokta vs. sık sık karşılaşıyorum. Hepsi harıl harıl, adeta istisnasız ayet, Kur'an ve sahih hadis paylaşıyorlar. Malayani tek bir iletilerini göremiyorsunuz! Saf ayet, Kur'an ahlakı ve sahih hadisler paylaşımlarının bel kemiğini oluşturuyor. Bu su kadar duru gerçekleri şahsi görüşleriyle veya başkalarının tevilleriyle asla bulandırmıyorlar.

Biraz izlediğinizde sabahtan akşama dek canla başla sergilenen bu samimi gayrete tanıklık ediyorsunuz! Bunları istediğiniz kadar şüpheci ve eleştirel açıdan irdeleyin sonunda varacağınız kanaat kesinlikle şu oluyor: Bu kişiler hakikaten çok samimiler ve hayatlarını dine, dinin doğru anlaşılmasına ve İslam'a hizmete adamışlar!

Bu sonuca varabilmek için şeytanın kurduğu şekli tuzağa takılmamak ve sabırla takip etmek gerekiyor. "Başları açık, makyajlılar, o halde salla gitsin"ci bağnaz algıyı bırakabilir ve bu kişileri bir süre obfektif bir nazarla takip edebilirseniz şayet siz de kesinlikle bu gerçeğe ulaşacaksınız!

Bence Allah bu "açık" kişiler marifetiyle dinine hizmet ediyor ve tuzu kuru müslüman ahaliye çok ciddi bir mesaj veriyor!

Saf din hizmetini; dini şekil bataklığında boğan, kıskançlığa ve kibre dalan, tembel, samimiyetsiz, hizipçi, dini sadece ibadete indirgeyen, dini yaşantıyı açık kesimin değil de sadece kendileri gibi kapalı olanların yitik malı sanan bir kısım klasik dindarlara değil de bu kişilere nasip ederek anlayanlar için ibretlik bir ders veriyor bence!

Peki bizim klasik dindar ve mütedeyyin kesim nelerle meşgul?

Kimi fakirken peygamberimiz çoğu gün hurma ile beslenirdi derken zenginleşince peygamberimiz şimdi yaşasaydı Jipe binerdi şeklindeki vaziyete göre değişen garip felsefesiyle tuhaf bir dindarlığın kıyılarında geziniyor!

Kimi yazı yazdığı sitede resmini dahi göstermeyecek kadar mazbut bir görüntü çizerken diğer taraftan cinselliğin ne kadar büyük bir ihtiyaç olduğundan, ilk gece eşin karısını ürkütmeden yani hafifçe öpmesinin öneminden, ilişki esnasında klasik müzik dinlenilmesinin faydalarından vs. bahsediyor. Derin bir özenti halinin yansıması olarak müslümana klasik müzik öneriyor. Nefse düşkünlüğün meşru izahı ise, "Cinsellik Allah'ın çok büyük bir nimeti" sözleri olmuş!

En az bu kişi kadar takva olan bir başkası ise evliyken cinselliği iyi olmayan eş hasta olup yatağa falan düşse hiç çekilmez anlayışıyla vefadan, merhametten vs. soyutlanmış, cinsel hazzı evliliğin en temel umdesi yaparak yepyeni bir dindarlık örneğinin son ruhi seviyesine ulaşmış bulunuyor.

Bir kısmı saldırgan, sevgisiz, bencil, kibirli ve kıskançlık dehlizlerinde boğuluyor lakin haberleri yok. Yine de en makbul yolda kendilerinin olduğu vehmiyle ferahlanma işine gönül huzuruyla devam edip gidiyorlar.

Bu cenahta bunlar olurken sevmedikleri, hatta nefret ettikleri Adnan Oktarcılar gece gündüz saf ayet, sahih hadis paylaşmaya, sabahtan gece geç saatlere kadar sadece ve sadece, adeta nefes almaksızın Allah'ın dinine en doğru, en katıksız şekilde hizmet etmeye devam ediyorlar. 

Hiçbir beşeri görüş ve insani yorum katmıyorlar mesajlarının arasına! Sadece saf dini aktarıyorlar. Zanna uymuyor, kesin olan deliller sunuyorlar. Sevgi dolular. Beğendikleri her iletiyi hiç gocunmadan paylaşıyorlar. Cemaatçi ve hizipçi değiller. Herkesi kucaklıyor, herkesi bağırlarına basıyorlar.

Televizyon kanallarında içi boş tek bir program yok. Hatta reklam dahi yayınlamıyorlar. "Ayakta kalabilmek için şart" vs. diyerek Müslüman ahaliye erotik mesajlı dondurma reklamı vs. izletmiyorlar. Birlikten, kardeşlikten, merhametten, Kur'andaki dinden ve sahabe devri ahlakından bahsediyorlar sadece!

Ama çoğu kişi yine de onları beğenmiyor. Hatta başı vs. açık birçok kişi bile... Kendi giyim kuşamlarını kendi dindarlıklarına mani görmüyorlar ama onların makyajını İslama hizmet için çok görüyorlar! Kadınlı erkekli plajda mayo ile denize giren, dinle senelik ramazan ayı dışında fazla bir ilgisi olmayan gencecik torununa sesini çıkarmayan dini bütün yaşlı teyzeler bile geceli gündüzlü hizmet eden bu insanlara ateş püskürüyorlar. Gıybet edene, hatta içki içene, hatta ve hatta dinlerine açıkça sövene dahi duymadıkları öfkeyi sırf saçları açık diye, sırf makyajları var diye bu cengaver ruhlu adanmış ruhlara duyuyorlar. Göze sürme çekmek sünnetmiş ama makyaj çok büyük bir harammış! Gıybet, tembellik, duyarsızlık, cehalet, yalan, haset etmek vs. de günah ama bunların onlar için makyaj kadar önemi yok! Görüyorsunuz işte; makyaja öfkenin en fazla yüzde beşi dini kaygıdan, yüzde doksan küsuru nefsin fısıldadıklarını din zannetmekten!

Güzellere sırf güzellikleri, zekaları, derin imanları ve bilgileri için duyulan gizli hasetlerine "dini muhafaza gayreti" adı takarak sadece münafıklarda bulunan, bir müslümanda asla bulunamayacak tek kusur olarak takdim edilen yalan günahına dalıyorlar; haberleri yok.

Onlar kendilerini beğeniyorlar daha çok!

Allah muhtemelen onları beğenmiyor! Çünkü bu yüzden yıllardır onlara en ufak bir başarı nasip etmiyor.

Batıla dalmama, kaynağa bağlı kalma, din ilminden para almama, yoğun dini gayrete ram olma türü saf İslam hizmetini ve en bereketli sonuçları sadece onlara nasip ediyor bu yüzden!

DİŞİ HAYDAR DÜMEN'LER

Fakir müslüman: Peygamberimiz çoğu gün sadece hurma yerdi.

 

Zenginleşince: Peygamberimiz şuan yaşasaydı jipe binerdi.

 

Bu ancak samimiyetsizliğin ürünü olan düşünsel evrimleşme bence her şeyi özetlemeye yetiyor. Yaşantı algıları, bakış açılarını etkiliyor.

Cinsellik bir sektör oldu. Oysa cinsellik mahremdir, kişiye özgüdür. Kadınlar Hz. Ayşe'ye sorarmış. Ne varmış bunların yazılıp çizilmesinde. Öyle diyor bazıları!

 

Çoğu mütedeyyin bilinen kişinin mantığı bu artık. Doğru sorarlarmış. Ama bilmem ne panayırında ulu orta değil. Ceylan derisine cinsellik mesajları yazıp haşa Kabe duvarına asarak değil. Mahrem yerlerde ve sınırlar dahilinde, bireysel olarak sorarlarmış. Buradaki sorular, "Bana cinselliği öğret, ben bilmiyorum ama sen çok iyi biliyorsun" türü sorular da değilmiş üstelik.

 

Cinselliğin herkes için geçerli olan mutlak doğruları yoktur. Sektör ise mutlak ölçüler dikte eder bize. Penisin ideal boyundan tutun bir ilişkinin haftada kaç sayıda olması gerektiğine, oradan ilişkide nelerin öncelikli ve önemli olması gerektiğine kadar hepsini onlar önerir, onlar öğretir bize. Onlar olmasaydı biz bunları nereden öğrenebilirdik ki! Tarih boyunca milyonlarca insanın cinsel hayatı heba olup gitti bu yüzden. Bu eğitimciler olmadığı için! 

 

Oysa cinsellik kişiye ve koşullara özgüdür. Bazen 3 ay ilişkiye girmediğiniz olur. Eşiniz askere gider, eşinizin annesi hasta olur vb. sebeplere bağlı olarak aylarca istek duymazsınız. 

 

Hatta bazen soğursunuz, bazen yoğunlaşır cinselliğiniz, bazen azalır. Çünkü cinsellik daha çok psikolojik süreçlerin rol oynadığı bir yaşantıdır ve pek çok şeyden etkilenebilme potansiyeline - doğasına sahiptir. Oysa önce dert üretip sonra onlardan nemalanan şeytani statükoya göre bu böyle olmamalıdır. Cinsellik çok önemlidir, herkes için geçerli belli kalıpları ve kuralları vardır ve bunlara mutlaka uymalıdır cinselliğiniz. Aksi halde sorun vardır sizde, hatta bu sorun evliliği bitirmenin bile meşru gerekçesi olacak kadar önemlidir. Çünkü peygamberimiz eşinizle şöyle ilişkiye girin bile demiş. Demek ki... Anlayış ve verilen temel mesaj budur!

 

Cinsellik havanın durumundan, az önce aldığınız bir haberden, biraz sonra gideceğiniz yerde sizi bekleyen arkadaşlarınızın olası sohbetinden bile etkilenebilir bazen. Moralinizden, başka birçok faktörden. Doğası bu kadar hassas ve kontrol edilemeyen harici faktörler üzerine kurulu olan, doğal olarak çalkantılı bir süreç izlemesi kaçınılmaz duran bir haz yaşantısını mutlaka belli bir düzeyde gitmesi gereken, gitmediğinde ise sorun anlamına gelen, en önemlisi de bir haz yaşantısına ihtiyaç diyerek (haz almak = ihtiyaç bunlara göre. Nefis çok kıymetli çünkü) bu paylaşımı evliliğin en temel şartı haline getiren dişi Haydar Dümenler milletin cinsel hayatlarını allak bullak ediyorlar. 

 

Sözleri evlilikteki cinselliğeymiş! Cinselliği bu kadar önemli görürler, dahası bir haz yaşantısını ihtiyaç diye takdim ederler. Bekara, dula, evlenememiş olana gelince kalkar ve sabret derler! Şayet bu o kadar önemli bir ihtiyaç ise neden sabretsinler, niye sabretsinler, nasıl sabretsinler? 

 

Sen evlilik cinselliğini evliliği bitirmeye meşru gerekçe olabilecek kadar önemli bir sorun olarak gör, bu yönde aşırı bir inanç, kabul, algı ve beklenti inşa et; sonra da bekarlara yahut boşanmışlara gelince ise sabret de!

 

"Ben edemem, hatta vefa, merhamet falan da dinlemem; gerekirse uğruna boşanırım bile ama sen sabret, çünkü sen bekarsın" de! Sana gelince ihtiyaç da ona gelince niye değil! "Evliye bidaha bekara ya sabır" dedikleri bu olsa gerek!

 

Beklentisi gerçek dışı olarak inşa edilen eğitimli yığınlarda bu yüzden cinsel memnuniyetsizlikler, geçimsizlikler ve boşanmalar artıyor.

 

Millet olması gerektiği gibi bir cinselliklerinin olmadığını düşünür hale getirilmiş. "Böyle olduktan sonra evliliğin fazla bir manası yok" şeklinde düşünme yönünde ikna edilmiş! Böylece evlilikleri sevgi, saygı, vefa, merhamet, çocuk, para, kariyer, rahatlık gibi hemen hemen herşey bulunduğu halde sırf cinsellikleri birilerinin öngördüğü ölçülerde değil diye adeta bir çileye dönüştürülmüş!

 

Elli yaşındaki kocasından yirmi yaşındaki kapasite bekleyen kadınlar (şayet cinsellik bir ihtiyaç ise niye beklemesinler ki, ölüden bile bekler insan bu durumda) mutlaka haftada iki - üç kere ve her seferinde büyük bir haz patlamasıyla sonlanması gereken bir ilişkiyi mutlak doğru zanneder hale getirilen zavallı eşler, karısını her saniye emrine amade bir cinsel partner olarak hayal edip de sürekli didişme yaşayan kocalar... Hepsi sureti hak elbisesi içerisinde cinsellik öğreten dişi Haydar Dümenlerin ürünü.

 

Suyu bile üfleyerek içecek kadar mütedeyyin olan ve benim de genel itibariyle çok takdir ettiğim ünlü bir yazar diyor ki: "Sağlığında cinselliği iyi olmayan hastalığında çekilmez."

 

Anlayışa bakınız! 

 

Yine yazı yazdığı siteye resmini koymayacak kadar dindar olan bir başkası ise toplumu cinsellik hakkında eğitme çalışması çerçevesinde yazı yazdığı köşesinde şunu öneriyor:

 

Önce hafifçe öpün eşinizi!

 

Bunları yıllardır başkası yapıyor ve bu kesim hep ayıplıyordu, erotizm haram diyorlardı.

 

Bu anlayışın getirdiği müslüman tipolojisi ortada! Yıllarca Haydar Dümen'e karşı çıkanların fırsat ellerine geçince dişi Haydar Dümenliğe soyunmaları çok manidar. İşte ahlakla bağı koparılmış, büyük ölçüde ibadete indirgenmiş bir dindarlığın neticesi...

 

İnsanların cinselliğini sömürmek moda. Karlı bir iş bu. Cinsel eğitim derler dururlar yıllardır. Cinsel eğitimin Batıyı getirdiği nokta ortada ama bunlar için bunun bir önemi yoktur. Onlara göre bu eğitimi kendileri gibi dindar kişiler verirse sorun çıkmaz! Onların elinde zehir bile bala dönüşür!

 

Oysa bu konuda bilinmeyen ne vardır! Cinsellik günümüzde mi keşfedildi.

 

Cinselliği bile aşırı teknik bir meseleye dönüştürdüler. Teknik diyecekler ki millete teknik öğretsinler. Kolay denilse, öyle yansıtılsa kim eğitimini ve terapisini almaya ihtiyaç duyar! Eski toplumlar bugünkü manada eğitimsizlerdi diye cinselliklerini heba mı etmişlerdi. Toplasanız on maddede özetlersiniz cinsel eğitim dedikleri bilgileri. Ama yok, bu onları kesmez. Uzun süre eğitim verilmelidir ki nemalansınlar. 

 

İşin ilginci ise cinselliği en iyi uzun süre eğitim alanlar bilirler. Verdikleri cinsel eğitim mesajlarını demek ki kimsenin bilmediği çok orijinal şeyler olarak görüyorlar.

 

Oysa uzun süre cinsel eğitim almak evvela bu bakış körlüğünü düzeltebilmeliydi; milletin cinsel sorunlarından çok önce.

HER SORUNUN ALTINDA AZ DİNDARLIK SORUNU MU YATAR

Ülkemizde bireysel veya toplumsal bir olay vuku bulduğunda klasik analizler hep şöyledir genellikle!

... Ülkemizde zaman zaman yapılan gösterilerde yüreğimiz dağlanıyor. Sökülen kaldırım taşları, parçalanan otobüs durakları, yerinden kaldırılan yön levhaları... Bunu yapanlar bizim ülkemizin insanları. Bizim ülkemizin gençleri. Hepsi ile aynı okullara gidiyoruz, benzer anne - baba ellerinde büyüyoruz. Peki bu hınç, bu saldırganlık nasıl oluyor? Bu kini, bu psikolojiyi nerede ve nasıl kazanıyorlar? Demek ki bu gençlere zamanında sağlam bir din eğitimi verememişiz. Demek ki manevi olarak onları zamanında eğitememişiz!

Demek ki... ile başlayan son iki cümlede olduğu üzere her sorunu götürüp din eğitimi noksanlığına ve maneviyat eksikliğine bağlamak moda oldu!

Hele bir de manevi reçete diyerek ibadet, özellikle de namaz ve dua önerenler... 

"Ruhun mu daraldı, kalk ve namaz kıl" telkinleri...

Sırf Allah rızası için yapılması gereken şeyler bu kadar mı ifsat ve suistimal edilir; sureti hak kılığı altında! Elbette ki namaz kılanın ruhu hafifler; lakin bunun için kalk ve namaz kıl denir mi! Bir garip dindarlık türedi ki sormayın!

Bu mantığa göre inancında namaz olmayan başka din mensuplarının yahut namaz kılmayan diğer insanların ruh darlığından patlaması lazım! 

Bir kesim her sorunun çözümü için eğitim şart demekte, bir diğer kesim de her sorunun çözümünü sadece daha kaliteli ve yoğun bir din eğitiminde ve ibadetlerde vs. görmekte, tüm sorunları dini eğitim azlığına ve maneviyat boşluğuna bağlamaktadır.

Bu tür analizler derin bir bakış açısının ve kapsamlı bir görüş genişliğinin değil; meseleleri görmek istediğimiz gibi görme eğilimimizin ürünüdür.

Bir çok yazar, alim ve hoca böylesi sorunları hemen götürüp dini eğitim eksikliğine vs. bağlayarak aslında dini eğitimin gerekliliği için argüman bulduklarını, böylece ucu buraya gidecek bir kapı açarak büyük bir sevaba vesile olacaklarını düşünüyorlar diye tahmin ediyorum.

Oysa bu mantık son derece hatalıdır.

Bugün başta Batı olmak üzere dünyanın hemen her yerinde nice batıl din mensubu insanlar ile ne çok sayıda hiç dini eğitim almamış gençler yaşamaktadır. Onların hepsi her fırsatta kaldırım taşı söküp tabela indiriyor falan değillerdir.

Sözgelimi İngiltere'de bırakın zayıf yahut iyi dindar olmayı ateist olan o kadar yaygın bir nüfus vardır ki. Onların İngiltere dindarlarına göre suç işleme konusunda daha yüksek bir istatistiğe sahip olduğunu kim söyleyebilir!

Mesela bugün Almanya'ya giden herkes bu ülkenin düzenine, kurallara olan bağlılığına, birbirleriyle olan insani iletişimlerinin kalitesine, gelişmişlik düzeyine vs. hayran olur! Bu sonuç Almanların hepsinin iyi bir İslam yahut din eğitimi almış olmasının tezahürü değildir.

Her sorunu götürüp hemen dine, özellikle de din eğitimin azlığına yahut niteliksizliğine bağlamak bir fırsatçılıktır.

Sorunlardan nemalanarak bunu arzu edilen din eğitimi için bahane olarak kullanmaktır.

Bugün Çin'de tek ilahlı hak bir din yoktur. 2 milyar nüfuslu bu ülkede herkes birbirini yiyor falan değildir. İneğe tapan Hindistan için de bu geçerlidir. Güneşe tapınan Japonlar için de. Afrika'daki ilkel kabile dini mensuplarında da...

Gerçek böyleyken her sorunu hemen dine, dini eğitim noksanlığına, az dindar olma çok dindar olma meselesine bağlamak yanlıştır. Sureti haktan gibi görünen ve dine hizmet edecek her yolu mübah olarak görme anlayışının ürünü olan bu mantık gerçekçi olmadığı gibi dine de zarar vermektedir.

Çünkü bireysel bir tercihin ürünü ve sadece Allah rızası için olması gereken dindarlık işini dünyevileştirmekte, bunu dünyevi huzur, başarı ve mutluluk vs. için kullanmakta, böylece insanların ilk başta yüzde yüz samimi olan dindarlıklarını ve yüzde yüz Allah için olan tercihlerini dünyevi menfaat çamuruyla bulandırmaktadır. Pişmiş aşa su katmaktadır!

Bunun yerine olması gereken yaklaşım şudur:

"Dünyada dindar olmadan da, bizdeki manada bir dine sahip olmadan da, hatta hiç inanmadan bile iyi insan olunabilir. Yeryüzü bunun sayısız örneğiyle doludur. Ancak dindar olmak Allah'ın istediği bir şeydir. Bu konuda baskı ve zorlama yoktur. Bu konudaki tercihiniz tamamen size aittir. Tercih sizindir."

Bir insan tamamen kendi özgür seçimiyle, sadece ve saf Allah rızası için dindar olmalıdır; şayet olacaksa! "Dünya böyle huzur bulacak" diye inanarak veya, "Başka türlü iyi insan olunamazmış" sanarak değil! 

Olması gereken anlayış, verilmesi gereken mesaj bu olmalıdır.

Bu; dinin en çok istediği özellik olan yalandan uzak durma davranışının ve dürüst olma erdeminin de bir gereğidir.

ŞİMDİ SIRADA KURBANI ETE DÖNÜŞTÜRMEK VAR

Şeytanın kadim ilkesi hep şu olmuştur: Yıkamıyorsan bari boz!

Namazı ruhsuz bir ritme / cesede çevirdiler. Bir samimi yakarma işi olan duayı Arapça dua öğrete öğrete anlamasız bir mırıldanma işine dönüştürdüler. Şimdi sırada orucu ete indirgemek var! 

 

Kurban ayı yaklaşıyor. Yardım dernekleri başladılar yine Uganda'da, Fildişi Sahillerinde vs. kurban kesme vaatlerine!

Allah ve gönderdiği din yardım işine yakınlarınızdan başlayın demiş; kime ne! Haşa din bugünleri görememiş, o yüzden öyle bir telkinde bulunmuş bize! Bu eksik görüşü bu dernekler kaim eylemiş! Onlar çıkmasaymış biz yardım işinde en yakından başlayarak uzağa doğru bir yol izleyemeye belki de devam edip gidecektik!

Çevrenin, konu - komşunun, yoksulun, yolda kalmışın, en çok da borca dalmışın hakkını hukukunu alıp en uzaklara götürmenin adı; vekaleten kurban kesme uygulaması.

Sorunca çevrede fakir fukara mı kaldı cevabı hazır! Oysa öyle fakir ve fukara kişiler var ki yaşadığımız ancak görmek istemediğimiz, sadece görmeyi istediklerimizi görmeye alıştığımız yaşam çevrelerimizde!

Fakirlik - fukaralık deyince sadece salyalı - sümüklü, yırtık - pırtık elbiseli ve kirli yüzlü çocukları, bir de delik - deşik duvarı olan iki göz gecekonduyu anlayan bizler bu gerçeği hakkıyla nasıl görebiliriz! Bir de artık buralara TOKİ'nin ev falan yaptığına şahit olundu mu tamamdır o ülkede; ne fakir kalmıştır daha ne de fukara!

Milleti 800 küsur liraya 10 - 12 saat çalıştırarak evvela fakir - fukara bırak! Sonra da bu sosyal kesime fakir değiller gözüyle bak! Yolda geçen son model araba sayılarına bak, belli sosyal sebeplerle bir maaşın yarısı fiyata oturulan evlere vs. aldan, sonra da, "Ülkemizde fakir mi kaldı" diyerek onların senede bir kapısına uğramaya hazırlanan hakkını al; Fas'a, Tunus'a falan götür!

Her yıl açıklanan ve en az yüzde on oranında olan işsizlerin hepsi...

Asgari ücretle geçinen milyonların tamamı...

Hele hele sırf geçim derdi yüzünden, çocuğunun kırtasiye parası gibi sebeplerle borca dalmış kıvranan yüz binler...

Hepsi fakir fukara, hepsi yardıma muhtaç...

Kurban zengin ile fakir arasındaki soğukluğu, kıskançlığı, kini, öfkeyi azaltan, sevgi, yakınlık, dostluk, iletişim bağını oluşturan sıcacık bir köprüdür. Bu köprünün bir ayağı burada öbür ayağı Kenya'da olmaz. İki ayağın bu kadar açık ve mesafeli olduğu bir köprü ayakta durmaz. Böyle bir köprü kurulmaz. Kenya'yı yakınlaştırırken kendi halkını uzaklaştırırsın. Böylece kurban amacının tam tersine hizmet eder hale gelir.

Sen Allah'ın bir hikmete binaen dediğini unutur, kendi aciz aklınla yakından uzağa dediği yardımı önce uzağa sonra yakına şekline çevirirsen kurban sana belki Kenya'yı yakınlaştırır lakin kendi öz halkını senden uzaklaştırır.

Kurban'ı Kenya'da kesersen birilerine sadece et yedirirsin. Et yedirme dışındaki tüm hikmetlerini ise bitirirsin!

Et yedirmek çok mu önemlidir?

Ne pahasına olursa olsun mutlaka et yedirilmeli midir?

Senede bir ay et yedirme işi onca hikmeti çöpe atmaya değecek kadar hayati midir?

Senenin 9 ayı et yemeyen kurbanda da yemese ölür mü?

Sırf et yenilecek diye kurbanın on çeşit faydasından çalmanın anlamı var mıdır?

Dikkat edin: Hepsini fakirlere dağıtın demez dinimiz. "Bir bölümünü çoluk çocukla yani ailenizle yiyin" der! Demek ki mesele sadece fakirlere et yedirmek değil! Öyle olsa kestiğiniz etin hepsini dağıtın derdi. Kurban kesecek maddi güçteki bir adamın ete ihtiyacı zaten olmaz! Ama öyle demiyor! Kenya'da kesersen çoluk çocuk yiyemeyecek kurbanı!

Sonra bir bölümünü eş, dost ve akraba ile yiyin buyurur. Demek ki kaynaştırıcı bir işlevi de var kurbanın! Demek ki sadece fakire et yedirme davası değil bu iş! Kenya'da keseceğin kurban bu hikmeti de yok sayacak!

Üçüncü bölümünü fakire fukaraya dağıt der sadece! Bu bölümünü de yakından başlayarak, önce yakınlardaki fukaraları gözeterek yap diye tenbihler.

Vekaleten kesme modası kurbanı sadece ete çeviriyor! İşi fakirlere et yedirme meselesine indirgiyor. Böylece bir ibadet kuşa dönüştürülüyor ve yıllardır buna kimsenin gıkı dahi çıkmıyor.  

Bırakalım kurban etini öncelikle yakınlarımız yesin! 

Çoluk - çocuk kurban kesildiğini gözleriyle görsün. Bu ibadet hissedilsin, yaşansın! Kurbanı bankaya üç kuruş para yatırma işi zanneder hale gelmesin gençler!

Bırakalım da her yıl yaşadığımız kurban suistimalleri yüzünden millet dine - diyanete - dindara karşı kuşkucu ve güvensiz hale gelmesin! İbadet işinde kalbe şek ve şüphe sokulmasın. Herkes elleriyle dokunsun kestiği kurbana!

Bırakalım yakınımızdan başlayarak bir ayağı fakir tarafına diğer ayağı da zenginler muhitine kurulması gereken ve üzerinden sevgi, şefkat, barış geçecek olan köprüyü kurulması gereken yerde yıkmayalım!

Bir ayağı Anadolu'da öbür ayağı Kenya'da... İki ayağı bu kadar uzak bir köprü nerede görülmüş! Bu köprü nasıl ayakta kalabilir!

Allah uzağa yardım etme demiyor; yakından başlayarak uzağa doğru gidin diyor.

Yakından başlayalım; sonra adım adım uzağa gidelim!

Uzaktan başlayıp daha uzaklara, her sene en uzaklara doğru gitmeyelim!

Din hususunda Allah'ın ne dediğini önemseyelim; birilerinin vehimlerindeki dinin ne buyurduğunu değil!

YARATILANI HATASIZ İSE SEVMEK

Allah insana ruhundan üflediğini söylüyor. Yaratıcının ruhundan üflenilmiş bir canlı insanoğlu. Bu konuda müstesna bir yeri var.

 

Ayrıca o eşrefi mahlukat denilen bir varlık. Canlı cansız bir alem onun hizmetine sunulmuş, amadesine verilmiş. Ayrıca onca canlı içinde yaratanın imtihanına sadece o namzet edilmiş!

 

Dolayısı ile o sırf yaratandan ötürü dahi olsa iyilikleri - güzellikleri hak eden bir canlı! Bir padişahın yakını sırf o padişah hatırına bile neleri hak ediyor! İnsan Allah'ın yarattıkları içinde müstesna bir konumu ve yeri olan bir tür!

 

Terslemek, soğukluk, kabalık, hakaret, iğneleme, ilgisizlik vb. yollarla her gün hiç çekinmeden kırdığımız, kıramadığımızda ise bir şekilde incittiğimiz kişi sırf yaratanı hatırı için bile olsa güzellikleri hak eden bir canlı!

 

Bu çok hayati bir noktayı unuttuk. İyi yaklaşımlara yahut kötü tavırlara maruz bırakma işini sadece karşımızdaki kişi ya da kişilerin hak edip etmemesi inancımıza indirger olduk!

 

İyiliği hak ediyor mu?

 

Ya da kötülüğümü hak etti?

 

İyi davranışları ve kötü tavırları yani insanlara karşı olan yaklaşımlarımızı karşımızdaki kişilere bağlı olan bir "hak" meselesi haline getirdik!

 

Yaklaşımlarımızı dışımızdaki bu iki temel nokta belirler hale geldi. İçselleştirdiğimiz, bize yakışan bu dediğimiz, ne pahasına olursa olsun sürdürdüğümüz, dolayısı ile de tutarlı ve standart olan oturmuş bir yaklaşım kalıbımız yok artık. 

 

İyi yahut kötü her yaklaşım türünü bir potansiyel eğilim olarak içimizde taşıyoruz. Yerine ve durumuna göre bir tercih yapıyor, hemen o yaklaşım kalıbına giriveriyoruz sonra da. 

 

Bu samimiyetsizlik ve değişkenlik demektir. Haliyle hem fıtrata uymaz hem de ruhu kısa sürede yorar! İçimizde insan sayısınca farklı yaklaşım şekli barındırmak, duruma göre sürekli bir iyi bir kötü kalıplar arasında gidip gelme vaziyeti takınmak kişilikleri de dengesiz yapar, ayarını bozar! Nitekim de öyle oluyor! Böylesine garip bir gel - gitler girdabına yakalanmış bir ruhun sahibi ne yaparsa yapsın; ruhunda felahı yakalayamaz!

 

Bu insan nasıl?

 

İyiliği hak ediyor mu?

 

Yoksa kötülüğe mi layık?

 

Açıktan yahut gizliden hemen bu üç soruyu soruyor, ardından da buna göre bir rota belirliyoruz kendimize! Bu durumda oturmuş ve ne olduğu belli olan karakteristik bir yapımız yok demektir. Oturmamış bir yapıya sahip olan bir ruh daha kendisi sübut bulamışken içsel bir sükunete nasıl sebep olabilir!

 

Sırf bize ait olması gereken, kaynağını dışarıdan değil; sadece ve sadece içimizdeki doğrulardan - ilkelerden alması gereken yaklaşımlarımızı / davranışlarımızı birileri için ödül yahut cezalandırma aracı gibi görmemeliyiz. Bir rüşvet yahut silah olarak kullanmamalıyız! 

 

Bu hata başta; hem bize zarar verir hem de toplumun kısa sürede bu tip kişi ve kişiliklerle dolmasına yol açar! Böylesine bozuk, samimiyetsiz ve dengesiz bir karakter yapısıyla inşa olmuş insanların yaşadığı bir dünya ise adeta cehennemden farksızdır. 

 

Bu tür "kötülüğe kötülük" odaklı davranış kötü dediğimiz kişilerin gruplaşmasına - dayanışmasına, iyilerle mücadele vermesine, iyiliklere ve iyilere karşı hınçla ve kinle dolmalarına yani kötülüğün çoğalmasına hizmet eder. 

 

Diğer taraftan insana sırf şu ya da bu kişi diye değer verdiğimizde yahut vermediğimizde onların iyi veya kötü dediğimiz yönlerini önemsemek kaçınılmaz olur! Oysa insanların kim olup olmadığını değil; onu yaratan için, yaratanının hatırı için diyerek algıladığımızda hataları vs. önemini yitirir, daha dengeli ve tamamen içimize oturmuş, kaynağı yüzde yüz bize ait olan sağlıklı / oturmuş (dengeli) yaklaşımlar girer devreye. Bu ise hem kendimize hem muhatabımıza hem de yaşadığımız dünyaya bir yığın güzelliklerin tohumu ekmek olur. 

 

İyi - kötü diye tasnif ettiğimiz her şey Allah'ın bilgisi ve izni dahilinde ortaya çıkıyor şu hayatta. "O"ndan habersiz bir yaprak dahi düşmüyor dalından. Yine bizim şer bildiğimizde hayır, hayır zannettiğimizde ise bir yığın şer saklı olabiliyor. Allah'ın da dediği gibi her şeyi en iyi "O" biliyor, biz bilmiyoruz! Çoğu zaman vehimlerimizi bilgi sanıyoruz, öylece yaşayıp gidiyoruz. Allah bilir ya böyle yaparak ömrümüz süresince kaç kişinin psikolojik kanına girmiş oluyoruz. Bunu yarın kıyamette öğreneceğiz. Şuan işimiz Alamanya'dan iyi maşaAllah!

 

Öyleyse yanlış yahut hata dediğimiz şeyler bizlerin insanca yaklaşımından taviz vermemizi gerektirecek kriterler / durumlar olmamalı. Biz insan olduğumuz için, karşımızdaki da insan olduğundan dolayı ortaya konulmalı tüm yaklaşımlar. İyiliğin mükafatı ile kötülüğün cezası bize ait olmamalıdır. Bunlar şayet suçsa devlete; günahsa da Allah'a ait olmalıdır. Uyarabiliyorsak güzel bir üslupla uyarmalıyız; lakin hiçbir kişiyi bir - iki hatalı davranışı için toptan yargılamaya, sonra da toptan infaz etmeye kalkışmamalıyız. Bir hatalı insan için dört - beş masumu öldürmek ile bir - iki hatalı davranışı için koca bir insanın her şeyini hedef almak aynı şeydir.

 

Hiçbir insan bir - iki hatalı yönünden ibaret değildir. Bir insanın bir veya iki hatası için tamamını hedef alıp o insanı her haliyle sanık sandalyesine oturtmak, parçalarının kabahati için bütününü cezalandırmak hem ölçüsüzdür; yani zulümdür. Hem de bu bizim vazifemiz değildir; yani haddi aşmaktır.

 

Allah, "Ey insanlar, insanlara karşı yaklaşımınızda..." vs. derken bu insan kategorisinin içinde sadece iyilerin değil, kötülerin de olduğunu şüphesiz ki biliyordu. Ama o bunu önemsemedi, sadece insanlar diyerek ait oldukları canlı türünü baz aldı. Biz de böyle yapmalıyız. 

 

Biz insansak, karşımızdaki de insansa şayet iyi davranmak bizim vazifemizdir. Karşımızdaki iyi ise de kötü ise de onun karşılığı bize ait değildir. Az önce de belirttiğim gibi bu kötülük suç vasfı taşıyorsa devlete; günah özelliğine sahipse de yaratana aittir ancak!

 

İkili, beşeri ve insani ilişkileri ödül ve ceza aracı olarak kullanmak hem bize hem muhataplarımıza hem de içinde yaşadığımız ve bizi sürekli etkileyen ortak insanlık değerlerine (yani akvaryumun suyuna) zarar vermektedir.

 

Esasında iyi davranamıyorsak bu, başkasının bunu haketmesi yahut haketmemesi yüzünden değildir. Bu; iyi olmayı / iyi davranmayı başta bizim yani kendimizin haketmemesi sebebiyledir. Öbürü sadece kendimizi kandırmaktır. 

 

"İyilik eden sadece kendisine iyilik etmiştir. Yine kötülük eden de sadece kendisine kötülük etmiştir" (Casiye, 15) 

GERÇEK DİNDAR YOBAZ AYRIMINA DAİR

Allah her türlü kişisel ayıpları örtün der!

 

Yobaz ise ayıpları ifşa ederek yahut ayıp yapana celalli bir tavır takınarak kendince güzelliklere ve hayra vesile olmaya çabalar!

 

Allah iftira vardır ve çirkin bir iştir der. 

 

Yobaz ise olur mu, ne iftirası, ateş olmasaydı duman çıkar mıydı der!

 

Allah kalplerde olanı en iyi "Ben" bilirim der. 

 

Yobaz ise herkesin kalbini bildiğini düşünür; vehimlerine göre etiketler, kimini ona göre sever kimini ona göre damgalar ve dışlar!

 

Allah her yaratılmışa şefkat duy, acı, dua et onlar için der. 

 

Yobaz ise başkasına günahları sebebiyle diş biler, hatta sinirli sinirli söver!

 

Allah samimiyet, ihlas önemli der. 

 

Yobaz ise sürekli dini ve yaşantısını vitrine çıkarır, böylece münafıklığı çoğaltma amacına hizmet eder.

 

Allah sizin en hayırlınız insanlara en çok faydası dokunandır buyurur.

 

Yobaz ise bir köşeye çekilip dünya işlerinden el ayak çekmeyi makbul sayar! İbadeti noksan olan dünyayı kurtarsa onun gözünde değeri olmaz!

 

Allah tüm ey iman edenler buyurur sürekli!

 

Yobaz bunu sadece ey Müslümanlar olarak algılar, Müslüman olmayanlar içinde iman ehli bulunacağını kabul etmez. Oysa böyle ayet vardır, o bunu görmek istemez!

 

Allah insanları imtihan için yarattım der.

 

Yobazın işi gücü İslami dediği bir devlet düzeni kurmaktır. Ona göre imtihanın özü devlet sistemidir. İslami devlete giden her yol mübahtır. 

 

Allah sen sadece tebliğ et, hidayet bendendir der. 

 

Yobaz tebliği telkin yani manevi baskı, şartlandırma, ne pahasına olursa olsun dindarlaştırma olarak algılar.

 

Allah aklı olmayanı, zihni ve vicdanı hür olmayanları (mesela köleler) dinden mes'ul tutmaz. 

 

Yobaz ise 6 yaşındaki aklı ve iradesi eksik çocukları namaz ve tesettür için adeta muştular! Böylece onlara sırf Allah rızası için, sırf salim ve hür bir iradeyle tercih yapmasına fırsat vermez, onların imtihanını ifsat eder!

 

Allah tövbe kapısını son nefese kadar açık tutar!

 

Yobaz ise hoşuna gitmeyen günahlar için bu kapıyı insanların yüzüne kapar, onları defterden siler, daha onlarla münasebet kurmaz! Kendisi gibi olanlardan oluşan dar bir çevreyle haşir neşir olmayı doğru yaşantı ve tebliğ zanneder!

 

Allah sevgi, şefkat, tebessüm der!

 

Yobaz asabiyetli duruşu, kendileri gibi olmayanlara katılığı, kin ve öfkeyi yani soluk benizli ve asık suratlı olmayı takva alameti olarak görür!

 

Allah kul hakkını çok önemser!

 

Yobaz için en büyük günah örtünmemek, mahremiyet ve yasak cinselliktir. 

 

Allah gıybet zinadan daha beterdir der!

 

Yobaz gıybeti dinler, hiçbir zaman gıybet eden için köpürmez. Ama zina edeni, hatta kızla erkeği bir köşede kol kola gördü mü dişini biler, adeta onu ısırmak için salyalar akıtır!

 

Allah ya atalarınız yanlış yolda ise, hiç akıl etmiyor musunuz der sık sık!

 

Yobaz ise sürekli önceki büyüklerine yani atalarının dinine uyar! Bu ayetin kapsamını sadece eski Kureyşliler olarak algılar çünkü!

 

Allah ibadetin az bile olsa devamlısı makbüldür der.

 

Yobaz üç cumaya gitmeyeni mürtet olarak etiketler. Böylece ona iman ve tövbe kapısını ilelebet kapatır.

 

Allah iyilik edenler vs. der!

 

Yobaz ise dindar olmayanların iyi insan olamayacağına, insanların sadece dindarlıkla iyi birer kişi olacaklarına inanır. Dünya üzerinde bozuk bir itikada sahip oldukları halde, hatta hiç bir inanca sahip olmadıkları halde milyonlarca iyi insan olması gerçeğini gözleriyle gördüğü halde yok sayar! 

 

SONUÇ

 

Gerek din gerekse dünya için en büyük bela dinsizlik değildir; yobazlıktır. 

ACAYİP GARİPLİKTEKİ TOPLUMSAL ALGILAR

Toplumun algı sistematiğini altüst etmişler. İster sağcı ol ister ise solcu. İster fakülte bitir istersen liseden terk et okulu. Her zihin artık bu algı hastalığından alacağı nasibi almış!

Sağlıkçılara şiddeti kınıyoruz!

 

İyi, başka? 

Eğitimciye şiddeti lanetliyoruz!

Güzel, başka var mı? 

Kadına şiddeti de esefle ayıplıyoruz!

Siz burada acayip bir gariplik sezebildiniz mi? Evet gariplik değil sadece, acayip bir gariplik! 

Siz şiddet eylemini; kimden gelirse gelsin, kime yönelik olursa olsun; sırf insanlık onurunu rencide ettiği için hepsine ortak tavır almanız gerekirken sadece belli mesleklere yöneldiği yahut tek bir cinsiyete yapıldığı için kınarsanız samimi olmuş olmazsınız!

Sadece şiddeti teşvik etmiş olursunuz! Buna örtülü teşvik denilir! Birbakımdan örtülü ödeneğe benziyor evet! Para işine kafamız çok iyi çalışır hani. Belki bu son benzetme meseleyi daha iyi idrak etmemizi sağlar!

Toplum şiddet gibi bir meseleyi bile böyle sakat algılayacak hale nasıl geldi. Bunu hangi eğitim ve koşullar sağladı!

Bu tür samimiyetsiz, "Şu meslek erbabına yahut cinsiyete yönelik şiddet ayıptır sadece; yoksa şiddetle bizim bir derdimiz falan yoktur" türü örtük bir bilinçaltı mesaj veren bu şiddet yanlısı ayrımcı mantık hangi zihnin ürünüdür acaba!

...

"Filanca çocuk şu kadar para bulamazsa kanser tedavisi alamayacak. Facebook bu iletiyi her paylaşan adına 1 TL bağış yapıyor. Haydi daha çok kişiye ulaşalım"

Peki buradaki acayip garipliği sezinleyebildiniz mi? 

Son dönemde ikinci bir bakış açısı körlüğü de bu tür tedavi yardımı haberlerinin içinde saklı. Bu bakış açısı hakikaten derin bir algısal körlük içeriyor lakin ikinci bir körlük de bu tür haberler sonrası insanların tutumlarında hayata geçiyor.

Tek bir kişi çıkıp da, "Hangi devirde yaşıyoruz! Bu ne vahşet kardeşim! Bu tablonun eski Roma'da mahkumların aslanların önüne atılırken alkışlandığı arena manzaralarından ne farkı var" demiyor; bu hayati nokta kimsenin aklının ucuna bile gelmiyor. Herkes hemen para verip vermeme noktasında düşünmeye başlıyor. Para olmayınca tedavi alınamayacağı, bunun gayet doğal bir durum olduğu o kadar çok kanıksanmış ki!

Düşünün:

Bir insan para toplanamayınca tedavi alamayacak!

Tedavi alamayınca ölecek!

Birkaç duyarlı kişi çıkıp facebokta vs. para toplayacak!

Facebook her paylaşım başına 1 TL verecek!

Sonra para hastanenin tedavi için talep ettiği ücrete denk gelirse gelecek...

Bir hastane ancak o zaman bu kişiyi tedaviye alacak...

Benim aklım almıyor!

Bu ne trajik bir tablodur böyle yarabbi!

Ben mi abartıyorum yoksa!

"Biz neden vergi veriyoruz o halde, sadece bahar nezlesinde tedavi alabilmek için mi" diye sormayanlara mı kızasınız!

Para yoksa ölseniz dahi hasta tedavi etmeye yanaşmayan lakin yine de saygı görmeye devam eden hastanelere mi!

Bütün bunlara son derece normal şeylermiş gibi bakar hale gelen bizlere mi ya da...

Bu nasıl bir akıl tutulmasıdır; bu ne biçim bir vicdan körleşmesidir böyle!

FARKLILIK BESLER, HOMOJENLİK ŞARTLANDIRIR

Farklılığı ve yanlışları yanlış anlayan bir milletiz! Hem hr şeyde bir hayır var diyoruz hem de bazı şeylere şer gibi yaklaşıyoruz!

 

Oysa farklılık zenginliktir. Farklı uyarıcılar zeka gelişiminin bile en itici çevresel unsurudur! Nasıl ki bir çocuğun ne kadar çok sayıda ve çeşitlilikte oyuncağı olursa bu onun zeka, ilgi ve hayal dünyası için çok besleyici olur; kültürel ve toplumsal çeşitlilik de bir ülke için aynen böyledir. 

 

Yine yanlışları yanlış algılıyoruz. Nasıl algılarsak da öyle tepki veriyoruz haliyle.

 

Oysa gerçeğe götürmede yanlışların da en az doğrular kadar değeri ve rolü vardır. Sadece doğruların yapılması ile gerçeğe ulaşmak zordur. Yanlışlar da gerçeğe kavuşma sürecinde büyük bir rol üstlenir. Yanlışların bir hikmeti olmasaydı Allah onlara müsaade eder miydi!

 

Edison birçok yanlış denemeden sonra anlamıştır; artık mutlu sona çok yaklaştığını. Çünkü bu kadar çok yanlış artık yapacak çok az yanlış deneme kaldığını göstermiş, doğruya çok yaklaştığına işaret olmuştur!

 

Edison yanlışı işaret ve fırsat bilmiş; dahiyane buluşunu gerçekleştirmiş yanlışlar sayesinde. Biz ise kinleşme, tartışma ve sürtüşme aracı görüyoruz yanlış dediğimiz şeyleri... Elimizden gelse yanlış dediğimiz işlerin faillerini bir kaşık suda boğmak istiyoruz...  Bir meseleye nasıl bakıldığı ne kadar da önemli!

 

Allah çeşitlilik istemiş; çeşit çeşit yaratmış o yüzden! Bizler ise bu çeşitliliği tehlike bilmiş; her şeyi tek tipleştirme gayreti içine girmişiz. Eğitim de bir tektipleştirme metodudur aslında! Ben seni istediğim yönde şekillendireceğim gayretidir eğitim!

 

Eğitimin teptipleştirmemesi, böylece doğası farklılığa açık olan fıtratları bozmaması için sadece belli kitapların değil; her türlü kitabın özgürce okutulduğu, tepeden dayatarak etkilemeyen, sadece etkilenme seçeneğinin kişilerin kendi özgür seçimlerine bırakılması gereken yerlere dönüşmesi gerekir. Her kitabın zıddı mutlaka okutulmalı, böylece şartlanmış ve hür iradesi baskı altına alınmış köle ruhlu beyinlerin inşasına izin verilmemelidir.

 

Farklılığı çatışma değil; gelişme fırsatı bilmeliyiz. Bir mağazada bile çok çeşitli ürünleri tercih eden bizlerin sıra toplumsal yaşama gelince bir anda değişmesi, tamamen ve her yönden kendimiz gibi olan kişiler araması, adeta bunun kanlı bıçaklı kavgasını vermesi çok büyük bir çelişkidir.

 

Farklılık net bir tanımlama imkanı vermediği için bize biraz korkutucu gelir. Farklılıktan çekinmenin - uzak durmanın altında aslında bu bilinçaltı korku yatar. Farklılığın korku doğurucu ve uzak tutarak yabancılaştırıcı yönünü azaltmanın en temel şartı insanlığımızı çoğaltmaktır. Ortak insani vasıfları daha fazla vurgulayarak daha çok yeşertmektir. İnsanlık arttıkça yabancılık azalır!

 

Herkesin kendimiz gibi olduğunu, her yanımızın tamamen bizim gibi düşünüp bizim gibi inanan kişilerden örüldüğünü düşünsenize! Ne kadar sıkıcı ve tek düze olurdu her şey.

 

Böyle bir durumda huzur olurdu zannetmeyin sakın. GS - FB diyerek bile ayrılıp - kutuplaşabilen, hatta kavga edebilen bizler için aynı inanç ve kültür içinde ayrışacak bahane bulmak hiç de zor olmazdı!

 

Öz kürt asimile kürt,

 

Zengin alevi fakir alevi,

 

Türkleri seven arap sevmeyen arap vs.

 

Ayrışacak bahane mi yok. Sen yeter ki ayrışmak ve çatışma iste!

 

GS - FB diye, olmadı şu sülale bu sülale diye vs.

 

Mutlaka yine ayrışıp çatışacak bir ayrım noktası bulunurdu. 

 

Yani tamamen aynı düşünce ve inançta olmakta halk olarak bizlerin en ufak bir menfaati olmazdı.

 

Bundan sadece belli bir elit kesim nemalanırdı en fazla. Çünkü onlar belli bir inanç kesimini kendilerine ortak değer bağıyla abone yapmış, böylece ucuza kurdukları iktidarlarını ilelebet garantiye almış olurlardı. Ayrımı körüklemenin altında yatan bir diğer neden de budur aslında! Toplumun belli kesimlerini şartlayarak kendilerine ilelebet sadık kalacak bir abone yaratmak...

 

Aynı inanç ve değer bağıyla bağlı olduğumuz bir sosyal dünya bizi tek taraflı şartlandırırdı. Böylece algı ve vicdan ayarlarımız da bozulurdu. 

 

Düşünün; tek tip bir sosyal çevrenin zeka, ilgi, hayal dünyası gelişimini bile etkilemesinden tutun ruhlarımızda vicdanı söndüren tek yanlı bir şartlanma oluşturmasına, oradan sıkıcı bir sosyal çevrede yaşamak mecburiyetinde kalınmasına, en önemlisi de belli bir siyasi yapıya ilelebet bağlı kalınmasına ve bunun muhtelif komlikasyonlarına (insani çürüme, toplumsal kokuşma vs. Çünkü rekabetin zindeliği yoktur bu tür ortamlarda) varıncaya dek ne çok sakıncası var!

 

Bu gerçeği iyi bildiğim için üniversitede okurken kendimi belli bir görüşün içine kapatmamış; kendime her görüşten arkadaş edinmişimdir. Hala her görüşten dostlarım vardır; en zıt tv. kanallarını peşpeşe izlerim. Bir insanın kendi zihninde ve ruhunda örebileceği en kesif zindan tek yanlı telkin ala ala oluşmuş şartlanmadır! Şartlanan bir beyin ise ilk olarak özgürlüğü seven ruhu boğar!

 

"Benim gibi düşünmeni asla istemiyorum." Ve, "Düşüncene katılmıyorum. Lakin böyle düşünebilmen için kellemi bile veririm" diyen düşünürler bu gerçeği yıllar önce fark etmişler! 

HER FİRAVUN'UN BİR MUSA'SI VARDIR

Her şeyi yaratan Allah'tır.

 

Firavunları da!

 

Musaları da...

Sadece Firavunları yaratsaydı da Musaları halk etmeseydi adaletsizlik yapmış, böylece zulmetmiş olurdu. "O" ise bütün bu kötü sıfatlardan münezzehtir.

En büyük hatamız Firavun deyince sadece eski Mısırdaki Firavunu, Musa deyince de Hz. Musa'yı anlamamızdır.

Oysa yeryüzünde ne Firavunlar, ne Musalar vardır! Firavun olmak için Mısırdaki eski kral olmaya gerek yoktur. Zulmeden çoğu kişi bu kapsama girer. Çünkü Firavun'u Firavun yapan adı değildi, bu özelliğiydi. Onu zalim yapan zulmü başkalarını nasıl Firavun yapmaz!

Bu gerçeği pek göremiyoruz çünkü Firavun'un da Musa'nın da eski tarihi bir dönemde yaşadıklarını, sonra da ölüp gittiklerini düşünüyoruz.

İnsan sağlığını metalaştıran, sağlık gibi kutsal bir olgu üzerinde vahşice sömürüye yönelen mevcut tıp sektörünün (hepsini tenzih ediyorum) Musa'sı popülaritesi hızla artan alternatif tıp ve bitkisel tedavilerdir.

Üç kuruşa çalıştırdığı yetmezmiş gibi bir de hal ve tavırlarıyla çalışanlarını itip kakan, onurlarını rencide eden zalim bir patronun Musa'sı patron falan dinlemeyen, bir kere sesini yükselti mi aklını başından alan, kendisine varoşlardaki Hasan efendinin karısı kadar bile özenli davranmayan evdeki asi eşidir.

Zalim esnafın Musa'sı her yanı kaplayan ucuz Çin malıdır! Yahut yanı başında açılan ve daha ucuza satan komşu meslektaşı...

Çocuklara hakkıyla ders anlatmayan, dersi öylesine geçiştirmeyi kar sanan zalim bir öğretmenin Musa'sı kendi halini kabak gibi ortaya çıkaran başarılı başka bir öğretmendir.

Hastasına elini dahi dokunmayan, eline dokunmadığı gibi yüzüne bile bakmadan sadece ilaca sarılarak tedaviye yeltenen, böylece işini basite alan, lakin sağlığı ciddiye almayan zalim bir doktorun Musa'sı kendisine karşı olan kadim yaklaşımları hızla değişen hastalarıdır. Kendisine artık eskisi kadar saygı duymayan, ihtimam göstermeyen, özenli davranmayan, üstelik itip kakan hastaları...

Zalim bir babanın Musa'sı laf söz dinlemeyen, bir noktadan sonra zapt edilemeyen öz evladıdır.

Zalim bir kadının Musa'sı kocasının bir anda aleyhine dönen garip psikolojisidir. Ve tabi ki bundan etkilenen kendi psikolojisi!

Sürekli kural ihlali yapan, trafiği felç eden hoyrat ve zalim bir şoförün Musa'sı kısa sürede bozulacak olan asabıdır. Ve tabi ki bunun can yakıcı içsel azabı!

Vatandaşı horlayan, ona tepeden bakan, sürekli ertemeleye çalışan, kolaylaştırmak varken zorlaştırmayı marifet sanan zalim bir memurun Musa'sı Nemrut'a dönen yüzü, feri sönmüş gözleri, nuru kaybolmuş cildidir. Ve tabi ki bütün bunların kendisine yüklediği, sürekli ruhunu boğan kaskatı bir psikoloji...

Firavun yaşadığı dönemde zulümde tekti. O yüzden bir Musa'sı vardı haliyle. Oysa zaman içinde zulüm çoğaldıkça ve çeşitlendikçe Musa'lar da çoğaldı ve çeşitlendi.

Hepimizin bir sürü Musa'sı var artık! Lakin en büyük Musa bizi yapıp ettiklerimizle cezalandıran psikolojimiz ve bu psikolojiyi doğuran vicdanımızdır! 

Velhasıl örnekler çoktur.

Zalim olmak için Firavun olmaya gerek yoktur.

Her devirde her yer bir yığın zalimle doludur.

Ve tabi ki Musa ile...

Zalim olur da Musa olmaz mı!

Firavunlar yaratan Allah Musalar yaratmaz mı!

Öyleyse bırak Firavunlardan şikayet etmeyi de sen Musa mısın değil misin ona bak! 

ATEŞ OLMAYAN YERDEN DUMAN ÇIKMAZ MI

Bazı vaazlarda bu deyimi işitiyorum: Ateş olmayan yerden duman çıkmaz!

İftira aciz, ruhunu haset kaplamış, böylece zamanla kalpleri nasırlaşmış kişil(iksiz)er tarafından yapılan; bunalan ruhlarının öcünü alma ve itibarsızlaştırma yoluyla değersiz kılma amacı taşıyan bir yakıştırma operasyonudur.

 

Bu konuda Allah Der ki: 

 

"...Ey iman edenler! Size bir fasık haber getirdiğinde hemen peşine takılıp gitmeyin... Yoksa istemeden insanların hukukuna tecavüz eder ve sonra yaptığınızdan pişmanlık duyarsınız" (49 - 6). 

 

Bu konuda bir kısım Müslümanlar ne der, nasıl düşünür peki: 

 

"Vay be; sahi mi! Zaten ateş olmayan yerden duman çıkmazmış!"

 

Oysa sadece ateş değil; yüksek dağların zirvesi de dumanlı olur! Duman sadece ateşten değil; yüksek tepelerden de çıkar!

 

İnsanların hemen hemen hepsinin; ya kendi ya da çevrelerindeki insanların yaşamında  bu olguyu pek çok kez gözlemledikleri yani bizzat şahit oldukları halde bu konuda hala böyle düşünme eğiliminde olmaları oldukça manidardır.

 

...

 

Şayet ateş olmayan yerden duman çıkmamış olsaydı "iftira" denilen bir sosyal olgu söz konusu olmaz, böylece tarih boyunca milyonlarca insan iftiraya maruz kalmamış olurdu! 

 

İnsanların önemli bir bölümünde mevcut bulunan hemen inanma eğilimini, yani derinlerdeki fırsatçılığı ve buna yol açan hasmane tutumu görebiliyor musunuz!

 

?İftira eden biri sadece ateş eder; asıl vurulmayı sağlayan buna peşinen inanarak kişinin elini kolunu bağlayan, böylece sabit hedef haline getiren yakınlarıdır.

 

Her haksızlık bir zulümdür aynı zamanda. İftira kişilere yapılan haksızlıkların en büyüklerindendir.

 

Dolayısı ile sadece iftira atan kişiler değil; ona hemen inanarak isabet almasını sağlayanlar; böylece mağdur kişilerin psikolojik, sosyal, ekonomik vb. açılardan bir sürü yara - bere almasına sebep olanlar da bu zulmün eşit hisseli ortakları arasındadır.

 

Allah vardır dediği halde, "İftira yoktur, ateş olmasaydı duman çıkmazdı" deme tutumu aynı zamanda Allah'ın emrine kafa tutmak, Yüce Allah'a lisan-ı hal diliyle (haşa), "Sen bilmezsin, biz daha iyi biliriz" demektir.

 

Ki bu tutum sadece büyük bir günah değildir; ayrıca bir şirktir de! Şirk içinde olan kişi ise müslüman değildir; müşriktir!

 

Bir vakıa olduğu gün gibi açık olduğu halde iftira olgusunu bile bile bu şekilde çarpıtarak algılayanlar hem mağdurların isabet almasına neden olarak hem de toplumda bu çirkin yolun daha fazla kullanılmasına yol açarak kötülüğü çoğaltamaya da hizmet etmiş olurlar. Böylece iyiliği değil de kötülüğü yaymış; "İyiliği emredin, kötülükten sakındırın" diyen Allah'a ikinci kez savaş açmış duruma düşerler! 

 

Her duyulan söze inanma eğilimi bu işi fırsat olarak gören kişileri bu çirkin eyleme teşvik edici olmaktadır. Çünkü toplum içinde müşterisi ta dünden hazır olan bir "etiketleme" malı daha fazla üretilir hale gelmektedir. 

 

Son olarak bir hadis:

 

"Her duyduğunu söylemesi kişiye günah olarak yeter"

EKOLCÜ ŞARTLANMANIN BOZUCU İŞLEVİ

Bozma ve bozulma süreci her alanda benzer bir çizgi izliyor.

 

NLP, Kişisel Gelişim türü ekollerle öncelikle ruhumuzun temel ayarları bozuluyor. Başlangıçta doğası gereği dış dünya odaklı işleyen beynimiz ve algılarımız ruhumuz üzerine çekiliyor. Buraya kayan algı ekseni önce pireyi fark etmeye ve önemsemeye, ardından da farkına vardığı bu pireleri deve yapmaya başlar hale geliyor. 

 

Ayar bir kere bozuldu mu ya eksik ya fazla tartması kaçınılmazdır zaten! (Mesela günümüzde ayarı bozulan bir diğer yapı da vicdanlardır. Vicdan bir terazidir ve herkeste vardır. Lakin çoğu kişide ayarı bozuktur. Kiminde yanlı, kiminde katı, kiminde de gevşek işleyen yani ya eksik ya fazla tartan bir bozukluğa sahiptir. Vicdan terazisinin ayarı bir kez olsun bozuldu mu kendisinin ve yandaşlarının kusurlarını hafif iyi yanlarını ağır; başkasının ve rakiplerinin kusurlarını ağır, iyiliklerini hafif tartar. Vicdanı bozan en büyük faktör tek taraflı şartlanmadır.)

 

Sonra devreye, "Çözüm bende" diyen psikoloji ve psikiyatri yaklaşımları giriyor. Yani bir yanlışın ürünü olan sonuçları başka bir yanlışla telafi çabası devreye sokuluyor. Hatalı ekollerin ürünü olan hatalı sonuçlar bir sürü hatası bulunan ilaçlarla vs. tamir edilmeye çalışılıyor. Hatayı hata ile tamire kalkışılıyor yani.

 

Oysa çözüm bu bozulma sürecini doğuran hataların ortadan kaldırılmasındadır. Sözkonusu sorun sonuç ise çözüm sebeplere müdahaledir. Ancak gelinen nokta itibariyle artık bu noktayı kimse aklının ucuna bile getiremez!

 

Bu hatalı süreç din alanında da geçerlidir. Buradaki sorunların doğuşu ve çözüm arayışları da yukarıda anlatılana benzer bir çizgi izliyor.

 

Mesela önce; zaman içinde ihtiyaca binaen bazı yorumlar ve görüşler ortaya atılıyor. Sonra bunlar zamanla katı birer ekole dönüşüyor. Yorum elbette ki olmalıdır lakin bunların birer dini ekole dönüşmesi şart mıdır? Sorun bu noktada başlıyor zaten! Sorun yorumda değil; bunların katı birer ekole dönüşmesinde!

 

Daha sonra öyle bir noktaya geliniyor ki sonradan icat edilen bu ekoller (mesela mezhepler vs.) yüzünden insanlar birbirini boğazlıyor, lakin artık kimse bu gidişatın esas sebebinin bu ekolleşme mantığı ve uygulaması olduğunu göremiyor bile.

 

Gizli yahut açık her şartlanma gözlerin önüne çekilmiş kapkara bir perdedir. 

 

İşin esas bam teli olan bu hayati noktaya gelecek her eleştiri çok büyük bir günah gibi algılanıyor. Bu yönde öyle sessiz bir şartlanma oluşturulmuş ki beyinlerde!

 

Bu süreç içinde mesela; bir ekolün uygulama pratiğinde din fıkha indirgeniyor. Yahut diğer bir ekol kalp temizliğini fazla merkeze almıyor, sadece imani faaliyetlere yöneliyor diyelim.

 

Bu sefer de kendince bu görece hatayı tamiri amaçlayan başka ekoller oluşmaya başlıyor. Tasavvuf vs. ekoller doğuyor bu sefer de!

 

Bir indirgemeci yani hatalı uygulamadan daha başka hatalara kapı aralayan bir başka indirgemeci uygulamalarla çare aramak kaçınılmazmış gibi bir algı ve süreç oluşuyor çünkü!

 

Oysa saf ve duru olan kaynağa, yani ilk başa, sahabe ve peygamberi döneme - uygulamalara dönmek dinle ilgili hemen her sorunun en esaslı çaresidir.

 

Yoksa birbirini tetikleyen, bir hatadan kurtarmak için başka hatalara yol açan zincirleme yanlışlar seline kapılmak kaçınılmaz oluyor.

 

Ama yukarıda değindiğim algısal ve uygulamalı süreç sonunda öyle bir noktaya gelinmiş oluyor ki artık, sahabe dönemi İslamı telaffuzunu tasavvuf vb. kavramlar kadar bile duyamaz oluyorsunuz yaşadığınız dünyada!

 

Çünkü çarenin saf ve duru öze - kaynağa dönmekte değil de bu sonradan icat edilmiş ara yol ve yöntemlerde olduğuna dair öyle gizli, derin ve sessiz bir inanç inşa edilmiştir ki beyinlerde!

 

İşin daha da vahimi bu ekolcü şartlanma ve kabul öyle bir katılığa sahiptir ki. 

 

Hakkında yeterli ayet ve hadis delili dahi verseniz yine de bir yol buluyor kendisine! Ya tevil ediyor ya tefsir. Ne edip ediyor; yine devam edip gidiyor bu hipnoz hali! 

 

TASAVVUF VB. EKOLLER HAKKINDA KRİTİK UYARI

Hüsnü niyet her zaman sonucu önleyemez! Bu nedenle sadece niyet değil; akıbet de çok önemlidir. Hele mesele kutsal din meselesi ise!

Kanaatimce tasavvuf vb. ekoller; zaten dine ait olan güzellikleri ayrı bir kavramsallaştırmayla dinden adım adım koparma, böylece zaman içinde dinin içini boşaltma, sanki bazı önemli hususlar dinde değil de bu ekol içinde varmış gibi bir algı oluşturma sonucuna hizmet eder!

Sorun bir şeyin dinin içinde olup olmadığı değildir sadece; sorun dinin içinde olan bir hususun ayrı bir kavramla dile getirilmesindedir. 

Söz konusu insan olduğunda algı her şeydir. Hatta insan için algı gerçeğin bizatihi kendisinden bile daha fazla önemlidir. Çünkü insanlar dış dünyadaki nesnel gerçeğe değil; bu gerçeklikle ilgili olarak zihinlerinde oluşmuş yahut oluşturulmuş algılara göre tepki verirler.

Yapılan her işin, ortaya konulan her uygulamanın aynı zamanda bir algı inşa ettiğini iyi bilmeli, bu inşanın nasıl ve ne yönde olduğunu önemseyerek çok titiz olunmalı, bu sürecin mesuliyeti hakkıyla idrak edilmelidir.

Tasavvufun vs. zaten dinin içinde duran bir uygulama olması bu sonucu değiştirmez!

Tasavvuf ayrı bir sistem getirmiyorsa, zaten dine ait gerçeklikler ve argümanlar kullanıyorsa -ki öyledir- bunlar sadece özünde değil kavramsal düzeyde de sadece dine ait gerçeklikler olarak kalmalı; başka isim, ad ve sıfat altında dile getirilmemelidir. Dinin bütününe ait olan olgular sadece dinin içindeki bir ekole mahsus unsurlarmış gibi yansıtımamalı, bu sonuca varıp dayanacak olan algısal bir sürece yol açılmamalıdır. Farklı kavramlar, sıfatlar ve tanımlamalar önce zihinsel kopuşa sonra fiziksel ayrışmalara yol açar. Bakın tek bir dinin içindeki yüzlerce çeşit oluşuma, ne demek istediğimi canlı örnekelriyle görün! Dediğim gibi meselenin önemi dinin içinde olması ve dinle çelişmemesi vs. değildir, bu tür yapıların kendisini ayrı kavram ve sıfatlarla tanımlar hale gelmesidir.

Dine ait hususlar sadece din ve İslam sıfatıyla dile getirilmelidir. Sadece dine ait olması gereken bu tanımlama hakkına başka sıfatlar ortak edilmemelidir. 

Şu noktaya dikkatleri çekmek istiyorum:

Meselenin hayati nitelikli psikolojik boyutu gereği karşı olduğum ve itiraz ettiğim husus tasavvuftaki uygulamalar değildir; bunun tasavvuf adında ayrı ve yeni bir sıfat altında kavramsallaştırılmasıdır!

Tasavvuf olarak nitelenen hususlar şayet yeni icatlar değilse, bunlar zaten dinde varsa sadece din yahut İslam sıfatı ile zikredilmeli, adeta ayrı bir anlayışa veya ekole has işlermiş gibi mesaj veren, böyle bir algı oluşturan bir tanımlama ve isimlendirme yapılmamalıdır. Unutmayalım ki algı bozulursa yaşayış da bozulur!

Kopuş ve ayrılış önce kavramlarla zihinlerde inşa olur!

Kavramsallaştırma zihinlerde kopuş inşa eden en sinsi operasyondur!

"Bu, tasavvufta var"; "şu, tasavvufta şöyledir" yerine, "Bu, dinde var"; "şu, İslam'da şöyledir" demek varken ayrı bir kavramsallaştırmaya neden ihtiyaç duyulur?

Bu tür uygulamalar ve tanımlamalar; kavramların masum birer tanımlama işi olmadığını, zamanla zihin inşa ettiğini, zihnin ise usul usul kopararak ayrı dünyalar ve farklı klanlar kurduğunu, din içinde birbirinden uzak toplumsal kalıplar ve inanç grupları ördüğünü bilmemenin ürünüdür.

Dediğimin doğru olup olmadığını anlamak için sadece bu satırların üzerinde düşünülmesi bile, hatta mevcut uygulamanın sonuçlarına bakılması dahi yeterli olacaktır. İslam halinin bölük pörçük hali ortadadır!

Bir tasavvuf ehli diyor ki: "Tasavvuf, dini kurallardan ibaret robotik bir sistematikten çıkarıyor. Kurallar önemli ama insan ruhuna kazandırdıkları daha önemli."

Yani dini ve ibadetleri robotiklikten çıkarıyormuş, bunu tasavvuf sağlıyormuş. Demek ki tasavvuf yetişmeseymiş imdada din (haşa) eksik, özellikle de sakıncalı dindar ve ibadet tipi üreten sistem olarak kalacakmış. Dinin bu sakıncalı sürecini sonradan icat olan tasavvuf önlemiş! 

Zaman içinde ortaya çıkan bakış açısını ve son derece tehlikeli olan din ve dindarlık algısını görebiliyor musunuz! 

Ne yazıktır ki din algısında ve uygulamasında psikolojik gerçekliklere fazla dikkat edilmiyor.

Belli sebeplerle din adı altında bazı uygulamalar başlıyor; zamanla öyle bir noktaya geliyor ki oluşan yapı ve işleyen süreç ilk çıkışındaki amaçla taban tabana zıt sonuçlara hizmet eder hale gelebiliyor. Bunun çok örneği bulunuyor!

Mesela insanları cem eden / toplayan yer demek olan camiler zamanla hızla çoğalıyor, aynı mahalledeki Müslümanları bile küçük küçük gruplar halinde bölen; evet toplaması gereken, adı bile toplayan yer demek olan camiler tam tersi Müslümanları küçük gruplar halinde birbirinden uzak tutarak koparan bir yer haline gelebiliyor.

Çünkü Allah'tan başka hepimizin hata yapabilme ihtimali vardır. Peygamberler dahi zaman zaman hata yapabilmişlerdir; sadece günah işlememişlerdir. Bu da çok karıştırılır genellikle. Günahsız yerine hatasız denilir! Peygamberimiz bir tutumu nedeniyle Kur'anda ikaz bile edilmiştir mesela. Peygamberimiz ben de sizin gibi sadece bir beşerim demiştir. Burada zaman zaman bazı insani hatalar yapabileceğine işaret etmiştir.

Hal böyleyken dinin farklı yorum tarzlarını tabulaştırma, bunların mutlak ve asla yanlış olma ihtimali bulunmayan uygulamalar gibi görme huyundan vazgeçmeliyiz.

O yüzden içinde olduğumuz uygulama modellerini sorgulamalı, Allah'ın sık sık ifade ettiği, "Akıl etmiyor musunuz, ...Hiç düşünmüyor musunuz, ...Ya ataları yanlış yolda iseler" türü ikazlarını bir parça olsun kendi üzerimize almaya çalışmalıyız!

Allah Kur'anda sadece ehli kitap mensuplarını, puta tapanları veya mecusileri değil; belki onlardan daha fazla biz müslümanları ikaz ediyor!

Ancak çok azımız bunları kendi üzerimize alıyoruz!

Hepimiz en doğru yolda kendimizi sanmanın ferahlığı içinde yaşayıp gidiyoruz!

CEMAATLER SİYASET YAPMAMALI MI VE ABD ÖRNEĞİ

Birileri yıllardır hep, "Cemaatler siyasete karışmasın!" der bu ülkede.

Bunun mefhumu muhalifi, "Sadece ADD, Çağdaş Yaşamı Destekleme Dernekleri, Ulusalcılar, bir de işçiyle çiftiçi karışsın siyasete ki ülkede yönetimi hep bunlar kendileri belirlesin!" demektir.

Cemaatler niye siyasete karışmayacak?

Cemaatlerin dernek ve sivil toplum örgütlerinden farkı nedir?

Ama birinde yönetici atanırmış, öbüründe seçimle gelirmiş başa! En baba kriter buymuş!

Yönetimin nasıl olduğu bir sosyal örgütün iç işidir, bundan kime ne! Bu bir cemaat ile sosyal - sivil örgüt arasında nasıl kriter olabilir! Kominizmle yönetilen de devlet oluyor, demokrasiyle idare edilen ülke dede. İki farklı yönetim rejimi iki ülkenin de devlet olmasını etkilemiyor ama baştaki kişinin nasıl atandığı cemaat yahut sivil örgüt olup olmayı belirliyor, öyle mi!

İlla ikisini farklı görecekler; böylece cemaatleri siyaset dışına itecekler ya! Malum, bunun için gerekçe üretilmeli. Üretmek istersen gerekçeden bol ne var! Ürettiklerini gözü kapalı sahiplenecek insan da bol!

Cemaat denilen sosyal örgütler / yapılar bir insan topluluğu değil de bir eşya yahut makine yığını mı ki siyasete bulaşmayacak?

Önce muhtıra, darbe, telkin, kirli propaganda ile vs. yani bin bir hukuksuzkukla cemaatleri engellemeye kalk, baktın başaramıyorsun bu sefer de  -adeta saf aldatır gibi- cemaat siyasete karışmamalı de.

Birileri de yesin bunu!

Alem sersem, başkası da kör falan değil ey ahali!

Yemezler bu numarayı!

Memur siyasete karışmasın!

Cemaatler siyasete karışmasın!

Sadece siz karışın, öyle mi! 

Size (bunu diyenlere) öneri:

"Cemaatler siyasete karışmamalı" diyeceğine sen birazcık bu ülkenin köklü değerlerine karış da değerleri belli partilerin tekelinden kurtar!

Hep başkasından bekleyeceğine azıcık kendin bir şeyler yap artık!

Birilerinin ülkenin ortak ve köklü değerlerinden uzak görüntü vermesi siyasette değerleri belirleyici kılıyor, bu ise hizmet siyasetini engelliyor!

Kişiler hizmet eksenli ve adalet odaklı bir anlayışla değil değerlere angaje bir anlayışla siyasi seçim yapar hale geliyor.

Bu süreç hem gelişmeyi baltalıyor hem de önce toplumu ayrıştırıyor, sonra da kutuplaştırıyor!

Katı bloklar oluşturuyor.

Sonra bu bloklardaki her bir fert fanatik birer partici haline geliyor.

Ardından karşı taraf eliyle kuş tutsa bile bir anlam ifade etmez oluyor.

Kendi görüşündekilerin "hata devesi" pire, karşı tarafın "hata piresi" ise kolayca deve oluyor bir çırpıda.

Bu ise insanlardaki adalet ve vicdan duygusunu zehirliyor, insan ruhunu ve karakterini çürütüyor.

Fikri ve vicdanı hür olması gereken insanları adeta fanatik birer militan haline çeviriyor.

Oysa köklü ve toplumsal değerler ortak olmalı. Böylece değerler noktasında fazla bir siyasi fark / ayrışma nedeni kalmamalı; tek fark icraat olmalı.

 

Siyaseti yıllardır olduğu üzere değerler değil; hizmet ve icraatlar belirlemeli.

Artık birleştirici olması gereken değerler ayrıştırıcı olmaktan çıkmalı; söz konusu siyaset olduğunda en fazla hizmet eksenli bir tercihle ayrışmalı insanlar!

"Sen az köprü yaptın, bak bizim yaptığımız köprü sayısı bu" diyerek!

Değerler değil, istatistikler konuşmalı artık! 

Sendika yani çalışanların haklarını savunma işinde bile değerlere göre ayrışan bizler için bu o kadar zor ki! 

Herşeyi bilimsel ölçülere göre dizayn eden ABD'de neden Demokratlar ve Muhafazakarlar olarak sadece 2 parti (ayrışma kriteri) olduğu iyi idrak edilmeli.

Burada verilen örtük mesaj şudur:

"Siz, yani koskoca ABD halkı her açıdan ortak değerlere sahipsiniz. En fazla iki noktada ayrışabilirsiniz! O da sadece seçim sözkonusu olduğunda, sandık önünüze geldiğinde! Bu da sadece demokrasinin bir gereği olarak.

Böylece toplum elli çeşit fırkaya ve görüşe bölünmez, toplumsal yapısı lime lime edilmez. Her blok ufacık bir lokmaya ve asla bir araya gelemeyen kin dolu kutuplara çevrilmez.

Sadece sandık önlerine geldiğinde ayrışırlar, o da en fazla iki ana yapı olarak...

Sonra ise yüz ortak noktanın verdiği sinerji ve birlik ruhu ile huzur içinde yaşamaya devam ederler. 

Zenci ile beyaz arasında bile bizdeki iki siyasi parti / sosyal görüş arasındaki kadar ayrılık ateşi olmadan! 

ALLAH BİZDEN BEKLİYOR BİZ ALLAH'TAN

Mursi için alanları yıkan koca ülke Arakan'da canlı canlı yakılan insanlar için susmakla, susmayanlar ise sadece dua etmekle yani işi Allah'a havale etmekle meşgul!

 

Anlamını bilmeden, peygamberimiz okumuş diye ezberlediğin iki kalıp dua oku, görev tamam!

 

Peygamberimiz anlamını biliyordu da o satırları okudu rabbine karşı, sen biliyor musun? 

 

Son yıllarda biz Müslümanlardaki anlayış bu!

 

Biz müslümanlarda her şeyi Allah'a havale etmek moda oldu! 

 

Her şey Allah'a havale edilmemeli midir?

 

Elbette ki her şey Allah'a havale edilmelidir. Ancak üzerimize düşeni yaptıktan sonra sonucunu Allah'a havale etmek önemlidir. Bu mühim noktayı atlaya atlaya artık tek bir kişi bile fark edemeyecek noktaya geldik.

 

Tüm hocalar ekranlarda ellerini açtı mı, iki süslü cümle ile bir de dua etti mi iş yeterli oldu, vazifemizi yaptık zanneder hale geldik.

 

Sonra herkes ufkunu dikiyor göğe, Allah'tan gelecek yardımı bekliyor. Allah'ın yardımı her yanını çepe çevre sardığı halde! 

 

Haksızlık karşısında susan dilsiz, şeytandır ve benzeri birçok emir varken, yani Allah bizden bir şeyler beklerken bizim her şeyi O'na havale etmemiz; evet hiç bir şey yapmadan her şeyi sadece Allah'a havale etmemiz sorumsuzluğumuza, acziyetimize, tembelliğimize ve korkaklığımıza kılıf aramaktır olsa olsa. Sonra da bir şeyler yaptık zannetmektir, böylece rahata ererek, sorumluluk ve vebal hissinden kurtularak iyice atalete gark olmak demektir.

 

Şu hale bakın!

 

Şu mantığa!

 

Şu basirete!

 

Allah bizden bekliyor, biz Allah'tan!

 

Allah bize, "Ey kulum elinle müdahale et, olmazsa dilinle..." diyor; biz de, "Ey Allah'ım her şeyi sana havale ettik" diyoruz.

 

Allah bize, "Siz yapın, bu üzerinize görevdir, sadece sonucunu bana bırakın, yoksa hesap sorarım sizden" diyor; biz hiçbir şey yapmadan tüm işleri O'na bırakıyoruz!

 

Sonra da birçok insanın, "Allah'ım neredesin, (haşa) görmüyor musun" demesine yol açıyoruz, ümidini yitirmesine sebep olarak imanını bile sıkıntıya sokuyoruz!

 

Haşa görmez mi, elbette görüyor Allah! 

 

O her kötülük, açlık, zulüm vs. için yapacağı her şeyi yapmış aslında! O mucizeyle nadir iş görür, genellikle sebepler ilkesiyle iş yapar! Gökten bomba yağdıracak yahut Afrika çölünde yerin dibinden et ve gıda bitirecek değil ki!

 

Her sebebi yaratmış; açlıkla, zulümle, tüm kötülüklerle mücadele için.

 

Şu olsaydı dediğimiz, rabbimizin bize gerekli olup da vermediği ne var? 

 

Bunun için her şeyi vermiş bize.

 

Akıl vermiş.

 

İşitmek için kulak, görmek için göz, tutmak için el vermiş!

 

Gitmek, varmak için ayak! 

 

Para vermiş.

 

Cesaret ve vicdan koymuş içimize.

 

Bir sürü maddi olanak da yaratmış.

 

Eksik bırakmamış hiçbir şeyi.

 

Kalabalık bir nufüs bile vermiş, sayımız az diyerek bahane bulmamamız için! 

 

Bunları kullanmayan bizsek, Allah'ın bizim elimizle ulaştırdğı yardımı biz engelliyorsak sonra da kalkıp Allah'ım neredesin, sana dua ediyoruz demeye ne hakkımız var!

 

Bu durumda yığan, biriktiren, stokçuluk yapan; sonra da el açan dilenciden farkımız nedir? 

 

Bu durumda el açan birine, "Allah versin" diyen zalim kişiden ne farkımız kalıyor?

 

Oysa onun hakkını sana verdi Allah, "Unutma sakın, ona da ver" diye tenbihledi üstelik seni.

 

Öyleyse Allah değil; sen vermiyorsun ona! 

 

Dedim ya!

 

Allah'ın yardımı çoktan gelmiş!

 

Bizlerin elinde birikmiş!

 

Hatta o kadar çok ki bu yardım; taşmak üzere!

 

Bunu biz kulları engelliyoruz sadece!

 

Sonra da hiç utanıp sıkılmadan kalkıp, "Allah'ım yardım et, nusretini gönder" diyoruz!

 

Heyhat!

 

Gönderdiği yardımı kullandık mı ki yeni yardım bekliyoruz!

 

Velhasıl;

 

Allah bizden bekliyor, biz Allah'tan! 

ZEKERİYA BEYAZ HOCAM ALLAH'IN VARİSİ Mİ

Kur'an mealen, "Biz kitapta her şeyi açıkladık" der. Her şeyden kasıt insanlara din hususunda lazım olan her şeydir.

Buradan anlaşılan şudur:

Demek ki inananlara rehber olarak yollanan Kur'an içinde inanma hususunda ve hesap işinde, yani din meselesinde gerekli olan her şeyi ihtiva ediyor. İhtiva etmediği hususlardan sorumlu tutulmayacağız.

Müslümanlar hatta onlara yön veren alimler ise asırlardır, "İyi ki tefsir ve alimler vs. var yoksa Kur'anı anlayamazdık tavrı içindedirler. Sanki Kur'an derin ve felsefi anlamlar çıkarma kitabıdır. Alimler sayesinde bilinenden bilinmeyen manalar çıkarılmasaydı Kur'an "haşa" eksik kalacaktı sanki!

Bu görüş üstü kapalı olarak Allah'a yalancılık itham etmektir. O'nun yukarıdaki sözüne itimat etmemektir. Kur'ana iftiradır! Ancak dikkat edin; kimse bunun böyle olduğunu açık bir şekilde söylemez.

Hristiyanlar ve Yahudiler kitaplarını apaçık tahrif ettiler. Ayetleri düpedüz başka sözlerle değiştirdiler. Bizim dinimizde böyle bir şey olmadı. Kur'an ilk nüshasıyla tıpa tıp ortada! Lakin biz benzer bir hatayı ayetleri düpedüz değiştirerek değil belki lakin tefsir, görüş, içtihat tarzında yorumlayarak, içine bir sürü beşeri yorumlar katarak yaptık!

Yine Kur'anda, "Kadınlarına söylesinler, örtülerini başlarından aşağı bıraksınlar" denilir. Buradan kesin farz hükmü çıkaran ulemanın başka bir ayette yer alan, "Allah'ın ipine sımsıkı sarılın, dağılıp ayrılmayın" ayetinden böyle bir hüküm çıkarmaması, bunu sadece olsa daha iyi ama olmasa da günah değil şeklinde adeta kuru bir tavsiye gibi algılaması ne ilginç! İşin içine görüş girince bunlar kaçınılmazdır! Alim olmak görüş noktasında yüzde yüz isabet etmek demek değildir. Oysa bize, "Alim olmak eşittir en isabetli görüş, görüş eşittir dini hüküm" gibi lanse ettiler asırlar boyunca.

O yüzden ben alimlerin Allah'ın yeryüzündeki varisleri olduğuna inanmıyorum!

Peygamberler bile varis değildi, sadece elçiydi. Allah yeryüzüne iki varis bıraktı sadece: Kur'an ve sünnet yani uygulanmış pratiklerin örnekliğini.

Alimler Allah'ın varisleri olamazlar. Hadi arifler olsa neyse! Zekeriya Beyaz da alimdir, diğer bir yığın hoca da. Bilmek alim olmak için yeterlidir. Oysa dinde bilmek değil yaşamak esastır. Alim olmak sadece bilmeyi, bilgide derinleşmiş olmayı ihtiva eder. Allah sadece bilen (ki bilgi ve bilme işi görecelidir) kişileri sırf biliyor diye varis bırakmaz! Şeytan da alimdi, o da çoğu şeyi biliyordu. Hatta insanların çoğunu saptıracağını bile öngörecek kadar çok!

Alim kutsal! İçinde yamuk yumuk olanları bile. Tavuktan kurban kesilir diyenleri dahi.

Baba kutsal! Öz çocuğuna tecavüz edenler dahi. Olacak şey mi!

Kadın kutsal!

Hatta liberal olmak bile... Bir sürü liberal parti seçimlerde bu kutsal dava der malum!

Veda hutbesinde size iki şey bırakıyorum diyen efendimiz üçüncü bir varisten bahsetmedi. Bu algılama önce veraset hakkı kazanma, sonra din adına söz sözleme liyakatı edinme arayışıdır ve sakıncalıdır!

Sen din adına söz söyler, yorumlar yaparsan başkaları da bu hakkı kendisinde görür. Her görüşün bir yığın takipçisi olur. Hepsi ayrı ayrı gruplaşırlar, birbirlerinden adım adım koparlar! O zaman da sen alim bile olsan Allah'ın ipine sımsıkı sarılın ayeti için birleşmek farz diyemezsin açık açık. Çünkü birleşilirse senin fırkanın diğerinden farkı kalmaz!

İşte mezhep gerçeği... İşte mezhepçiliğin dünyayı, özellikle de Müslüman alemini getirdiği nokta!

Gerçek böyleyken hala Müslümanların birbirlerine sen hangi mezheptensin diyebilmeleri ve bunu son derece makul bulabilmeleri ne garip bir tutulmadır! Daha düne kadar mezhebi inkar dini inkarla özdeş algılanırdı. Bu algıya bile bile izin verilmişti, çünkü kimse karşı çıkmamıştı. Oysa bunlar birer görüş farklılığıydı ve dileyen dilediği görüşü kabul edebilirdi. Allah bazı basit detayları kesin bir hükme bağlamayarak obsiyon tanımıştı bize! Rahmeti gereği, kolaylık olsun diye! Her bir mezhep bu obsiyonu yok etti, her bir görüşü tek ölçü ve kural haline getirdi. Allah ferah bıraktı onlar daralttı. Bir görüşü a mezhebinden kabul edebilmeli, diğer bir görüşte b mezhebine uyabilmeliydi. Yok öylesi istenmedi. Birine girilecek ve o paketteki görüşlerin hepsi toptan kabul edilecekti. Hepsi haşa Allah'ın buyrukları gibi.

Dindeki masum ve her birisi makul olan ufak görüş farklılıklarını katı bir biçimde sahiplenmek, bu ufacık ayrım noktasından hareketle ondan mısın şundan mı gibi illa ki birine dahil olunması gerekiyormuş gibi bir ayrımcı mantıkla bilinç ve algı inşa etmek, buna asla ses çıkarmayıp bilakis teşvik etmek ne yaman bir trajedidir.

Allah'ın kesin bir hükme bağlamadığı, çünkü detay olarak görüp önemsemediği, hatta bir kolaylık ve rahmet unsuru olarak muğlak bıraktığı, "Öyle de olsa olur böyle de olsa olur, hangisi size uyarsa" dediği basit hususları katı yorumlara ve çıkarımlara tabi tutup buradan hareketle farklı dinsel gruplar inşa etmek... Birinden diğerine geçmeyi adeta din değiştirmek kadar ağırmışçasına yerleştirmek zihinlere... Ne yaman hatalar bunlar! Bir yığın alim varken oldu bunlar! Hiçbir devirde alimsiz kalınmadı çünkü!

Allah hadisleri bile kaynak olarak bıraktım demiyor. Sadece Kur'anı ve sünneti diyor. Peygamberler bile varis değildi; önce kuldu sonra elçiydi. Hal böyleyken içlerinde Zekeriya Beyaz gibi nice hocaların da bulunduğu alimlerin varis olduklarına ben inanamıyorum.

Alimler en az sıradan insanlar kadar kolay yanılabiliyor. Daha düne kadar meal olmaz hatta günah diyenler de alimdi; şimdi meal şart, anlamı olmadan olmaz diyenler de alim! Demek bilmek gerçeğe varma hususunda yeterli değil! Ama bilmek alim olmak için yeterli.

Birileri varis olduklarını düşündüklerinde dinde Allah adına hüküm koyma, bunu tefsir ve alim görüşü adında ortaya koyma kaçınılmaz oluyor.

Bu sonuca giden yolu en başta varislik mertebesini kabul etmek açıyor.

O yüzden ben dinin her kulun ortak meselesi olduğunu, dinin dağdaki çobanın dahi anlayacağı kadar açık ve basit olduğunu, Allah'ın bizi bildiklerimizden ve kitabında apaçık anlattıklarından sorumlu tuttuğunu, bunun dışında kalan hususların önemli olmadığı için öyle bırakıldığını, bunu alimlerin yorumlaması ve katı bir hükme - izaha bağlaması gerekmediğini, velhasıl dinin ve Kur'anın derin ve kompleks bir teknik mesele - uzmanlık işi ve bir meslek dalı olmadığını düşünüyor, böyle kabul ediyorum.

Dini zor ve kompleks göstermek alimlik mertebesini öne çıkarıyor. Alimler etrafında halkalar oluşturuyor, bu nefsin hoşuna gidiyor. Alimlerde de nefis var!

Alimlik öne çıkınca halktan ayrı bir sınıf oluşuyor. Bu sınıf direkt ayetleri değiştiremese bile anlamlarını farklı okuyarak - yorumlayarak kanaatimce Hristiyanlıktakine benzer bir tahribat sonucu oluşturuyor.

Bir ayetin metnini alenen değiştirmekle (Hristiyanlıktaki gibi) anlamlarını farklı yorumlayarak değiştirmek (bizdeki yaygın uygulama) özü itibariyle aynı sonuca hizmet ediyor!

BİRİLERİNİN ANLADIĞI BİZİM DİNİMİZ OLMAMALI

Diyanet ve personeli bugünlerde Kur'an hakkında, "Okuyun ama mealini de..." tavsiyesini ağzından hiç düşürmüyor.

Daha düne kadar, yani mızrak çuvala sığdığı dönemlerde meale karşı olan, en azından bu karşı oluşa güçlü bir dille ses çıkarmayan, böylece bir kere olsun anlamını okumadan, sadece hatim indirerek bu dünyadan göçüp gitmiş milyonlarca insanın sebebi sanki kendileri değilmiş gibi!

Bunun mes'uliyetini kim taşıyacak?

Aahhh ah!

O yüzden İslam ruhbanlığı yani din sınıfını ve dini belli bir kesimin mülkü haline getiren tekelci anlayışları reddediyor!

Din akletme ve düşünme işini herkesin görevi sayıyor, "Akletmiyor musunuz" şeklindeki sayısız ayetle. "Alimleriniz düşünsün, siz zahmet etmeyin, sadece onlara uyun" demiyor.

Bu işi belli bir kesime vermiyor, akletme işini sadece bildiklerini iddia eden belli bir zümreye havale etmiyor!

Onlar zamanı geldiğinde, "Yanılmışız  deyip de işin içinden kolayca çıkıveriyorlar sonuçta.

Malum:

Alimler yorumlarında yanılsa bile günah olmaz, hatta sevap alırlar. Çünkü niyetleri halistir. O zaman dinimiz hakkında kendimiz yanılalım, o sevabı da biz alalım! Ben de onu diyorum zaten; bu iş samimiyet ve teslim olma işi diye!

Aksi halde olanlar bize, yığınla masum insanlara oluyor.

"Biz anlamayız, başkası bilir" deyince bu iş suistimal ediliyor, oluşan yanlış akıntı peşine taktığı milyonları da sürüklüyor, sonra da boğuyor.

Belki, "Onun için iyi alim seçmek lazım" denilebilir. Bu her zaman nasıl mümkün olabilir? Kalplerde olanı Allah'tan başka kim bilebilir, tam olarak! 

Mevcut durum neresinden baksanız sıkıntı! 

Bu durumda gidenler gidiyor, kalan sağlar bu sefer de başka yanlışlara maruz kalmaya aynen devam ediyorlar. Bir gün onlar da benzer bir gerçekle uyanacaklarını bilmeden, düşünmeden!

O yüzden birilerinin dinden anladığı bizim dinimiz olmamalı! Çünkü din kaynağı saf ve ilahi olan sistemdir.

Din kaynağı ilahi olan bir sistem ise, hüküm vaaz etmek sadece Allah'a mahsussa beşeri olan görüşler din olmamalı!

Peygamberimiz bile beşer yönüyle hüküm vaaz etmedi, ne konuştuysa ilhamla söyledi. 

Şayet yorum olacaksa  bizim anladığımız din bizim dinimiz olmalı!

Yorum başkasının, uygulama işi sadece bizim olmamalı. Yorum da uygulama da bizim olmalı. Hepsinin sorumluluğu bizim sırtımızda olmalı. Davul ayrı kişide tokmak başkasında olmamalı.  

Anlamak için alim olmak şart değildir; idrak sahibi ve samimi bir inanan olmak yeterlidir.

Din önce alim kesimine hitap etmiş, oradan damıtılarak süzülen kısmı halkı muhatap almış değildir çünkü.

Dinin muhatabı halklardır. Sıradan halklar... Hepsinin tek tek alim olması gerekmeyen, zaten bu mümkün de olamayan halklar...

Velev ki yanlış anlasak bile bu böyle olmalıdır.

Onların anladıklarının doğru olduğu yüzde yüz garanti mi?

Değil işte, görüyorsunuz! Böyle yüzlerce örneği var!

Madem garantisi yok... Madem bilinenler zaten alenen biliniyor, bilinmeyen hakkında söylenenler de her halükarda yorum oluyor.

Öyleyse bizim dinimiz kendi anladığımız, kendi yorumumuz olmalı! 

Allah bizi sakladığı en ince detaydan ve bu sebeple bilemediklerimizden değil; bildiklerimizden, bilip de yaptıklarımızdan ve yapmadıklarımızdan imtihan etmiyor mu!

Mealen, "Biz onu apaçık bir kitap olarak indirdik" demiyor mu zaten.

"Bugün dininiz kemale erdi" yani tamam oldu demiyor mu bize.

Öyleyse apaçık kitapta apaçık yer alan hususlar bize yetmiyor nasıl deriz.

Örtük bir biçimde, "Sanki dinde birçok şey kapalı bırakılmış" havası nasıl veririz!

"Şükürler olsun ki alimler çıktı da bu eksikliği yamadı" der gibi nasıl davranırız, lisanı halimizle! 

Kapalıysa zaten öyle kalması gerektiği için, bizler için çok da önemli olmadığından, onlardan sorumlu tutulmayacağımızdan dolayı kapalıdır; "haşa" unutulduğundan, bu sebeple de alimlerce tamamlanması gerektiğinden değil.

Öyleyse dini nasıl "bilinmeyenlerden başka anlamlar çıkarma" yani "zan" işine çevirebiliriz!

"Onların çoğu zanna uyarlar" demiyor mu ayet!

SONUÇ

Biz dinimizi arada kimse olmadan da öğrenebiliriz. Bu yüzden Kur'an tüm insanlara geldi, alimlere ve belli seçkin bir kesime değil!

Belki de Allah bu mesajı vermek için alim bir hocayı değil de okuma yazma bilmeyen bir peygamberi seçti! 

Dini anlamak için bırakın alim olmayı okuma yazma bile gerekmiyor, ihlaslı ve samimi olmak yetiyor demek için! 

Bu yüzden dinin kaynağıyla aramızda Kur'an ve onun canlı uygulaması olan peygamberimiz dışında aracı olmamalı.

Şayet arada birileri olacaksa bunlar sadece ve sadece kaynağı bize aktarmakla yetinmeli.

Ama kaynağı olduğu gibi bize taşımakla...

Lakin işin içine kendi düşüncelerini katmadan bu işi olduğu gibi aktarabilmek o kadar zordur ki. Nefis var ya o nefis!

O yüzden cuma günleri vaizler ayet ve hadisten çok kendi beşeri cümleleriyle süslerler konuşmalarını!

Dini olduğu gibi aktarmak yerine kendi anladıklarını yine kendi kişisel kompozisyonları çerçevesinde anlatırlar. 

Öyleyse birilerinin dini yorumları, onların dinden anladıkları, onların dinle ilgili çıkarımları bizim dinimiz olmamalı!

Kendilerini saf ve duru kaynakla, bizi ise kendi anladıklarıyla muhatap etmeyi bırakmalılar artık!

Bu zihniyetten çok çektik!

Bu anlayış her yanı camiyle doldurdu, lakin cemaatle değil!

Bu anlayış bize camiye hangi ayakla girileceğini öğretirken nice insanın imanı inkar kıyısında alabora oldu!

CEMAATLİ OLMAK MI CEMAATÇİ OLMAK MI

Bu yazı tamamen ünlü İslam alimi Mustafa İslamoğlu'ndan derlemedir.

 

Facebook ortamından alınmıştır!

 

Yazı tamamen hocanın konuşmalarını içermektedir ve şöyledir: 

"Cemaatçi olmak mı, Cemaatli olmak mı?

Cemaatçi olmak cemaatin sineği olmaktır.

Aşırı muhabbet aşırı taraftarlık getiriyor.

Aşırı taraftarlık ne yapıyor, cemaati her şey olarak görüyor.

Yani parçayı bütünün üstüne kapatıyor.

Parçayı bütünün üstüne kapatınca parçaya da zulmediyor.

Çünkü parçadan bütünün işlevini beklemeye başlıyor.

Kur'ânın ifadesiyle, "Her hizip kendi elindeki parça ile övünüyor".

Hakikati parçalıyor, hakikatin elinde tuttuğu parçasını hakikatin bütünü zannediyor.

Oysa elinde tuttuğu parçanın yerini bilse, değerini bilse ve dese ki, "Hakikatin şu parçası bizim elimizde, şu parçada falancada. Bu parçaları birleştirsek hakikat bütünleşir."

Ama ben hakikatim diyorsa orada problem çıkıyor.

Kendini kutsayan başkasını yok sayar.

Başkasını yok sayıp kendini kutsayınca Yahudileşiyor.

"Biz Allah'ın oğulları ve dostlarıyız, başkası değil" demişlerdi Yahudiler, malum!

Böylece, "Size ne oluyor diyebiliyor, diğer yapılara, "Siz niye varsınız, biz varken size ne lüzum var" gözüyle bakıyor.

Böylece kendi unsurunu da yok etmeye çalışıyor ki burada tam bir tümöre dönüşüyor.

Cemaatli olmak caizdir ama cemaatçi olmak caiz değildir!

( Mustafa İslamoğlu )

SİZ ALLAH'A, KIZINIZ ZALİM BİR DÜNYAYA EMANET 

Son günlerde ara ara göğsünüzde ağrı var!

 

Ne zamandır önemsemiyorsunuz! Ancak kafanızı da meşgul etmiyor değil!

 

Sonunda doktora gidiyorsunuz! Hemen önündeki kağıda bir şeyler yazarak rutin tetkik istiyor sizden! Bu tavır korkunuzu daha bir artırıyor! "Rutin bir işlem mi yoksa gerek mi görüldü, gerek görüldüyse kötü bir şey mi var acaba, ya sonuçtan kötü bir netice çıkarsa" şeklindeki istemsiz düşünceler kaygınızı en üst seviyeye çıkarıyor. 

 

Sıranızı bekliyorsunuz; loş ve ruha ürküntü veren daracık bir koridorda!

 

Herkeste bir sessizlik hakim. Sağlık personelleri sağa sola gidip geliyor. "Ya bir şey çıkarsa" diyorsunuz içinizden...

 

Çıkacak olan şey nihayetinde içinizde ama biliyorsunuz ki ona bile hükmünüz geçmiyor! İçinizdeki bir hastalığa, size ait bir gerçeğe, kökü, dalları, gövdesi, baştan sona her şeyiyle tamamen bedeninizde olan bir gerçeğe bile sözünüzü geçiremeyecek kadar çaresiz olduğunuz fikrini geçiriyorsunuz aklınızdan!

 

Her şey hastane dışında kalıyor. Bir kısmını bir aile ferdi almak istese ona bile veremiyorsunuz derdinizi! Sadece sohbet kısmını paylaşabiliyorsunuz onlarla en fazla!

 

Sonra korktuğunuz sonuç çıkıyor.

 

Hastaneye yatmanız gerekiyor. Bir sedye ile hemen alıp sizi itekleyerek hızlıca, en üst kattaki servise çıkarıyorlar. Sizi taşıyan personel için ne kadar sıradan bir işlem. Siz ölümün kıyısına bu denli yaklaşmışken onlar rutin işlerini yapıyorlar, en ufak bir ipucu vermeyen donuk yüzleriyle. Ötede iki hemşire gülerek sohbet ediyor! Akşam ne pişireceklerini anlatıyorlar belki de birbirlerine.

 

Birileri bir çift sıcak söz söylese, birkaç teskin edici laf etse ne çok rahatlatacak sizi belki de!

 

Ama yok, mümkün olmuyor! Birazdan doktor geliyor yatağınızın başına. Hemşire hanıma bir şeyler söylüyor. Sonra da çekip gidiyor. Etrafınıza bakıyorsunuz. Üç beş kişi daha var sizin gibi. Onlar da kaygı dolu gözlerle yataklarına uzanmış yatıyorlar. 

 

"İşte buraya kadarmış" diyorsunuz. "Bitti" diyorsunuz. Ne maaş derdi var artık ne hafta sonu nereye gitsek telaşı. Tek dert, "Ne olacağım, iyileşebilecek miyim" endişesi. Ölüm korkusu... Uzaktan efelenirdim hep, lakin namlunun ucu çok soğukmuş diyorsunuz!

 

Ne kadar zayıfım diyorsunuz. Aslında bir hiçmişim şu hayatta.

 

Koca bir hiç...

 

Orada ölseniz dünya ne kaybeder? Birkaç rutin evrak işi, biraz da belediyeden istenecek nakliye arabası her şey. Hepsi bir gün sürecek en çok!

 

Herşey yine aynı çizgisinde, en ufak bir sapma ve aksama göstermeden akmaya devam edecek hayatta. Yine birileri suyu sünnettir diyerek sağ elle içme derdindeyken birileri gözünü kırpmadan devlet malını zimmetine geçirme peşinde koşacak, umarsızca!

 

Çevrenizdeki on, yirmi kişi gelecek defin işlemlerinize. En yakınlarınız ağlayacak en fazla! Sonra hepsi dönüp gidecekler evlerine. Bunlar geçiyor içinizden sırayla...

 

Yapıp ettiklerinizle baş başasınız yatağınızda! Ektiklerinizi biçme zamanıyla karşı karşıyasınız! "Şükürler olsun, bakınca geçmişe şükürler olsun, her şeye hazırım" diyemiyorsunuz!

 

İçten gelen bir sevinçle, ak saçlı yaşlı ve nur yüzlü amca gibi huzurla gülümseyemiyorsunuz; karşınızda dikilen zamansız ve soğuk gerçeğe!

 

Biliyorsunuz çünkü her şeyi. Hiç kimsenin bilmediklerini bile biliyorsunuz kendinizle ilgili. Bari unutsam diyorsunuz ama ne mümkün! Unutsam demekle unutuluyor mu!

 

Mesela Azrail canı sizden çileyle almak istese kimi devreye sokabilir de ricacı olabilirsiniz, boylu boyunca uzandığınız ve yapayalnız kaldığınız yatakta! Hadi gelip çattı ve ölüm anını da atlattınız, kabir meleklerine ne diyeceksiniz, yabancı olduğunuz o yerde, tek başınıza! 

 

Telefon açıp kimden yardım isteyeceksiniz! Ben filancayım deseniz sizi kim dinleyecek! Varsa yoksa dünyada ektikleriniz, yaşarken ettikleriniz...

 

Sadece bu dünyada yapıp ettiklerinizle baş başasınız.

 

Dostunuz da onlar, düşmanınız da!

 

Ruhen o kadar zayıf ve çaresizsiniz ki! İçinizde olup bitenler sizi ölüme doğru çekiyor bir iple, durduramıyorsunuz!

 

Tıp bile çaresiz! Bizden bu kadar edasında akıyor her şey çevrenizde. Sizi çıkardı gözden, başkalarını iyileştirme peşinde şimdi herkes! Siz onlar için Allah bilir kaçıncı yolcusunuz!

 

Sizin en büyük gerçeğiniz çevreniz için, "Her şey takdir-i ilahi" demek kadar basit!

 

Paranız bankada. Çocuklarınız okulda. Eşiniz yanı başınızda.

 

İtibarınız artık sadece dillerde, hoş bir sohbet mevzusu!

 

Eriyorsunuz!

 

Günden güne..

.

Eşinizin sonraki hayatı geliyor aklınıza. Belki de evlenecek başka biriyle. "Ölenle ölünmez" diyecek çevresi. "Hayat devam ediyor" diyecek hısım akrabaları. "Toparlan" artık diyecekler.

 

Aklına girecekler. "Çocuklarım için..." diyerek razı olacak bir gün başkasıyla evlenmeye. Belki de evlenmeyecek... Ama her halükarda kızınız babasız büyüyecek.

 

Çakallar, itler onu korunmasız av görecek, rahatsız edecekler belki de. Ama siz ona el uzatamayacaksınız!

 

Polise gidemeyecek, gitse sosyal hayata pek karışmayacak polis! Koruma istese ya verilecek ya da verilmeyecek! 

 

Siz de birşey yapamayacaksınız artık! Çünkü yalan dünyadan çok uzakta olacaksınız! 

 

Bir köşede sessiz sessiz ağlayacak muhtemelen. "Ah, babam olsaydı keşke" diyecek... "Babam olsaydı bunlar başıma gelmezdi" diyecek...

 

"Bu ne çaresizlik Allah'ım" diyeceksiniz.

 

Ölüm gözünüzde küçülecek, bu gerçekler büyüyecek ruhunuzda o an! Günahlarınızın ölüm sonraki hesabını düşünmekten bile ağır gelecek bunlar...

 

Artık ölümden değil, bunlardan dolayı kavrulacaksınız! Bu düşünceler içinde kendinizden geçecek. O korktuğunuz düşüncelerden ötürü ruhunuzun yorgun düştüğü bir anda, boynunuz da bir yana düşüverecek sıradan bir gece yarısı!

 

Artık eşiniz, çocuklarınız, özellikle de size en düşkün olan şirin kızınız yaşarken düşüncesizce ördüğünüz, birkaç tuğla da kendinizin koyduğu nankör, acımasız, zalim ve haince bir dünyanın kollarına emanettir! 

 

Onu kendi yapıp ettiklerinizle ördüğünüz, bir kaç tuğlasını kendi ellerinizle koyduğunuz bu "dünya" lakaplı yer yüzü cehennemine bırakık gideceksiniz insafsızca! 

Onlar böyle bir dünyaya emanet artık! 

 

Siz de miligram işlerin bile hesabını soracak sorgu meleklerine!

SAMİMİ DEĞİLİZ HİÇ BİRİMİZ

Sağcımızın da solcumuzun da ortak sorunu:

 

Samimiyet!

Mısır'daki direnişe Müslüman oldukları için destek veriyormuşuz!

Tövbe yalan!

Bu şuur bizi bu desteğe ve tepkiye itiyor olsaydı Afrika'da veya başka yerlerde son çeyrek asırda gerçekleşen bir yığın darbeye de aynı desteği ve tepkiyi verirdik!

Verdik mi?

Ya ilahi dinledik mutfakta ya bol aile içi sevişmeli dizi izledik!

Hatta bu şuur bizde bu derece baskın olsaydı sadece Müslüman olup olmadıklarına bakmaz, Hristiyan ülkelerdeki haksızlıklara karşı da aynı şekilde bir duruş sergilerdik!

Sergiledik mi? 

Dünyada darbeden başka haksızlık mı yok ya da!

Suriye'deki vahşete ilgimiz de aynı şekilde!

Şayet Müslümanlık saikiyle tepki veriyor olsaydık Irak'ta yahut Arakan'da vs. katledilen Müslümanlar için de aynı haşyetle çırpınırdık!

Çırpındık mı? 

Ya da kaç kişi? 

Tek dert inanç ve yüklediği mesuliyet veya oluşan duyarlılık değil; bu darbenin ülkemiz için emsal oluşturma ihtimaline set çekmek ve ülkemizdeki darbeci fraksiyona gözdağı vermek!

"Bak biz artık eski biz değiliz ha ona göre! Ta Mısır'a bile duyarlıyız! Sakın eski kafa ile darbe falan yapayım deme, Mısır'dan cesaret alıp da"

Kaygı ve dert bu!

Kötü değil elbet! Tamamen duyarsız olmaktan çok, çok daha iyi bu. Ancak samimi olalım, onu söylemeye çalışıyorum!

Kendimizi kandırmayalım:

Mısır'daki darbeye çok duyarlı insanlar haline geldiğimizden, demokrasiye olan aşkımızdan ya da bu ülkenin bizim gibi müslüman olmasından dolayı değil; ülkemiz siyasetinin son dönemde bizi savurduğu kutuplaşmadan ve bu olayların ülkemize sıçrama olasılığına duyulan öfkeden ötürü tepki veriyoruz! 

Aynı şekilde sol tandanslı Gezi parkı ve akabindeki bir dizi seri eylemlerdeki ağaç sevgisi de samimi değil; sadece bir bahane!

Aslında aba altından sopa gösterme hevesi ve mevcut iktidarı sandık dışı yollarla sıkıştırma emeli esas baskın amil!

Ağaca bu derece meftun olan yılbaşı günleri kesilen çam ağaçları için de yeri yerinden oynatır!

Oynattılar mı? 

Yeşile duyarlı olan zengin şirketlerin özel üniversite kampüsü için koca ormanları yok ettiklerini görür, en azından bir duran adam eylemi de bunun için yapar!

Yaptılar mı? 

Siz yok edilen ormanlarımız için molotof atan, hatta en basitinden duran tek bir adam eylemi gördünüz mü!

Göremezsiniz çünkü dert ne ağaç ilgisi ne de yeşil sevgisi!

Hatta bunlar yeşilden nefret bile ederler! Yeşil sermaye, malum! 

Tek dert iktidara aba altından sopa göstermek!

Sandık olmadan da, sandıktan çıkmaya gerek kalmadan da iktidarın karar ve yetkilerine ortak olmak!

Yani amaç iktidarı iktidar olduğu halde muktedir yapmamak; ama kendilerini iktidar olmadan muktedir kılmak!

Az oyla çok oya hükmetmek!

Sandıkta oy çıkmayınca tek yol olarak demokrasiyi azınlığın çoğunluğa tahakkümüne dönüştürmek! 

Bu ülke halkı sağcının da solcunun da ortak derdinin samimiyet meselesi olduğunu artık öğrenmiştir.

O yüzden sadece pratik hizmetlere bakar, ona göre seçimini yapar!

Yol yapmadığın takdirde kuru, "Tekbir, Allah'u ekber" laflarına da karnı toktur artık; kalkınmayı sağlamadığı takdirde, "Vatan elden gidiyor" teranelerine de eyvallah demez bu yüzden çoğunluk!

VURUN ABALIYA (ABD'YE)

ABD'ye kızmak, her suçu bu ülkeye atmak modadır dünyada! 

 

ABD olmasa dünyada herkes birbirini çiğ çiğ yer gibime geliyor.

 

Rusya'nın, Çin'in vs. dünyadaki sorunlar karşısındaki tutumu her zaman sadece fıs olmuştur!

 

Kapitalizmi, dolayısı ile ABD'yi suçlayıp kurtuluşu sadece sosyalizmde - komünizmde görenlerin Küba'nın, Rusya'nın, Çin'in dünya arenasındaki seyirci olma tutumundan ibret almaları gerekir!

 

"Ezilen halklar" söylemi bu durumda sadece kulağa hoş gelen tatlı bir masal gibi duruyor. Ya da kendi ülkelerinde iktidarı ele geçirip de orada despot bir yapı kurana, yani kendi sınıf iktidarını sonsuza dek pekiştirene kadar geçerli bir strateji gibi... 

 

Dolayısı ile;

 

Yine ne varsa ABD'de var! 

 

Dünyadaki önemli meseleleri kendi meselesi gibi sahipleniyor. Bazen geç kalıyor, bazen aşırıya kaçıyor vs. Ama o da olmasa dünyada herkes birbirini yer. Hem de çiğ çiğ!

 

Bu tespite birileri, "Ama ABD kendi çıkarı için karşı çıkıyor" diyebilir.

 

ABD'nin bu savaşları kendi ulusal çıkarı için açtığını ifade edebilir.

 

ABD kendi çıkarı için savaş açıyorsa birileri de kendi çıkarı için susmuş olmuyor mu bu zalimliklere! Kaldı ki ABD'nin Suriye'ye müdahalede çok hayati bir çıkarı olduğunu düşünmüyorum!

 

Çıkar için savaş açmak kabahat de katliamlara vs. yine aynı çıkar duygusu için sessiz kalmak kabahat değil mi! Bu durumda tek kabahatli ABD mi olmuş oluyor dünyada.

 

ABD hep çıkarı için savaş açıyor; o yüzden suçlu!

 

Geri kalan tüm ülkeler çıkarları için sessiz kalıyorlar ama suçlu değiller; öyle mi!

 

Hiç olmazsa onun çıkarı çoğu zaman mazlumların menfaatiyle örtüşüyor. Irak'ta petrol çıkarı varsa bile hiç olmazsa bir despotu da beraberinde tarihe gömüyor! 

 

Peki sadece kendi çıkarı için suskun kalan, başka hiçbir ülkeye ve kimseye en ufak bir iyiliği dokunmayan ülkelere ne diyeceğiz?

 

Birçok tutumumuz sorgusuz bir kabule dayanıyor. Her şey değişiyor lakin bu tutumumuz hiç değişmiyor.

 

Bir de her taşın altında İsrail arama huyumuz vardır.

 

Tüm zalimlikleri onlara mal etme alışkanlığımız...

 

Her fırsatta İsrail yaptı yahut yaptırdı deriz, malum.

 

İsrail yaptırdıysa buna izin verenlere ne diyeceğiz? Gerekli önlemi almayanlara, bu uygun ortamı hazırlayanlara? Bunların kabahati İsrail'den daha mı azdır! Ama nedense hep bu ülke lanetlenir genelde!

 

Oysa Mısır'da Firavun Sisi'nin kendi öz halkına yaptıklarını İsrail bir düşman devlet olduğu halde yaptı mı?

 

Suriye'de yapılan çoluklu - çocuklu katliamı İsrail mi yaptı?

 

Müslüman kardeşinin ciğerini göstere göstere bir yahudi mi yedi?

 

Demek ki fırsat ele düşmeye görsün!

 

Yeri geldi mi Müslüman müslümana karşı elin İsrail'inden bile daha acımasız ve gaddar davranabiliyor!

 

ABD hiç olmazsa zalimlere vuruyor. Bu işlerde kendi menfaati olsa bile birilerine de kazanım sağlamış oluyor hiç olmazsa!

 

Başka ülkeler ise sadece susuyor. Onlar da kendi menfaatleri için bunu yapıyor... Ama bundan kendileri dışında hiç kimseye en ufak bir fayda dokunmuyor!

 

ÖZETLE

 

ABD kendi çıkarı için bile olsa vuruyor zalime!

 

Diğerleri kendi çıkarı için sadece susuyor.

 

Birinde hiç olmazsa başkalarının da menfaati var; öbüründe ise sadece susanların menfaati... 

 

Hangisi hiç yoktan daha iyi? 

MISIR'DA KATLİAM, MÜSLÜMAN DÜNYASINDA ALLAH'A İFTİRA 

SİYASİ CENAH

Katliam olmuş, siyasiler son derece nazik bir ses tonuyla, "Mısır'a bir an evvel huzur gelmeli" diyor. Yani, "Giden gitti boş verelim, bundan sonrası için çalışsak fena olmaz sanki" der gibi.

Başbakanımız ortada görünmüyor! Ciddi bir mazereti olmalı yoksa böyle bir günde yeri göğü birbirine katardı! Onun tok sesli gürlemesini,  uyutan klasik siyasi kalıpları alt üst eden, hiç olmazsa yürek söndüren konuşmalarını arıyor gözümüz! Onu farklı ve lider kılan bu yönü en çok!

ULUSAL KANAL VE HALK TV CENAHI

Her zamanki gibi yine kendilerine demokrat bu kanallar... Diyarbakır'da bir alevi köyündeki toprak sıkıntısını işliyor birisi. Öbürü de bir partiyi iktidara taşıma derdiyle program yapıyor bugün bile. Yanan Müslüman alemiyse onlara ne!

Söz konusu solcular ve devrimciler ise iki - üç ağaç bile bahane! Yok ölen Müslüman kökenli altı aylık bebekse bundan onlara ne! Komünist ve devrimci vicdan böyle bir şey galiba!

MÜSLÜMAN AHALİ

Sadece oturup Allah'tan yardım dilemekle meşguller. ABD'ye, İsrail'e kızanları da çok içinde. Tamamına yakını marketten aldıkları kolalarla ve yabancı menşeli dondurmalarla akşam gelecek misafirleri için homurdanarak evlerine doğru yürüyorlar.

Allah'tan yardım bekliyorlar.

Allah onlardan bekliyor, onlar ise Allah'tan...

Oysa Allah yardımını yollamış, bunun için her şeyi vermiş.

Daha ne yapacak ki?

Mucize mi yaratacak?

O nadiren mucize yaratır, çoğunlukla da sebepler ilkesiyle iş görür!

Şu koşullarda bile hala dua da dua diyenden daha cimri, daha korkak ve daha sinmiş kim vardır!

Dua ataletimize, korkaklığımıza, duyarsızlığımıza kılıf haline getirilmiş!

Eskiler önce üzerine düşeni yapar; sonra dua ederdi. Önce dua etmeyi hakederlerdi.

Şimdiki müslümanlar oturdukları yerden dua ediyorlar. Çünkü onlar duanın ne olduğunu yahut olmadığını bir oturumda en az otuz asgari ücret alan hocalardan öğreniyorlar.

Dua ettik, işi Allah'a havale ettik, üzerimize düşeni yaptık!

Oh ne kadar kolaymış!

En fazla Allah'ı "haşa" bir türlü yardım yollamayan ve Müslümanları sahipsiz bırakan bir yaratıcı gibi lanse etmiş ol lakin haberin bile olmasın bundan!

Allah her yardımı yolladığı halde hala ondan yardım istemek Allah'a iftiradır.

Allah para, güç, akıl, ordu, insan... Her türlü yardımını çoktan göndermiş.

Sadece biz müslümanlar bu yardıma el koymuşuz!

İYİ ATEİSTLER CENNETE GİRECEK Mİ

Ateistler "kendilerince çok mantıklı" sorular soruyorlar bazen!

Mesela, "İyi tamam da inanmayan ama faydalı ve iyi işler yapanlar nasıl cehenneme gidecek? Bu adil olur mu?" diyorlar!

Birincisi senin iyilik ve faydalı şeyler dediklerinin yaratıcı nazarında sivrisinek kanadı kadar önemi yok. O seni sırf iyilik için yaratmadı çünkü. Bırak iyilikleri, bu dünyanın bile yaratıcı nazarında fazla bir ehemmiyeti yok. "Şayet bu dünyanın benim nazarımda sivrisinek kadar değeri olsaydı kafire bir damla su içirmezdim" diyor. O yüzden kimini zengin kimini fakir, kimini sağlam kimini engelli yaratıyor.

O kudreti sonsuz bir dünya hayatını otobüs durağı gibi görüyor. İki dakika sonra ecel otobüsü gelecek, ebediyen kalınacak olan asıl yurda hareket edecek. O halde bu durakta ayakta beklesen ne olur otursanız ne olur diye düşünüyor! 

Sen bunu hakkıyla bir kavrayabilsen heyecanından yerinde oturmak bile istemezsin, hep ayakta geçirmek istersin o kısacık süreyi. Kavrayamazsan sureten otursan bile o çok önemsediğin iki dakikalık durakta, ruhen ayakta kalırsın zaten!

İkincisi onca açık kapıyı gördüğün halde "kendince olmayan" (o kapılar da açık aslında ama sen göremiyorsun. Kibrin ve büyüklenmen yüzünden) bir - iki kapalı kapıyı nazara verip yüzlerce açık kapısı bulunan bir sarayı kökten reddedeceksin; sonra kalkıp iyilik edenler niye ve hangi adaletle cehenneme gidecek, bu çok saçma diyeceksin!

...

Bu kişiler adam öldüren bir katil için, "Filanca adam dün birkaç fakiri doyurdu. Herkese çok iyilikler yaptı. O halde nasıl olur da bu adamı öldürdü diye hapse atıyorsunuz" demez hiçbir zaman.

Katil olmuş birisini yani bir cana kıymış kişiyi yaptığı iyilikler hapisten kurtarmaz. Buna sağcı - solcu fark etmez; yaşayan tek bir kişi bile, "Ama bu haksızlık, bu adamın bir sürü iyiliği var" demez.

Bir cana kıyanı yaptığı hiçbir iyilik kurtaramıyorsa onca işaretine ve deliline rağmen yaratıcı yok diyerek inkar edeni, yani kendisini karşılıksız ve yoktan var edeni kendi beyninde ve vicdanında katletme cinayetini işleyeni yaptıkları iyilikler kurtaramaz.

Kurtaramamalı da! Bu hem aklın hem de vicdanın bir gereğidir.

Gerçi tuhaftır, bu kişilerin mantık yapıları biraz tuhaf işler. Ergenekon davası kapsamında tutuklananlar için, "Ama bunlar ülkeye asker, hoca, bilim adamı olarak vs. büyük hizmetleri dokunan kişiler" diyorlar sürekli, malum. Yani ülkeye faydası dokunduğu için suçlarını görmezden gelelim, bu kişilerin suç işleyebilme ayrıcalıkları olsun demiş oluyorlar!

Onlara göre adil olan bu!

Elmayı, armudu, karpuzu, muzu, bebekleri, gözleri, kalbi, beyni, karıncayı, arıyı, tavus kuşunu, uçan kuşları, fili, zürafayı, boşlukta gezinen ve düşmeyen gezegenleri, asırlardır yanan ama ışığı ve ısısı hiç azalmayan güneşi ve daha böyle binlerce eşsiz eseri göreceksin! Bunları bir yaratanın olduğuna hadi diyelim ki inanmayacaksın; ancak buna en ufak bir ihtimal dahi vermeyeceksin. Üstüne çıkıp kesin bir kanaatle, "Yaratıcı yok" diyeceksin.

Çölde bir ayak izi görsen, "Muhtemelen buradan birisi geçmiş olmalı" diyeceksin.

Yolda üst üste iki taş görsen, "Bunu buraya rüzgar koymuş olamaz, bu çok saçma. Muhtemelen (bizzat görmesem de) çevrede birileri olmalı" diyeceksin.

Harika bir resim görünce bilfiil görmediğin halde ressamını inkar etmeyeceksin; bilakis ona hayran olacaksın.

Çıkıp da, "Ressam messam yok" dese birisi, onu kolundan tutup akıl hastanesine götürmeye kalkacaksın. Tek bir resim için bile kendi kendine oldu demeyeceksin, orada bu denli makul düşüneceksin. Hakkı hak sahibine teslim edeceksin!

İş yaratıcıya geldiğinde anında değişecek, mantığın olağan kurgusunu reddetmek pahasına bunca şeyi yaratan falan yok diye izaha kalkışacaksın!

Hatta şüpheciliği bilimin ve aklın bir gereği olarak kabul edeceksin. Ama iş Allah'a gelince bırak yürekten iman etmeyi var olabileceğine dair en ufak bir ihtimal vermeyecek, yok derkenki düşüncenden dolayı yüzde bir bile olsa şüphecilik duymayacaksın.

Hani akıl ve bilimde şüphecilik esastı?

Şüphe etsene o zaman, "Tanrı falan yok" derkenki düşüncenden dolayı?

Sonra kalkıp yapılan iyilikle bu asla affedilemeyecek vebalden yırtmanın alametlerini soruşturacaksın!

"Hem inanmam hem de (şayet varsa) cehennemden yırtarım" kurnazlığına soyunacaksın!

Padişahın verdiği parayı ve imkanları yine padişahın vasıtalarını (elini, gözünü, aklını, ayağını) kullanarak dağıtacaksın. Sonra da kalkıp, "Padişah değil ben yaptım bu iyilikleri" diyeceksin; herkes de yutacak! 

Bir evlat, "Benim annem babam yok" diyecek! Sonra her gördüğü dilenciye kendisine miras kalan paradan üç - beş kuruş veriyor diye anne - babası onu hayırlı evlat sayacak, ne güzel! 

Haşa Allah kül yutar mı sanıyorsun sen?

-Haşa- ben olsam bırak sıradan iyilikleri, dünyayı bin kere kurtaran süperman olsan seni yine affetmem!

Bunca alamete bakıp da hadi inanamadın, tamam. İnanç bir nasip işidir sonuçta. Onu hakkıyla arayan, vicdanıyla sorgulayan hak eder. Ucunda sonsuz cennet ve yine sonsuz cehennem olan bu mükafat hak edene nasip edilir.

O ayrı mesele.

En azından bir ihtimal versen, ölür müsün?

O kadar yüzde yüz bir kanaatle yok demesen?

"Allah var" inancına olduğu gibi "Allah yok" düşüncesine de bilimsel şüphecilikle yaklaşsan? Bilimsellik sana çok yakışır, bilirsin?

Dedim ya: Sen tek bir resmin ressamına bile yüzde yüz var derken ve hayranlıkla teşekkür ederken yaşadığın gezegende her saniye şahit olduğun milyonlarca resmin ressamına yok diyor, hatta olabileceğine dair en ufak bir ihtimal bile vermiyorsun.

Senin nedense yaratıcıya karşı acayip bir gıcıklığın var kardeş, kusura bakma!

O yüzden sen inanmıyor değil, inanmak istemiyorsun! İnsan gıcık gittiği bir kişinin pek çok şeyine inanmak, o yanlarını kabul etmek istemez.

Bu yoğun kin ve öfke altında akıl sağlıklı işlemez!

Nitekim işlemiyor da, görüyorsun.

Benden hatırlatması!

Hakkında hiçbir kesin delil olmadığı halde sadece zanna (teoriye) uy. Sözgelimi sineğin kartala, kertenkelenin timsaha, maymunun insana dönüştüğüne inan ama bir yaratıcının var olabileceğine en ufak bir ihtimal dahi verme! 

Buradaki yaratıcıya olan kini, düşmanlığı, onla ilgili en ufak bir olasılığa bile duyulan derin tahammülsüzlüğü ve köklü hasımlığı fark edebiliyor musun?

Allah bu kişilerin iyiliklerini başta bu derin kin, tahammülsüz tutum, haksız yaklaşım, gizli nefret ve samimi düşmanlıkları, velhasıl kibirleri, büyüklenmeleri ve işledikleri zulümleri yüzünden kabul etmeyecek!

Bırak inkarcının iyiliklerini, O kudreti sonsuz birçok "dindar"ın iyiliklerini, hatta ibadetini dahi kabul etmeyecek; yüzlerine çarpacak! 

Buna "müflis edilenlerden olmak" deniyor din literatüründe! 

İNSAN İLİŞKİLERİNDE SURETİ HAK KILIKLI EKSEN KAYMASI

İnsan ilişkilerinde "dindarlık" değil; sadece ve sadece "insanlık" belirleyici olmalıdır. Zaten adı üzerinde; insan ilişkileri...

Yani muhatabınıza olan tavır, tutum ve yaklaşımlarınızı muhataplarınızın dindarlık düzeyi ve nitelikleri değil; insanlık vasıfları belirlemelidir.

Aksi bir tutum dindarlığın iletişimde geçer akçe olduğunu düşünerek kuzu postuna bürünecek nice vahşi kurtlar meydana getirecektir. Yani insan ilişkilerindeki bu "sureti hak" görünümlü eksen kayması münafıklığı çoğaltacaktır. Münafığı müslümandan ayırt etmek ise çok zordur.

Her ikisi de dilinden dini sözleri düşürmez, her ikisi de ibadet eder vs. Ancak münafık samimi değildir. Samimiyet ise bir kalp hadisesidir. Kalpte olanı da sadece Allah bilebileceğinden bu kişileri saf Müslümanlardan ayırt edebilmek adeta imkansızdır.

Gerçi bu konuda dinimiz bize bazı ipuçları vermiştir. Bunlardan ilk aklıma geleni müslümanın parayla olan münasebetidir.

Mesleğim gereği kendi alanımdan örnekler verecek olursam:

Mesela ünlü oldum diyerek hastalarından hakkaniyetle bağdaşmayacak fahişlikte, söz gelimi 300, 500, hatta 700 TL muayene ücreti alabilirler.

"Mevlana, Yunus Emre, bizim kültürümüzde, inancımızın gereği..." laflarını ağızlarından hiç düşürmeyebilirler lakin kendi alanlarındaki cinayete eş değer sorunlara sessiz kalabilirler.

Oysa inancımız sessiz kalmayı dilsiz şeytan sıfatı olarak takdim eder bize. Yani sizin halis muhlis bir mü'min dediğiniz nice kişilerin bırakın halis - muhlis olmayı, şeytan olma olasılığı bile vardır. İlişkilerinizde doğru bir ölçüm aleti kullanmazsanız şeytana ehli takva dememeniz için hiçbir neden kalmaz.

Buradaki hatanız kalbe değil; kabuğa bakarak hüküm vermenizdir. Mü'min ile münafığı dışarıdan ayırt etmenin çok zor oluşunu unutuyor olmanızdır.

Münafığın ve müşrikin sadece peygamberimiz döneminde Mekke'de ve Medine'de yaşadıklarını, uzun asırlar önce de öldüklerini, bu kişilerin artık kalmadığını, günümüzde inananlar ve inanmayanlar diye sadece iki kesim bulunduğunu zannetmenizdir.

 

Allah zaten "onlar zanna uydular" buyuruyor.

 

Oysa samimi iman eden, samimi olmadan iman eden yani münafık, şirk koşan yani müşrik (ki o da inanır aslında, sadece yanlış bir inanç içindedir) şeklinde bir sürü inanan kategorisi vardır.

Evet hatanız kabuğa bakarak kalp hakkında hüküm vermeniz, sonra da beşeri münasebetlerinizi bu zanna göre şekle sokmanızdır. 

Allah Kur'andaki çoğu yerde "ey insanlar" diye insanlığı baz alarak hitap eder. Yine yüce Allah Müslümanlar sıfatı yerine genellikle "ey iman" edenler şeklinde daha kapsayıcı bir tabir kullanır.

"Müslüman mı, müslümansa, Müslüman değilse..." diyerek hemen her gündelik işimizde "bizim gibi olduklarını sandığımız kişileri öne çıkarma" eğiliminde olmamız, bize her şeyimizi sureti haktan gibi gösteren nefsimizin şeytani fısıltısıdır sadece. Bu anlayış kuzu kılığına girmiş yaban kurdudur.

Siz kabuğa bakarak kalp hakkında hüküm verirseniz içinize bir sürü Truva atı sokarsınız. Böylece kurtlar kuzu pustuna girer, her şeyinizi telef eder. Buna ya destek olmuş ya da -en kötü ihtimalle- çanak tutmuş olursunuz!

Sözgelimi siz daha çok bu kişilerin kitaplarını okumaya - tavsiye etmeye, sadece onların görüşlerini önemsemeye başlarsınız; onlar da bu fırsatı tepe tepe kullanırlar; sırtınızın üzerinde.

TEKRAR EDİYORUM

Bu kişilerin ağızlarından damlayan ballara saf çiçek balı derseniz, yer aldığı camiaya bakarak her dediğini -haşa- "yarı ilahi buyruk gibi" koşulsuz kabul ederseniz nice uzmanların artık ünlü oldum diyerek her bir hastasından 300, 500, hatta 700 TL muayene ücret aldığını yok sayabilir; bu tutumu bir kriter olarak görmez hale gelebilirsiniz.

Böylece, "Müslümanı tanımak için parayla olan münasebetine bakın" hadisine ters hareket etmiş olursunuz!

Hatta daha da ileriye gidebilir, "Yunus, bir hadiste, Mevlana, kültürümüzde, inancımızda... laflarını dillerinden düşürmeyip içinde bulundukları mesleki sahadaki cinayet boyutlu sorunlara çıt bile çıkaramayan "ehli dilsizlere" ehli takva yahut tasavvuf ehli muamelesi çekebilirsiniz.

Nitekim de öyle oluyor! 

ALLAH OKU DEDİ BİZ ROMAN OKU ANLADIK

Televizyonda en çok dizi izleyen bir toplum kitap okurken de en çok roman okuyor haliyle.

Çünkü böylece hem okurken de dizi izlemiş oluyor; hem sorana, "Bak kitap da okuyoruz" diyerek vaziyeti kurtarıyor; hem de modern ve eğitimli bir birey gibi algılanmayı sağlıyor.

Evet, tv izle denilince dizi izlemeyi anlayan toplumumuza,"Kitap oku, okumak faydalı" deyince bu sefer de dizilerde anlatılanları dizi kurgusunda - mantığında işleyen romanları okuyor!

Biri görsel ve renkli dizi; öteki yazılı ve kitabi dizi...

Japonya'da okunma bakımından kişi başına düşen kitap 25'miş.

Yılda değil; ayda!

Aşağı yukarı günde 1 kitap demektir bu! 

Bu oran bizim ülkemizde sadece ve sadece 6 kişiye 1 kitap şeklindeymiş.

Okunanların da çoğu romandır diye tahmin ediyorum. Çünkü en çok satanlara bakınca romanları en başlarda görmek bu tespiti yapmamı gayet mümkün kılıyor.

Kitaplarla zenginleştirdikleri dünyayı beyinlerinde kuran Japonlar sadece her anlamda çok ileriye gitmekle kalmıyorlar.

Ortalama 50 metrekarelik evlerinde huzurla yaşıyorlar bu yüzden!

Dünyayı beynimizde değil de dışımızda kurmayı ve orada zenginleştirmeyi seçen bizlere ise yalılar, boğaz kenarında milyon dolarlık evler ve 250 metrekarelik saray yavrusu daireler ancak yetiyor!

Hatta yetmiyor bile; doymamız ve "artık yeterli" deyip de mutlu olmamız için.

O yüzden birse ikinin, ikiyse üçün, dörtse on dördün peşine takılıp gidiyoruz sürekli;  manasızca!

Boş ve hafif bir yaprağın rüzgarın önüne takılıp gitmesi gibi! 

Elma, armut, karpuz, kabak rüzgarın önünde uçuyor mu hiç?

Niye?

Çünkü ağırlar!

Çünkü içleri dolu! 

O yüzden kimimizin gözü, kimimizin gönlü, kimimizin de ruhu aç sürekli!

ÇİVİSİ ÇIKIYOR

Çok satış kaygısı ve doyumsuz egolar kitap sektörünün de çivisini zorluyor. 

Hz. Adem'in hayatını işleyecek romanlar yakın gibime geliyor.

Gülmeyin; nasıl olsa Hz. Adem'le ilgili koca bir roman olacak kadar bilgi ve belge var mı diye sorulmuyor bu toplumda.

Hatta bu romana konu olacak kişi dini bir şahsiyetse millet büyük hayır işliyoruz zannederek bu eserlerden topluca alıp dağıtıyor bile! 

Okumayan neyi, niçin ve nasıl sorgular ki!

Dili akıcı ve keyifliyse gerisi tamamdır! Gerisi nesnel veri yahut bilgi olsa ne olur; yalan, uydurma, kurgu, hatta iftira olsa ne!

Bu toplum en hayati gerçekleri bile düz verdiğinizde almıyor. 

Mutlaka alengirli laflarla bu gerçekleri eğmeniz, bükmeniz, süslemeniz şart!

Yani yalan söylemeniz! Oysa peygamberimiz şakacıktan bile olsa yalan söylemeyiniz buyuruyor. 

O yüzden bu toplum bir kitap okuduğunda ne öğrendiğiyle, neyi verdiğiyle yahut vermediğiyle tanımlamıyor zaten zar zor okuduğu kitabı!

"Çok keyifliydi, sürükleyiciydi" gibi beğeni ifade eden laflarla tanımlıyor; bir bilgi aracı olması gereken kitapları.

Velhasıl okumamak çok büyük bir illet!

Bir kitabın bir paket sigarayla aynı paraya satıldığı halde yine de pahalı bulunduğu, en önemlisi de sigara satışlarının "hakiki kitap" satışlarını katladığı bir ülkede yaşamak ise farkındlaık eşiği yüksek kişiler için en büyük dert!

Bunda; ekranlarda dizi izletenler kadar gençliğe kitabı en çok sevmeleri, kitaplara esas alışmaları gereken çağda bilgi ve kültür yüklü kitaplar okutmak ve onları (en fazla) buradan imtihan etmek yerine hayatta hiçbir karşılığı olmayan boş bilgilerle ilgili bol bol test kitapları okutup - çözdürenlerin de kabahati büyük!

Ne enteresan bir şeydir ki yüce Allah'ın, "Oku" diyerek başladığı kutsal kitap Kur'anı biz, "Roman oku" diyor şeklinde anladık galiba! 

Dolayısı ile Kur'anı sadece yüzünden telaffuz ettirenlerin, sonra da dönüp bizlere, "Bak siz Kur'an okudunuz" diye yutturanların da bu işte katkısı büyük! 

ARAKANDA İNSANLAR VE DİLSİZ ŞEYTANLAR

"Yeni anayasa belki bu yılın sonuna..."

 

Efendi insan yanıyor, insan. Hem de cayır cayır...

 

"Ayşe huzurlu, sağlıklı, mutlu bir gün dilerim sana"

 

İnsan yanıyor insan! Sen neyin peşindesin daha! Birileri yanarken senin bencil duygular ve şahsi hazlar - mutluluklar peşinde koşman ayıp ötesi bir şey; en hafifiyle zillet!

 

"Tesettüre özgürlük... Örtünmeye karşılar... Ama örtünmek dinde..."

 

Adettendir, hepsini tenzih ediyorum diyeyim. Lakin kendini kandırma. Başını değil, dişlerini bile kapasan Allah yüzüne çarpar yarın huzuru mahşerde senin. Yanı başında insanlar cayır cayır yakılıyor ve bu senin anlayışında tesettür kadar ilgi çekmiyor, örtünmek kadar gayret celbetmiyor çünkü yaşadığın iç dünyada. Önce insan, sonra müslüman olmak icap ediyor. Çünkü din insanı muhatap kılıyor.

 

Tesettür için konuştuğun kadar Arakan için bağırmadınsa, tesettür için imza toplarken Arakan için ayna karşısında sadece bone bağladınsa, en fazla iki çift laf edip geçiştirmeyi yeterli gördünse benim tanıdığım Allah, yüzlere çarpar; ibadet diye yaptığın her şeyi. 

 

Huşu içersinde kıldığın gece namazların da buna dahil!

 

Çünkü O kudreti sonsuz sen yaptın diye kabul etmeye mecbur değil. 

 

Unuttuğun "iflas eden mü'min" tabirini hatırla. 

 

Senin adeta tek önemli şey haline getirdiğin namaz ya da başını bağlamama hali için kullanılmayan, tek bir kişi için sarf edilen şeytan sıfatını hatırla.

 

Bu sıfat bir kesim için kullanılıyor sadece.

 

Haksızlık karşısında susan dilsizler için!

 

Unutma:

 

Dindar olmayanlar, hatta münafıklar dahi, ve hatta inanmayan kafirler bile şeytan sayılmıyor; sadece haksızlık ve zulüm karşısında susan dilsizler sayılıyor.

 

Bu sana bir şeyler anlatmaya yetiyor mu! Sen şimdi ayeti destekleyecek hadis delili falan ararsın muhtemelen!

 

Ya da efendine sorarsın! 

 

Şayet susuyorsan bırak Müslüman olmayı, şeytan kabul ediliyorsun inandığın dinde, haberin yok senin! 

 

Sadece sen mi?

 

Solcu duyarlı olandır. Bizim solcularımız bile bir garip; sadece kendine mütedeyyin olanlarımız değil ki!

 

İktidara gözü kapalı muhalefet ettiler mi, biraz da Atatürk için peş peşe birkaç kuru slogan attılar mı her şey onlar için de kafi!

 

Müslüman Arakan'a komşu Suriye'deki Baascı Esad  kadar bile duyarlı olunmuyor bu cenahta!

 

Hepimiz kendimize müslümanız!

 

Hepimiz kendimize demokratız!

 

Yok aslında birbirimizden farkımız! 

 

Hepimiz lafta, kavramsal anlamda ayrı ayrıyız ama özde, doğada tıpatıp aynıyız.

 

Arakan denilen yerde kamera önünde, dünyaya göstere göstere insanlar diri diri yakılıyorken yemek, dizi film, futbol, siyaset olağan çizgisinde akıyorsa, yani hayat durmuyorsa, her şeyi bırakıp sadece bu iş için yaşanmıyorsa hayat orada bana kimse ne solculuk dersi versin ne de dindarlık.

 

En fazla kinim ve nefretim artar! 

 

Hiçbirinizden değilim daha! Velev ki yanlış dahi olsa bu anlayışımla tek başıma cehenneme gitmeyi sizlerle beraber cennete girmeye tercih ederim!

 

Hiç olmazsa safımı belli etme adına sizden, topunuzdan şeytandan kaçar gibi kaçmak ahd-ı fermanım olsun bundan sonra!

<<< Başkasının derdiyle dertlenmeyene, başkasına "hakkıyla" üzülmeyene Allah kendi uyduruk sorunlarını bela eder; sahip olduğu altını ona bakır olarak gösterir. Başkası için dertlenen kendi derdinden uzak olur >>>

MODERN İNSAN, ÇAĞDAŞ ASIR... SONRA DA DEĞERLERİ AŞIR

Şu ibretlik yazı sosyal paylaşım sitelerinde dolaşıyor: 

 

"Eskiden "Kapıyı kapat!" denilmezmiş. Allah (cc) kimsenin kapısını kapatmasın diye düşünülürmüş. "Kapıyı ört, ya da sırla" denilirmiş. Kapının kapanmadan yavaşça örtülmesi edep gereği sayılırmış.

"Lambayı söndür" demezlermiş. Allah (cc) kimsenin ışığını söndürmesin. "Lambayı dinlerdir" derlermiş. Lamba yakılmaz, uyandırılırmış.

Uyuyan birisi uyandırılmak İçin sarsılmaz veya adı ile çağırılmazmış. "Agâh ol" derlermiş. Nezaket, incelik, edep her işin başı imiş de ondan... 

 

Ona eren uyanık olurmuş. İnsanların sözü kesilmez, işaret ve işmar edilmez, fısıltılar, gizli konuşmalar hoş karşılanmazmış.

Hanımlar beylerine "Efendi" derlermiş, "siz" derlermiş. Hanımefendiliklerini gösterirlermiş.

Gezerken yere yumuşak basılır, ses çıkarmamaya çalışılırmış. Yerdeki haşerata basmamaya özen gösterdiği için adı "Karınca basmaz Efendi" ye çıkan insanlar varmış.

Kapıdan çıkarken arkasını dönmemek, geri geri çıkmak edeptenmiş.

Kapı eşiğindeki misafirlere ait ayakkabılar, dışarıya doğru değil, içeriye doğru çevrilirmiş. "Git bir daha gelme!" der gibi değil de. "Gitsen de ayağının yönü buraya dönük olsa" dercesine dizilirmiş.

Canlı cansız her şeyin bir hatırı varmış. Eskiler hayatı o kadar nurani, o kadar temiz, o kadar manâlı yaşarmış.

Üstad Necip Fazıl bu hali, "Komşuya hatır soran sıra sıra terlikler, Ölçülü uzaklıkta yakın beraberlikler." diye tarif eder."

ŞİMDİ

 

Pişkinlik, züppelik, ukalalık özgüven alameti sayılıyor.

 

Yüzsüzlük ve arsızlık işini bilen adam, gemisini yürüten kaptan sıfatı olarak kabul ediliyor.

 

Terslik sevimli bulunuyor, hırçınlık ve agresiflik bir duruş sahibi olmak zannediliyor. 

 

Kibirli olmaya, havalı havalı dolaşmaya, her şeye kasıntılı bir duruşla ve tepeden bakmaya karizmatiklik deniliyor! 

 

Helaliyle az kazanana sen deniliyor; haram yoldan bolca kazanana siz diye hitap ediliyor! 

 

Kin gütmek onur, lakaytlık ve duyarsızlık makam ve mevki sahibi olmanın rutin bir gereği belleniyor.

 

Çalışana enayi muamelesi çekiliyor, oturarak iş yapan için, "İşi kebap, hali keyfi yerinde baba" deniyor.

 

Laf sokana komik diye gülünüyor, her türlü bel altı ve yoz, üstelik de zeka fukarası olan muhabbete espri deniliyor, paye veriliyor.

 

Az konuşan put gibi oturuyor diye ayıplanıyor, boş ve çok konuşan hoş sohbet diye itibar görüyor.

 

Beyne, o beynin ne ürettiğine bakan yok. Açıldıkça medeni, kapandığın oranda gericileşiyorsun!

 

Körü körüne savunmak, takım tutar gibi katı ve bağnaz olmak marifet sayılıyor. Haklıya haklı, haksıza haksız dedin mi hem nalına hem mıhına vuran biri oluyorsun! 

 

Bunlar bu minvalde uzayıp gidiyor.

 

Bu tür insanlara modern birey, yaşadıkları zamanA da çağdaş asır deniliyor.

 

Bizler de hep beraber yutuyoruz! 

BİZİ FAZIL SAY'MA YA RABBİ

"Şu kadarı inanıyor, bu oranda inanmayan var" denilse de aslında gerçekten inanan ve gerçekten inanmayan çok azdır toplumlarda.

 

Her inanma gerçek manada inanma olmadığı gibi her inançsızlık da gerçek anlamda inançsızlık değildir genellikle.

 

Evet, gerçek manada bir dine, yine gerçek anlamda dinsizliğe iman edebilmiş (ki inançsızlık da bir itikat işidir. Biri bir şeylerin varlığına diğeri de yokluğuna inanır) kişi sayısı sanıldığının aksine çok azdır!

 

TEST

 

Gerçek manada inanmayı da hakiki nitelikli inanmamayı da test etmek ve bu iki olguyu bazı emarelere bakarak anlamak pekala mümkündür.

 

Mesela, "Eşim görür, millet ne der" vs. diyerek ulu orta yapmadığınız bir şeyi kimse yokken yapabiliyorsanız şayet sizin yaratıcıya olan inancınız sıkıntılı, muhtemelen de zayıf demektir. 

 

Çünkü somut birileri olmadığında kimse yok gibi davranarak yaratıcıya da -haşa- yok muamelesi çekmiş oluyorsunuz!

 

Demek ki sizin için görünenle görünmeyen arasında varlık ve yokluk algısı bakımından fark var! Bu durumda görünmeyene görünen kadar iman etmiş olmazsınız! Gerçek (tahkiki) iman görünmeyene görünen kadar inanabilmektir. Bu durumda sizin ki taklidi iman seviyesinde kalmaktadır.

 

Aynı şekilde gerçek bir inançsızlık da belli olur. Bunun emaresi kendinle barışık olmaktır. Sürekli kutsal şeylere laf atmak ve sataşmak değil; kendi işine gücüne bakmaktır. Din ve dindarlıktan rahatsız olmamak, saygı duyabilmektir. Gerçek manada inanmadığını düşünen kişi kendisiyle barışık olur, bu barışıklık hali böyle bir "olgun" sonucu meyve verir.

 

FAZIL SAYIN HAKARETİ

 

Fazıl Say, "Cennet meyhane mi ki orada şarap var" türü bir yazı paylaşmış. Kendince güya zekice ve gayet mantıklı bir tezat yakalamış kutsal din hakkında. 

 

Bu tür "açıklar" yakalamaya çabalayanlar ve bunu da mantık yoluyla yapanlar bence en büyük zihni açığı veren kişilerdir.

 

Çünkü onlar şu yaşamda bize mantıksız gibi gelen nice işlerin meydana geldiğini bile hala bir türlü görememiş, hala, "Mantıklı ise vardır; değilse yoktur" zannederek, yani mantığı kutsallaştırarak, onu yanılmaz yegane ölçü sanarak yaşayıp gitmektedirler. 

 

Halbuki sormak lazımdır: En basitinden koca koca galaksileri nokta kadar kara deliklerin yutması bu kişilere  mantıklı geliyor mudur acaba!

 

Bence geliyordur!

 

Çünkü bu gibiler meydana gelmiş en akıl almaz şeylere bile sırf "var "diye mantıklı gözüyle bakarlar genelde.

 

İçgüdü, bilim, çekim kanunu, bilmem şu fizik kanunu vb. bir isim takar, "Bak açıkladık" derler sonra da! 

 

DİĞER YANDAN

 

Fazıl Say gibi kişiler hayat ilerledikçe, iman da edemedikçe oluşan içsel çatışmalarını dine saldırarak maskeleme içine girerler.

 

Tesettüre karşı olmanın altında yatan esas baskın amil de işte budur esasında. Yoksa kendi evinizde on kat çarşafa bürünün, onlar bundan en ufak bir huzursuzluk duymazlar.

 

Yeter ki gözleri görmesin. Göz görmeyince gönül katlanır!

 

Dedim ya esas neden, "Gördükçe hatırlıyorum, hatırladıkça çatışmalarım artıyor, ben bunu istemiyorum" feryadıdır! 

 

Çoğu inançsızlar aslında tam anlamıyla "inançsızlığa iman edemedikleri için" ya dini alaya alarak ya saldırarak rahata ermek isterler. 

 

Oysa gerçekten ve samimi olarak inançsız olan insanlar işine gücüne bakar, dine de, dindara da içten gelen bir gönül tatminiyle saygı duyarlar.

 

Toplumlarda inanlar da inanmayanlar da bu mühim "işe" genellikle araştırma ve derin düşünme yoluyla değil; geleneksel bir yaklaşımla dahil olurlar. 

 

Ne kadar manidardır ancak fazla göremezsiniz ortalıkta, bu gerçeği anlatan şu muhteşem ayeti: 

 

"Ey iman edenler, iman ediniz" (Nisa 4/136)

ÇOĞUNLUK SİZİ YANILTMASIN

İnsanlar tarih boyunca hep çoğunlukla övündüler, çoğunluğa bakarak yanıldılar. Bizim cemaat en büyüğü vs...

Oysa Allah Kur'anda şöyle buyuruyor:

İnsanların çoğu kafirdir (Nahl 83)

Çoğu fasıktır (Maide 49)

Çoğu müşriktir (Rum 42)

Çoğu inkarcıdır (İsra 89)

Çoğu gafildir (Yunus 92)

Çoğu yalancıdır (Şuara 223)

Çoğu zanna uyar (Yunus 36)

Çoğu nankördür (Furkan 50)

Çoğu şükretmez (Bakara 243)

Çoğu iman etmez (Bakara 100)

Çoğu haktan hoşlanmaz (Zuhruf 78)

Çoğu Allah'a ortak koşar (Yusuf 106)

Çoğu Kur'andan yüz çevirdi (Fussilet 4)

Çoğu akıl etmez ( Maide 103)

SONUÇ

Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar." (Ayet)

"Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak 'zan ve tahminle yalan söylerler." (Ayet)

BEŞERİ KAYGILAR DİN OLUNCA BİR YIĞIN KİŞİ DİNİ/DAR OLUR

Din bazı konularda net şeyler söylemiş; bazı noktaları ise cevapsız ve muğlak bırakmış.

 

Allah -haşa- yanılmaktan, unutmaktan, dalgınlıktan münezzeh bir yaratıcıdır. O halde bu hususlar yanlışlıkla atlanmış olamaz.

Demek ki bunda bir hikmet var... Bir hikmet olmalı...

Demek ki dinde her noktanın illa ki bir hükme bağlanması gerekmiyor.

Demek ki bazı noktalar renksiz yani bir obsiyon olarak kalmalı...

Bu anlaşılıyor...

Demek ki bazı şeylerde ne yapılacağı, bunun nasıl olacağı önemli. Ancak bazı konularda ise neyin nasıl yapılacağı çok da önemli değil.

O yüzden bu hususlar biz insanlara, algılarımıza, kişisel seçimlerimize havale edilmiş. Bu bir kolaylık olarak böyle sunulmuş!

Şayet bunlar da illa ki bir hükme bağlayanacak olsaydı yüce yaratıcımız bunu sonradan gelecek ve hatadan beri olmayan, "ismet" sıfatı taşımayan kişilere bırakmazdı; bu kutsal işi ya kendisi yapardı ya da, "O asla nefsinden konuşmaz" denilen peygamberimize havale ederdi.

"Zamanla bana tapınmaya başlamasınlar" diye kabrini bile Kabe'nin yanına değil de ta Medineye defnettiren hassas bir elçi bu işin hayati sakıncasını ihmal etmiş olamaz herhalde. 

VELHASIL 

Kişisel kaygısını din sananlar buraları da mutlaka bir hükme bağlama, bize tanınan ve esasında rahmet olan bazı obsiyonları kurallaştırarak kendilerince dine hizmet etme derdinde olmuş tarih boyunca.

Mezhepler bile böyle çıkmış. Obsiyon kalması gereken farklı uygulamalar mutlaka bir kurala bağlanmalı telakkisiyle.

Oysa bu opsiyonları mutlaka katı bir kurala ve hükme bağlayanlar dinin, "Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız" açık beyanına ve daha bilemediğimiz bir yığın hikmete aykırı iş yapıyorlar.

Haşa lisanı halleriyle, "Bu böyle olmaz, en iyisini biz biliriz, her nokta mutlaka günah - sevap, doğru - yanlış noktasında bir yere oturmalı, mutlaka ama mutlaka bu düzlemde bir hükme bağlanmalı" demiş oluyorlar.

Bu yaygın geleneksel zihniyet mutlaka bir hikmet gözeterek iş yapan yüce yaratıcının murat ettikleriyle zıt sonuçların doğmasına yol açıyor asırlardır.

O yüzden birleşme değil ayrışmalar, sevgi değil nefret, iman değil imansızlık, dini yaşantı değil dine lakayt yaşantı, hoşgörü değil taassup ve bağnazlık, kardeşlik yerine kavga ve savaşlar serpiliyor İslam coğrafyasında, yüzyıllardır. 

MESELA

Mesela örtünme işini dindeki diğer hususlardan daha çok öne çıkardınız mı bir çok insanın (iman ve yaşantı noktasında hazır olup olmadığına bakmaksızın) apar topar kapanmasına sebep oluyorsunuz.

Yani örtünmeyi hakkıyla temsil edemeyen nice kişinin de kapanmasına yol açıyorsunuz Çünkü, "Bu kadar üzerinde duruluyor, demek ki örtünme işi çok hayati, adeta olmazsa olmaz bir kural" olarak algılanmasına kapı aralamış oluyorsunuz.

Ne acıdır ki bunun sonucu örtünerek aslında cazip bir kadın olmaktan uzaklaşması gereken yığınla insanın en cazip, en çok dikkat çeken dişi ve nesne haline gelmesi oluyor! 

Çünkü gayri meşru tarik maksadının zıddına hizmet ediyor.

Çünkü hiç bir insan Allah kadar hikmetli iş yapamaz.

Allah yaştan kuruyu kurunan yaşı halk eder.

Bu gerçeği hakkıyla anlayamayan yahut unutan nice din büyüğü ise ya yaşı kurutmaya yahut da kuruyu ıslatmaya kalkışır.

Yine örneğin öğle namazı için zorunlu tutulan rekat 4'tür. Gerisi sünnettir, yani rızaya bağlı olan, yapılmaması halinde ibadeti eksik bırakmayan, ibadetin kabulüne mani olmayan kısımdır.

Ancak siz, "Öğle namazı için 10 rekat diyelim biz (Öğle namazı şayet 10 rekat ise 9 bile kılsanız kabul olmaması gerekir), yoksa kimse sünneti kılmaz" mülahazasıyla sünnete (lafta değil, pratikte) farzmış gibi bir muamele çektiğinizde milyonlarca insanın gözünde namazı ağırlaştırmış, böylece bırak sünneti cumadan bile uzaklaştırmış oluyorsunuz.

Bunlardan birisi de benim...

Eskiden beri, en azından alışana dek, öğleyi 4 rekat kılıp çıkmayı düşündüğümde adeta namazı eksik bırakmışım gibi tepki vereceğinden korktuğum nice hocalardan ders alarak büyüdüm çünkü.

Demek ki sadece farza faz demenin önemi, sünnete ise pratikte farz muamelesi çekmenin sakıncası çok büyük.

Demek birilerinin beşeri kaygısı ilahi hikmetten daha muteber değil...

Tüm bunların sebebi kişisel görüş ve muhtelif kaygılar sahibi kişilerin din adına hüküm vermesidir.

Din kaynağı saf ve ilahi olan sistemdir.

Beşeri görüşler din olduğunda maksatlar zayi oluyor, ancak hedefine asla varamıyor...

Bilakis hedefin tam zıddına götürüyor.

Sonra da sakat bir gelenek kutsal kanunlar haline dönüşüyor.

Din adamına (ki din adamı tabiri de çok sakıncalıdır, ama buna da karşı çıkan olmaz. Oysa belli bir kesim değildir dinin adamı, inanan herkestir. Öbürü hristiyanlık için geçerlidir) karşı çıkmanın dine karşı çıkmak gibi algılandığı bir kültürde bu gerçeklere değinemiyorsunuz daha...

Böylece, "Din kolaylıktır" denildiği halde nice gerçekler, nice nesiller, "En iyisi daha zorudur" diyenlerin, "En mükemmeli daha fazlasıdır" sananların elinde ve ocağında heba olup gidiyor.

İLAHİYATTAN EVRİMCİ ÇIKAR MI

Ekranlarda evrim tartışmaları hızlandı. Ne ilginç ki bir kısım ilahiyatçılar bile evrim safına geçmiş, çaktırmadan, "Tüm canlıları evrimsel süreç yarattı, Allah değil" deme derdinde. 

 

Hem de nasıl dertlenmişler bu dertle, bir görseniz! 

 

Öyle asabice, gergin ve bozularak konuşuyorlar ki aksi bir gerçeğin bırakın ortaya çıkmasına, ifadesine dahi tahammülleri kalmamış.

 

Bir kısım bilim insanları klasik evrimci psikolojisiyle zaten evrimde bir sürü sahtekarlık yapmışlar zamanında! 

 

Tahammül edemedikleri için! 

 

Bu ilahiyatçılar öyle fevriler, öyle kraldan çok kralcılar ki Allah'ın yarattığını savunanlara adeta kan davalı hasımlarına bakar gibi bakıyorlar konuşurken, tartışırken. 

 

O yüzden hep söylüyorum; sayın Adnan Oktar'ın yaptıkları çok kıymetli. Ona ne kadar teşekkür etsek azdır. Yoksa bu psikoloji salgın gibi yayılır; maazAllah imanımızı - inancımızı çiğ çiğ yerdi bu zevatlar... 

 

Belki açıkça "Allah yok" diyemiyorlar toplumun önünde. Ama dolaylı yoldan onu söylüyorlar. Hem kendilerini korumak hem de eleştiri gelince, "Yanlış anladınız, biz Allah yok demedik ki" diyebilmek, yani vaziyeti kurtaracak bir manevra yapabilmek için!

 

Mantığın genel kurgusuna ters düşmek ve aklın olağan işleyişini iptal etmek pahasına, "Allah da var evrim de" diyorlar.

 

Oysa Allah da var evrim de demek bir meyveye elma deyip de armut olduğuna inanmayı beklemek kadar imkansıdır. Onlar da bunu biliyorlar zaten. Yıkamadıkları iman ve inanç surlarında -hiç olmazsa şimdilik- bir delik açmayı hedefliyorlar besbelli ki!

 

EVRİMCİ BİLİMCİLERE GELİNCE

 

Bilim alanında yola; tarafsız bir nazarla ve sırf saf gerçeğe ulaşma kastıyla değil; bir postulayla yani ön kabulle çıkıyorlar. 

 

Evet, daha baştan yola bir şartla - koşulla çıkıyorlar. 

 

Bu onların tarafsız olmasını önlüyor. Çünkü dediğim gibi, daha yolun başında kendilerini bir kalıbın içine sokuyorlar. Herhalde orada kendilerini daha güvende hissediyorlar. Kap sonuçta, muhafazalı. Bu durumda gerçek o kalıbın dışını bile gösterse onlar bunu kabul edemez hale geliyorlar. 

 

"Gerçek bizim baştan girdiğimiz bu kalıbın içindeyse evet, yok eğer dışındaysa asla olmaz" demiş oluyorlar. Demiş oluyorlar değil, diyorlar da! 

 

Evet yola, "Evrim bilimdir, aksi hurafedir" klişeleriyle çıkıyorlar.

 

"Sadece gerçeğe ulaşalım, gerçek neyi, nasıl, nerede gösteriyorsa onu olduğu gibi kabul edelim. Asıl olan gerçektir, bilim bunun için vardır" düşüncesiyle değil. 

 

Bu baştan bir kalıba girme hali sürekli ağızlarından düşürmedikleri ve hep başkası için kullandıkları dogma değil de nedir?

 

Bilim tarafsız ilkeleri ve çabası neticesinde velev ki bir yaratıcının varlığını gösteren bulgulara ulaşsa bile onu reddetmeyi baştan şart olarak koşuyorlar. 

 

"Benim değim gibi oynarsan oynarım, yoksa senle oynamam" diyen küçük mahalle çocukları gibi.

 

Sürekli evrimi bilimle yan yana kullanıyorlar. Hatta evrim olmazsa bilim olmaz bile diyorlar. 

 

Böylece, "Evrime karşı çıkmayın ha, yoksa bilime karşı çıkmış olursunuz" deme kurnazlığına sığınıyorlar. 

 

Yani aba altından sopa gösteriyor, bilimin itibarına sırtlarını dayayarak düşünce yırtıklarını yamama uyanıklığı yapıyorlar.

 

Milleti -güya- bilimle din arasında sıkıştırıyor, böylece zorunlu bir seçime zorlamış oluyorlar!

 

Milletin -bilime itiraz edemeyecekleri için- evrime mecbur kalacağını düşünüyor, sinsi bir taktik uyguluyorlar. 

 

Alemi kör, milleti de sersem sanıyorlar muhtemelen!

 

Ey evrimciler: Bir teoriye, "Evrim bilimdir, evrimsiz bilim olmaz" demek bir teoriyi baştan kanun olarak tescil etmek değil midir?

 

Bir teoriyi daha baştan yani kafadan ve peşinen bir kanun gibi tescil etmek, onu olmazsa olmaz kabul etmek gerçeğin katli ve bilimsel kıyım değil de nedir?

 

SONUÇ: 1

 

Birileri bilim atına binerek ateist olmuyor. Bilim insanı dahi olsalar önce diğerleri gibi sıradan sebeplerle ateist oluyorlar, sonra ona göre bilim yapıyorlar.

 

Yani atı sahibine göre kişnetiyorlar, tüm mesele bu!

 

Dindar bir toplumdan - dünyadan korkuyor, bunu kendi materyalist dünya görüşleri için büyük bir tehlike olarak görüyorlar.

 

Böyle bir dünyanın inşasını daha baştan "yaratıcı yok, tesadüf var" diyerek önleme ihtiyacı duyuyorlar. 

 

Suyu baştan kesmeye çabalıyorlar.

 

Tek gerçek neden bu aslında! 

 

Evrimci bilim bu amaca hizmet eden "güçlü!" bir argüman sadece!

 

SONUÇ: 2

 

"Pinokyo yalan söyledi, derken burnu uzadı" deyince masal oluyor. Buna çocuklar inanıyor. Burada sorun yok! Çocuktur sonuçta...

 

Lakin, "Kertenkelenin kuyruğu uzadı, timsah oldu" deyince bilim oluyor. İşin garibi buna çocuklar değil; koca koca, kelli felli bilim adamları inanıyor. 

 

Nasıl inanmasınlar ki. İçlerindeki inanamama azabı (inanmak nasip işidir) yakıp kavuruyor.

 

Bu terori hiç olmazsa içlerine bir nebze de olsa su serpiyor, azıcık dahi olsa ferahlatıyor ruhlarını. Yoksa patlarlar, dayanamazlar; kızgın inançsızlık ateşinde!

 

Biz bilimsel zorunluluktan dolayı evrime inanıyoruz demiş oluyorlar kendilerince!

 

Kendilerince ateistliklerini bilimsel bir nedenle gerekçelendirmiş oluyorlar!

 

Böylece ateizm onlara daha makul görünmüş oluyor. 

 

Ne denmiş: Şeytan günahları süsleyerek çıkarır vitrine!

ZITLARIN DÜNYASI

12/04/2013

Tek olan sadece yüce yaratıcımız!

O'nun dışındaki her şey çift, her şey zıtlardan ibaret...

Sadece zıtların varlığından mı?

Hayır... Ayrıca bu zıtlar arasındaki mücadeleden...

Gece ve gündüz... Sürekli savaş halinde. Bi biri kazanıyor bi diğeri. Bu yıllardır böyle sürüp gidiyor.

İyilik ve kötülük... Bi biri ele geçiriyor dünyayı bi diğeri.

Bu asırlardır böyle.

Sıcaklıkla soğukluk da aynı... Her yıl birbirlerini kovarak geliyorlar yerlerine.

Dün ve yarın... Dün varken yarın yok, yarın olduğunda da dün olmayacak.

Aklınıza ne gelirse böyle...

Sağcı - solcu...

Muhazakar - liberal...

Mufazakarsan liberal değilsindir. Liberal olduğunda nasıl muhafazakar kalabilirsin ki!

Dünya - Ahiret... Dünya bitince ahret başlıyor. Ahiret başladığında ise dünya yok artık.

Her şey zıtlardan ve arasındaki mücadeleden ibaret şu hayatta.

O yüzden kadınla erkek kavgalı belki de, kim bilir.

O sebeple küçük oğlanla büyük kız pek geçinemiyor muhtemelen! 

Zıt oldukları için!

O yüzden manip - depresifiz hepimiz birazcık! Bu doğanın gereği. Anomali denmesine bakmayın siz!

O yüzden her akıllı olanımızın bir yanı birazcık delidir.

Ruh ve bedeniz ayrıca! Bu ikisi de savaş halinde bu yüzden!

Madde ve mana... Madde bunu da al derken mana yeter artık, yetinmelisin diye niye haykırıyor sanıyorsunuz!

O sebeple bazı yanlarımız melek bazı yönlerimiz ise şeytandan bile daha aşağıda!

Dedim ya yaşam zıtlardan ibaret.

İd ve ego... Birisi hazır hazzı talep et diyor. Öbürü ise şimdi olmaz, öyle olmaz, sonra, şöyle diye sesleniyor sürekli.

Maddi rahatlık - manevi huzur... O yüzden maddi rahatlık arttıkça manevi konfor azalıyor belki de.

O yüzden biri varken diğeri pek bulunmuyor aynı ortamda...

Dedim ya yaşam zıtlardan ibaret...

Ayrıca bu zıtların savaşından...

Zıt kutuplar birbirini çeker derler oysa!

Nereden biliyoruz, birbirlerini birbirleriyle mücadele etmek için çekmediklerini...

Zıtta diş bilemeyelim, bunun bir hikmetle yaratıldığını bilelim, lakin edeceksek şayet onla usül ve edep dairesinde, sevgi, şefkat, merhamet ve nezaket çizgisinde güzel bir metotla mücadele edelim! 

ÇAKMA TAKVACILARIN ÖZELLİKLERİ

Gerçek takva ehli en saygı duyduğum kesimdir. Onları tenzih ediyorum.

 

Lakin her takva sahih takva değildir. Bilakis bazıları çakmadır. 

 

Çakma takvacı kendisinin sevabını, başkasının ise sürekli günahını önemser.

 

Din günahkara acı, hidayeti için dua et der en fazla. Lakin çakma takvacı günahkara kin ve nefret besler, elinden gelse bir kaşık suda boğar. 

 

Çakma takvacı günah işleyen birine nefret beslemeyi takva alameti zanneder genellikle! Nefreti ölçüsünde takvalı olduğunu vehmeder. Bunun kendi nefsinin sesi, en çok da kendi imtihanı olduğunu unutur.

 

Çakma takvacı detayı ve şekli aşırı önemser. Yüzü asık, bakışları öfkeli, görüşleri katı, duyguları gergin, kıskanç ve hasetçidir. Kendi meşrebinden olmayanlardan farkında olmadan bir mundardan kaçar gibi kaçınır!

 

Çakma takvacı kişisel yaşantısında kalite adı altında lükse, ama şu zamanda ihtiyaç diyerek de israfa dalmıştır. Çünkü ilgi çekmeyi ve gösterişi sever. Ayrıca kibirlidir de. Kibrini belli etmemeye çalışırken son derece soğuk ve yapmacık bir görüntü çizer.

 

Çakma takvacı öyle fanatiktir ki görüşünün yanlışlığına ayetle - hadisle delil ver, yine de tatmin olmaz. Çünkü doğru düzgün dinlemez onu. Amacı gerçek din ne diyorsa o değildir, kendi algıladığı dinin ne dediğidir. Bu türden tepkilerde hemen hoca görüşlerinden falan dem vurarak birden hırçınlaşmaya başlar. Körü körüne bildiğini ve inandığını zannettiği şeyi savunur sadece! 

 

Çakma takvacı içkinin günah oluşu, namaz kılmanın önemi ve örtünme ayetini dilinden hiç düşürmez. Lakin, "Vay o namaz kılanların haline ki onlar kıldıkları namazdan gafildirler..." türü ayetleri ağzına bir kez olsun almaz! Söylediğinizde dilinin ucuyla "tabi, hıhı, öyle" falan der, hemen geçer gider üzerinden hızlıca!

 

"Sen sadece tebliğ et (bir kere duyur), hidayet Allahtan'dır" mealindeki ayetleri - uygulamaları sürekli propaganda etmek, psikolojik baskı kurmak, ne yapıp edip herkesi mutlaka ikna etmek ve kendisi gibi dindarlaştırmak olarak anlar. 

 

İslam, "Sizin en hayırlınız insanlara en çok faydalı olanınızdır" der. O en faydalı insanı en çok ibadet eden olarak algılar. İbadet etmeyen ama insanlara çok faydalı işler yapanların gözünde en ufak bir kıymeti olmaz.

"Namaz kılmadıktan sonra boş" falan diyerek kendince yapılan faydalı işleri değersizleştirir! Böylece dinin buyruklarını katlederek dine hizmet ettiğini zanneder. Oysa din sadece en faydalı olanınızdır der, namaz kılmak şartıyla en faydalı işler yapanınız demez! Bu tür gerçeklerin onun için fazla bir ehemmiyeti olmaz genellikle.

Yine din, "İslam güzel ahlaktır" der. İslam namazdır ya da oruçtur yahut İslam günahı en az işlemektir veya en çok zikir çekmektir vs. demez. Ancak onun için din büyük ölçüde ibadettir! Güzel ahlakı da sadece cinsel ahlak ve namus olarak anlar.

("Benim kalbim temiz" diyerek dini kalp temizliğine indirgeyenler de çakma mü'minlerdir. Çünkü bunlar dinde neyin önemli olduğuna dini baz alarak değil, kendi kafalarına göre karar vermişlerdir. Ayrıca hatırlatayım: "Kalpler yeterince temiz olsaydı Kur'an okumaya doyamazdınız"  - Hz. Osman)

Bu nedenle güzel ahlaktan maksat olan cesaret, duyarlılık, fedakarlık, vefa, sabır, yardımlaşma, sorumluluk hissetme, nezaket, sevgi, hoşgörü gibi vasıflarla pek ilgilenmez. Bir erkeğe ya da bayana şehvetle bakmadı mı, karşıt cinsle yakın temastan kaçındı mı ahlaklı olmanın tüm şartlarını yerine getirdiğini düşünür!

O, "Ben insanları yalnızca bana ibadet etsinler diye yarattım" ayetini sadece, "Allah insanları sadece ve sadece ibadet için yarattı" olarak algılar. Çünkü kendisinin din adına yaptığı tek şey ibadettir. Oysa, "Sadece bana ibadet edesiniz diye yarattım" diyerek, "Sadece bana ibadet edin, benden başkasına değil" denilmiştir.

Çakma takvacının en değer verdiği iki şey örtünmek ve namazdır. Gerisi onun için adeta teferruattır.

Çakma takvacıya selam versen seni borç isteyecek gibi algılar. Oysa selam vermek sünnettir almak ise farz, ama o bunu pek önemsemez genelde.

 

Çakma takvacı tefekkür etmeyi sevmez. Bir saatlik tefekkür bin yıllık ibadetten hayırlıdır dese de inandığı din o sevap için daha başka sevaplar ve kaçınacağı daha çok günah alanları yaratmayı tercih eder. 

 

İnandığı din tüm Müslümanlar kardeştir der, o sahip olduğu cemaattekileri ya da mezheptekileri kardeşi olarak görür! Lafla aksini söylese bile tüm tavır ve davranışlarıyla bunu böyle gördüğünü her fırsatta belli eder.

 

Çakma takvacı ben iman ettim der, iman etmeyenlerin mahşerdeki halinden dem vurur sürekli. Oysa, "Ey iman edenler, iman ediniz" çarpıcı ayetini bir kez olsun ağzından duyamazsınız!

 

Velhasıl

 

Her iman aynı iman değildir. Bazı imanlar sahih imandan çok imansızlığa yakındır. 

 

Aynı şekilde her takva aynı takva, yani Allah'ın kabul edeceği takva değildir. 

 

Bu nedenle çakma takvacılar müflis kul yani iflas eden mü'min ayetini de ağızlarına hiç almazlar.

İNSANLAR ÖYLE GÖRÜYORKEN NASIL BÖYLE DAVRANSIN

Özellikle son yıllarda çok hazımsız, hoşgörüsüz, kaba ve bağnaz olduğumuzu gözlemliyorum. Bu da hemen her şey gibi tamamen düşünce biçimlerimizle ilgili.

Herkes birbirine başka görüşte, inançta ve felsefede diye en iyimser tepkiyle kızıyor. Çoğunlukla daha da ileri boyutlara varıyor bu tepkiler. İlk başlarda sürtüşmelere, tartışmalara, kavgalara dönüşüyor. Bir süre sonra da kemikleşmelere, ayrışmalara ve kamplaşmalara sebep olabiliyor.

Oysa bu durum derin düşünmemekten, meseleye yüzeysel bakmaktan, en çok da düz ve sığ bir algıyla yaklaşmaktan kaynaklanıyor.

Gerek sizle bire bir tartışmaya girmelerinde, gerekse, "Bana ne hakla bunu der / böyle söyler" dediğiniz durumlarda gerekse siyasi veya ideolojik düşünce biçimlerinde karşınızdaki kişi ya da kişilerin hiç bir suçu ve kabahati yoktur aslında. Çünkü sizle farklı düşmelerini sağlayan mesele bu kişilerin cephesinden hakikaten öyle görünüyordur.

Niçin öyle görüyorlar peki sorusunun cevabı çok yönlüdür. Çocukluk yaşantıları, alışkanlıklar, çevre faktörleri, şans faktörü, anne - baba veya içinde büyüdükleri kültür ve çok daha fazla etken... Tüm bunlar onlarda sizden daha farklı bir zihinsel şema yani algısal pencere inşa etmiştir.

Onlar durdukları yer itibariyle son derece farklı inşa olmuş bir pencereden bakarken sizinle aynı şeyi nasıl görebilirler!

Sizle aynı şeyi görmedikleri halde sizle aynı şeyi görmüşler gibi davranmalarını onlardan nasıl ve hangi hakla bekleyebilirsiniz!

Siz bilerek veya bilmeyerek muhatap olduğunuz düşünce veya yaklaşım biçimlerine kızarken esasında, "Farklı bir pencereden baksalar dahi benimle aynı şeyi görmeliler" demiş oluyorsunuz! Halbuki bu en büyük mantık ve yaklaşım hatasıdır.

Babam beni anlamıyor derken...

Eşim niye böyle söylüyor ki derken...

Başka bir siyasi düşünceye kızarken...

Ve tüm benzeri durumlarda...

Her zaman bu mühim noktayı hatırlayın!

"Ne yapsınlar yani, meseleyi benim gibi görmedikleri halde benle aynı görmüş gibi mi yapsınlar" diye düşünün hemen!

Sizden faklı bir noktadan ve bambaşka bir algı penceresinden baktıkları için "öyle" gördükleri halde "öyle" görmemiş gibi mi yapsınlar diye sorun kendinize!

Bunun beyaz gördükleri halde siyah demelerini beklemek kadar tutarsız olduğunu hatırlayın sonra!

Böylece onlardan beyaz gördükleri şeye siyah demelerini beklememeniz gerektiğini anımsayın!

Muhataplarımızın sizle bir problemi yoktur; sadece kendi cephelerinden bakınca gördüklerini savunmakta, sadece kendi algıladıkları gerçeklere sadık kalmak için çırpınmaktadırlar.

Böylece duyarlılık, ilkelilik, tutarlılık ve sorumluluk örneği sergilemektedirler.

Yağcılık, bana necilik yapmamakta, algıladıkları gerçeğin hakkı için sizle mücadeleyi bile göze alacak derecede yüksek bir vefa ve fedakarlık örneği sergilemektedirler.

Algıladıkları gerçeğe lakayt ve ilgisiz kalmamaktadırlar.

Dolayısı ile bu sözel ve eylemsel tutumları eleştiriye, kızmaya, küsmeye ve kavgaya değil; bilakis saygıya ve takdire şayandır!

SONUÇ

Velhasıl, "Benle aynı yerden bakma ama benimle aynı şeyi gör" demeyi, böylece ilkel düşünmeyi ve bencil olmayı bırakalım artık!

BAZILARI HAYATTA SİZE YARDIM EDİYORMUŞ GİBİ YAPAR

Bugünlerde cuma vaazlarının - hutbelerinin; sosyal sorunlar için dinin bir argüman olarak kullandığı bir araca dönüştürüldüğünü düşünüyorum.

 

Sokak çocukları

 

Orman haftası ve ağacın önemi

 

Çanakkale zaferi

 

Hoşgörü

 

Vb.

Seçilen konulara bakınca ister istemez bunu düşünüyor insan. En azından ben böyle düşünüyorum son günlerde.

Bugünkü konu kimsesiz sokak çocukları yani yetimlerdi. Bu hutbeyi dinlediğimde yetimliğin sokak çocuğu olmakla özdeş algılandığını ve öyle ele alındığını gördüm.

Konu işlenirken peygamberimizin yetimlerle ilgili hadisleri vs. ele alındı ancak zihnimizde oluşturulan algı tüm yetim çocukların değil; sokaktaki kimsesiz yetimlerin esas olduğu, dinde kastedilenin sanki sokaktaki kimsesizler olduğu yönündeydi.

Oysa dinde kastedilen tüm yetimlerdir. Yetimleri sadece sokaktaki kimsesiz üç - beş çocuğa indirgemek sorumlu olduğumuz bu çok mühim sosyal popülasyonu zihnimizde daraltacak, böylece yetimlere yardım ve yaklaşım konusundaki hayati öneriler amacını hakkıyla bulmamış olacaktır.

Sorulsa biz onu kastetmedik denilecektir, buna adım gibi eminim. Ancak ne söylediğiniz değil; nasıl algılandığınız önemlidir. Doğru algılanmayı sağlamak sadece algılayan hedef kitlenin değil; onlardan çok önce ve birinci derecede bu mesajı verenlerin sorumluluğundadır.

Yine bu hutbede topluma çağrı yapılıyor, sokaktaki kimsesiz yetimlere sahip çıkmanın öneminden dem vuruluyordu.

Gülümsedim sadece.

Ayrıca kızdım da içimden.

Hoca yüksek sesle anlattı, ben sessiz bir eda ile düşündüm:

Madem evlerinde yaşayıp giden daha geniş kesimleri geçtik, yetim işini sadece sokaktaki kimsesizlere kadar indirgedik.

Bari onlara sahip çıkalım dedik! 

 

Tamam, hadi diyelim bunları gerçek manada yetim saydık.

Sokakta hayatını kazanmaya çalışan, böylece uzun çocukluk sürecinde bin bir türlü soruna açık hale gelen böyle kaç kişi vardır yaşadığımız şehirlerde?

On, elli, yüz...

Taş çatlasın bin çocuk...

Bu rakam koca bir şehirdeki yetkili kişi ve kurumlarca sahip çıkılamayacak, yani devletin altından kalkamayacağı kadar yüksek bir sayı mıdır?

Vatandaş her türlü vergisini vererek devlete, "Bunu bizim adımıza istediğin yerde kullan" derken bu tür yardımları da kastetmiş ve beklemiş olmuyor mu zaten!

Koca devlet, hadi devleti geçelim koca diyanet, koca belediye, koca sosyal hizmet kurumları bu kadarcık çocuğa sahip çıkamaz mı sahi?

Yüksek bir yere çıkarak vaaz etmek, sorumluluğu süslü laflarla toplumun ortak sorumluluğuna havale etmek üzerimize düşeni yapmış olmak mıdır?

Çok kişiye havale edilen sorumlulukların kişi bazında en ufak bir hareket uyandırmayacağı, bu gibi durumlarda herkesin topu birbirinin kucağına atacağı, velhasıl kişi başına düşen mesuliyet duygusunun son derece düşük kalacağı psikolojik gerçeğinden haberimiz var mıdır?

Bu işi hutbesine konu yapacak kadar önemseyen diyanet teşkilatı her din görevlisinden bir defaya mahsus 100'er TL toplasa o şehirdeki tüm kimsesiz çocukların hayatı için kalıcı bir şeyler yapılamaz mı mesela?

Sadece diyanet değil, öncülük edilse de tüm kamu çalışanları için böyle zorunlu bir bağış imkanı yaratılsa olmaz mı, çok mu zordur bu!

Bu durumda sokakta kimsesiz çocuk kalır mıydı sizce?

Her zaman söylüyorum:

Tüm sorunların çözümü için lazım olan tek şey samimiyet...

Gerçi ben boşuna konuşuyorum!

Zaten bu çocukları "sokak çocuğu" saymakla, bu şekilde etiketlemekle; onları soğuk ve ıssız sokakların koynuna mal etmekle bu çocuklara daha baştan hangi gözle ve nasıl bir zihniyetle baktığımızı ispat etmiş olan bizlere ne söylesek bir anlamı olmayacaktır!

Her şeyi geçen gün facebookta rastladığım bir karikatür çok güzel özetliyor esasında.

Kuyuya düşmüş bir çocuğa yukarıdaki kişi yetişmeyeceğini bildiği halde elini uzatmış. Oysa hemen yanı başında uzun bir merdiven var, onu kullanmıyor. Bu karikatürün altında ise şöyle yazıyor: 

"Bazıları hayatta size yardım ediyormuş gibi yapar!"

ŞEYTANIN AVUKATI OLMAMAK İÇİN OKU

"Kimilerine sağdan kimilerine soldan yaklaşacağım.

Kimilerine önden kimilerine arkalarından sokulacağım.

Senin yoluna oturacak, kullarını yoldan çıkaracağım"

Aynen böyle konuşmuş şeytan. Allah'a giden yolun ortasına oturacağını, buraya yönelmiş kulları çoğu zaman sağdan yaklaşarak yoldan çıkaracağını söylemiş...

Şeytanın sadece soldan değil; sağdan da yaklaşma sinsi kurnazlığını ve özellikle de Allah yoluna oturarak sapıtma gerçeğini fark etmek...

Ve bu iki nokta üzerinde ciddiyetle durmak çok hayati bir öneme sahiptir.

Şeytan günümüzde sureti haktan kılığına girerek veya bazı kişilerin cüssesine bürünerek yahut şeytanın güzel yüzlü avukatları marifetiyle bizlere şu şeytani hileleri telkin ediyor:

Sinsi Şeytan: Kimseye güvenmeyeceksin!

Gerçek: Hayır... Herkese güvenin, sadece tedbirinizi alın. Yoksa yalnızlığa mahkum olursunuz ki bu şeytanın en sevdiği, en kestirmeden yoldan çıkardığı sosyal pozisyondur!

Sinsi Şeytan: Kimseye iyilik etmeyeceksin; yoksa gelir seni sırtından vurur.

Gerçek: Herkese alabildiğince verin, bir şey beklemeyin sadece. Sorun vermekte değil, beklemekte... Aksi halde insanlıktan çıkarsınız!

Sinsi Şeytan: Hak edene değer vereceksin sadece.

Gerçek: Hayır. Herkese değer vereceksin. Değer vermek koşula bağlı olmamalıdır. Koşulsuz değer vermek değer vermektir. Öbürü ticarettir. Yoksa sizin güvenmediğinize güvenen, vermediğinize bir verecek olan çıkar da ona hiç bir şey olmaz. Olan senin ruhuna ve insanlığına olur. Ruhun kevgire, insanlığın yamalı bohçaya ya da ucubeye döner sonra. Bu yamalı yerlerden tüm değerlerin ve mutluluğun dökülür; oluşan ucube gelir sonra, psikolojini boğar.

Sinsi Şeytan: Kimseye hak ettiğinden fazla kıymet vermeyeceksin.

Gerçek: Hayır. Hak ettiğinden daha fazla değer vereceksin. Böylece her fırsatta suçluluk yaşatacak, bu fazla değerin yüksek ateşi altında ruhları pişirerek olgunlaştıracaksın. Aksi halde herkes çocuk ruhlu kalır böyle...Bak etrafına, ne demek istediğimi anla!

Sinsi Şeytan: Yüreğinizin sesini dinleyin. (Yürekler onun en rahat çalıştığı, sesini en çok dinletebildiği yapıdır)

Gerçek: Hayır. Aklınızın ve vicdanınızınkini dinleyin. Yüreğinizin götüreceği yerde profesyoneller ve klinikler sizi bekliyor olacak çünkü.

Sinsi Şeytan: Millet nankör olmuş!

Gerçek: İyi ki nankörlük var. Nankörlük acılı tuzdur. Evet, nankörlük eti kokmaktan koruyan tuza benzer. Gerçek ve samimi iyi ile tüccar tıynetli yapay iyiler arasındaki farkı belirler. Her parlayan şeyin altın olmaması gerçeğinin ürünüdür, ayıklar... İyi ki nankörlük var o yüzden. Yoksa kul hatırı için verip Allah için verdik havasıyla ortalıkta gezinir, hem kendimizi hem de (haşa) Allah'ı kandırdığımızı sanıp dururduk. Uyuşurduk. Daha da asla ayıkamazdık. Kayar giderdik... Allah hayrımızı koruyor nankörlükle! Buna rağmen yap ki boşa gitmesin iyiliğin, gerçek iyilik vasfı kazansın diyor bize nankörlük. Her şerde bir hayır vardır lafı boş mu sanıyorsun sen!

VELHASIL

Hiç kimse tarafsız olamaz. Susmak bile taraf olmaktır.

Şeytanın safında durmaktır; susmak...

Hele hele umursamamak, özen göstermemek fazlasıyla böyledir!

Kavramlara dikkat edin. Kavramlar zihninizi inşa ediyor. Zihniniz ise size öyle bir ruh dünyası örüyor ki orası bazen cennet bazen de zindan olabiliyor.

"İyilik ettim bilmedi. Demek iyilik etmeyeceksin kimseye" demeyeceksin artık.

Bu şekilde sen iyilik etmemişsin ki, ticaret yapmışsın sadece! Kar edememişsin, ona bozulmuşsun! Bunu bileceksin...

Yine, "Kimseye fazla değer vermeyeceksin" de demeyeceksin bundan sonra!

Değerleri alma - verme metası olarak görme materyalist anlayışını bırakacaksın...

Bilakis inadına, koşulsuz, sınırsızca değer vereceksin... Alabildiğine...

Değer verdiğimiz kişi bunu hak ettiği için değil; bunu biz hak ettiğimiz için yapacağız.

Değer verme işi başkasının hak etmesi sorunu değildir...

Bizim bunu hak edip hak etmediğimiz meselesidir sadece.

En ufak bir kırgınlıkta ilk aklımıza gelen şey değer vermekten vazgeçiş oluyor. Çünkü vermeyi düşündüğümüz değeri aslında biz hak etmiyoruz.

Gül vereceğiz.

Başkası bilsin diye değil; elimizde gül kokusu kalsın diye...

NE OL - NE OLMA

Bir mahkemeye kadı olamazsan bir çocuğun yaşamına dadı ol. Ancak kimseye cadı olma!

Altın ol... Olmadı gümüş ol... En kötü ihtimalle bronz... Ama asla bakır olma!

İnek ol, hiç olmazsa süt verir de bir sinede yaşarsın... İnek olamazsan buzağı ol, yarın bir gün büyür de belki semirirsin... Lakin sırtına semer vururlar, sakın eşek olma!

Gül ol... Susam ol... Papatya ol. Hatta git kışta aç, kardelen ol. Ama kesinlikle seni tutan ele batan bir diken olma!

Güneş olamayabilirsin, sorun değil... Bari ay ol... Ama o güzelim gökyüzünü işgal ediyorsan şayet dolunay olmalısın... Sönmüş bir yıldız yahut kuru Jüpiter ya da Merkür değil...

Giden ol... Gelen ol... Ama içinde olduğun gemiyi delen olma.

Profesör olamazsan Doçent ol... Daha da olmazsa doktor ol... Ama sporcu değilsen şayet, sokaktaki kavgacı boksör olma.

İmanın ve maddi gücün varsa hacı ol... Git istersen herhangi bir insana bacı ol... Ama asla kimseye acı olma.

İyilikleri allayıcı ol, ama sallayıcı olma.

Güzellikleri üzerinde tutan bir kaya, bir yaşlıya yolda yanında yaya ol. Ama kötülükleri çoğaltan bir maya olma!

Yolda kalmış kimsesize araba, kötülüklerin önünde aşılmaz bir daraba ol.... Lakin bir zalime maraba olma!

Uzat elini, tutan bir avuç ol... Fakat bir tavşana havuç olma!

Sevgiyi yayan bir çift el ol... Saçın gökülsün isterse, bırak boş ver, kel ol... Fakat gördüğün her zorlukta savrulan bir yel olma!

At ol...

At olamazsan ufacık bir tay ol...

Ya da kötülüklerin ciğerine saplanacak bir ok ol...

Ok olamazsan bari onu fırlatan yay ol... Ama güzellikleri çatlatan kırık bir fay asla olma.

Baban zengin olmayabilir... Boş ver, takma, ağa olamayabilirsin o yüzden. Ama yaşadığın yere muhtar ol. Olmadı ihtiyar heyeti ya da aza... Lakin sıradan bir rençber olma.

Hitabet yeteneğin yok diye üzülme, tamam vaiz olma... İmam ol bari, bunu da olamazsan şayet müezzzin ol... Ama bir şartla: Bulunduğun muhitte en iyi sesli müezzin sen olmalısın.

Her daim iyiye, güzele gidici, kemale erici ol... Düşünmeyen, ifrat tefrit batağında boğulan ham, kaba, soluk benizli ve asabi bir gerici olma.

İnandığın gibi yaşamak ayıp değil ki. Tabi ki dindar ol... Ancak kimseye senin gibi değiller diye kindar olma!

Güzellikleri her daim serici ol... Fakat hiçbir zaman yerici olma.

Şu zamanda herkes her şey olmak istiyor.

Oysa herkes her şey olamaz.

Teşbihte de hata olmaz:

Tavşan yük taşıyamaz.

Aslan havada uçamaz.

Kaplumbağa da hızlı koşamaz...

Velhasıl herkes her şey olamaz.

Ama herkes bir şey olabilir.

Önemli olan ne olduğumuz değildir; orada nasıl olduğumuzdur.

Ne olursan ol, olduğun şeyin en iyisi sen olmalısın.

SURETİ HAKTAN GÖRÜNEN TELKİNLER

08/03/2013

Ey insanoğlu!

Bilirim, hep şöyle söylersin:

"İyilik ettim, bilmedi. Demek ki iyilik etmeyeceksin kimseye"

Dikkat et:

Sen iyilik etmemişsin ki, ticaret yapmışsın sadece!

Kar edememişsin, ona bozulmuşsun!

Yine, "Kimseye fazla değer vermeyeceksin" dersin hep.

Değerleri alma - verme metası olarak görmeyi ne zaman bırakacaksın!

Halbuki inadına ve koşulsuz değer vereceğiz.

Değer verdiğimiz kişi bunu hak ettiği için değil; bunu biz, başta kendimiz hak ettiğimiz için yapacağız.

Değer verme işi kesinlikle başkasının haketmesi sorunu değildir!

Başta bizim bunu hakedip haketmediğimiz meselesidir.

En ufak bir kırgınlıkta ilk aklımıza gelen şey değer vermekten vazgeçiş oluyor.

Niye böyle?

Çünkü bu verme işini içselleştirmemişiz. Üzerimizde bunu yerine, kişisine ve zamanına göre giyilip çıkarılabilen eğreti bir elbise gibi taşıyoruz. 

İyiliklerimiz maskeli yani!

Maskenin içinde gül yaşar mı! O açıkta, güneş ışığın olmadığında solmaz mı!

Evet, en ufak bir kırgınlıkta aslında değer vermeyeceksin diyoruz.

O bunu haketmiyor diye de gerekçelendiriyoruz! 

Hayır!

Vermeyi düşündüğümüz değeri aslında biz, kendimiz hak etmiyoruz.

Unutma:

Koşulsuz vermek vermektir. Koşullu vermek ticarettir!

Hem de hayali ticaret! 

Oysa vermeye başkasından çok senin ihtiyacın var!

Sen vermedin diye kimse değersizlikten ölmez.

Senin vermediğine verecek birileri mutlaka çıkar!

Çünkü analar ne yiğitler doğurmuştur!

Sen sadece verme, iyilik etme fırsatını kaçırmış olmanla kalırsın.

Dedim ya aslında vermekle - iyilik etmekle lütfetmiş olmuyorsun kimseye!

En başta sen, kendin kazanıyorsun!

O halde gül vereceğiz!

Başkası bilsin diye değil!

Elimizde gül kokusu kalsın diye...

Çünkü gül veren elde daima gül kokusu kalır! 

ÇİÇEK YETİŞTİREN BİR GÜBRE OLABİLMEK

Sürekli iyiliğe ve güzelliğe dair yazılar yazdığını, ha bire bu yönde söylemlerde bulunduğunu ama kendisinin de bazı kusurları bulunduğunu söyleyen birine üstat Necip Fazıl, "Ben çiçek yetiştiren bir gübreyim" diyerek muhteşem bir cevap vermiştir.

Mis kokulu bir gül olmakla pis kokan bir gübre olmak elbette ki bir ve aynı değildir. Ancak sadece çevreye kötü kokular yayan bir gübre olmak ile bir çiçeğe, tarladaki bir ürüne gübre olabilmek de takdir edilmelidir ki aynı şey değildir.

Hatasız insan yoktur. Olamaz da. Hatasızlık adı "noksan" demek olan insanoğlu için (insan = noksan) bir hayaldir, ütopyadır ancak. Önemli olan hatalarımızın yanında onları telafi ettirebilecek iyiliklerimizin de bulunmasıdır.

Bu nedenledir ki dinimizde, "Yarın huzuru mahşerde günahsızlar bir tarafta, katıksız sevaplılar da öbür yanda toplanacak" denilmemiştir. "O gün her şey ölçüye vurulacak ve tartıda sevabı - hasenatı ağır basanlar kazanacak" denilmiştir.

 

Dikkat edin, "Sevapları ağır basanlar..." Demek ki hatalarımız da olabilecek ama bunlar iyiliklerimizden daha ağır gelmeyecek, hak katında asıl önemli olan bu. Yine köklü inanç kültürümüzde yanlış anımsamıyorsam, "Günah işlediğinizde hemen bir sevap işleyin ki bu davranışınız günahı telafi edebilsin" mealinde bir hadisi şerif de mevcuttur. Bu hadisin taşıdığı mana psikolojik bir gerçeklik taşır, o yüzden de bence mucizevidir.

Şöyle ki:

İşin doğası gereği iyilikle kötülük bir arada sonsuza kadar gitmez. Bu, ateşle suyun bir arada uzun süre kalamamasına, bir yerden sonra suyun ateşe galabe çalmasına benzer. O yüzden

her hata yanında hemen bir doğru iş yapılırsa umulur ki bu davranış o hataların düzeltilmesinde suyun ateşi söndürmesi misali bir işlev görebilir.

 

"Zaten hata yaptım" denilerek şeytani ümitsizlik ve iyice boş vermişlik tuzağına düşülürse şayet ipin ucu iyice kaçar ve ortaya her şeyiyle bozulmuş; iyi, faydalı olmak namına hiçbir niyeti ve çabası kalmamış, üstelik de sadece su, elektrik, gıda tüketen, havayı kirleten patolojik insan yığınları çıkar.

Tam da hatırlayamıyorum gerçi ama Mevlana'ya ait olduğu söylenen;

"İlla yüz deme, doksan da olur.

İnsan dediğinde noksan da olur.

Ben olmazsam olmaz diye kibirlenme,

Şu dünyada sen yoksan da olur" mealinde bir şiir okumuştum, onu da yeri gelmişken paylaşmış olayım.

 

Yine dinimizde, "İnsanların en hayırlısı insanlara en çok faydası dokunandır" denilmiştir.

 

Dikkat edin, hiç günahı olmayan ya da sürekli ibadet eden, en çok namaz kılan değil! Hem iyi, faydalı bir insan olmak fıtratımıza uygun yaşamak demektir ayrıca. Fıtrata uygun yaşamak ise gerek bireysel bazda gerekse aile ve toplum yaşamında kişileri mutlu eder, sağlıklı kılar. Her daim fıtrata aykırı işler yaparak sağlıklı ve mutlu olmayı beklemek Akdeniz havzasında Karadeniz hamsisi avlamaya çalışmaya benzer.

 

İyi, faydalı bir insan olmanın ilk şartı kanımca duyarlı bir vatandaş olmaktan geçer. Duyarlılık seyirli, serinlikli ve çok hoş olan iyi insan olabilme ve erdem yüksekliğine çıkabileceğimiz zahmetli merdivenin ilk basamağıdır. O basamak olmadan, bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın demekle yahut evimin ötesi bana lazım değil / sadece gemisini kurtaran kaptan mantığı taşıyarak o yüksekliğe çıkılamaz.

 

Hayır, "Oraya çıkılmazsa ne olur peki" denilemez. Dediğim gibi oraya çıkmak hem fıtrata uygun yaşamış olabilmek, böylece daha huzurlu ve mutlu olabilmek için gereklidir hem de

çoğu kişinin aradığı makbul bir Müslüman sıfatını hak edebilmek için. Çünkü iyi ve faydalı olmak adına "güzel ahlak" denilen ve Allah'ın görmek istediği resmin bütününü oluşturan

pazılların en önemlilerindendir.

Peygamber efendimiz (SAV) bir gün "din nedir" diye sorulduğunda "din güzel ahlaktır" diye cevap vermiştir. Yine bu konuda, "Din inançla başlar, ibadetle devam eder ve güzel ahlakla olgunluğa erer." denilmiştir.

ASLINDA DİN GÜZEL AHLAKTIR

Muhteşem bir dinin hiç de muhteşem olmayan, hatta onun bu yönünü kavramaktan bile aciz kalan ümmetiyiz.

Bu dinde her şeyden önce, “Din güzel ahlaktır” buyrulur. Sözgelimi din namaz kılmaktır, oruç tutmaktır, daha fazla ibadet etmektir denilmez. Biz ise ya çoğunlukla böyle algılamış yahut ahlakı sadece cinsel ahlak olarak bellemişizdir. Oysa ahlaktan kasıt erdem, adalet, sorumluluk, duyarlılık, çalışkanlık, dürüstlük gibi daha ziyade erdemle ilgili olan vasıflardır.

Aynı dinimizde, “İnsanların en faydalısı insanlara en çok hizmet edendir” buyrulur. Çok ibadet edeniniz, hiç günah işlemeyeniniz, sürekli abdestli gezeniniz, en fazla umreye gideniniz en faydalınızdır falan denilmez.

Dinde en az küfür (inkar) kadar, hatta ondan daha fazla yerilen münafıklığın üç alameti vardır mesela. Dikkat ediniz, yalan söylememek, sözünde durmak, emanete hıyanet etmemek şeklinde sıralanan bu üç vasıf da ahlakla ilgilidir. Yani zina etmemek, oruç tutmamak, az namaz kılmak münafıklık alameti sayılmaz; ahlaki, erdemsel davranışlar bu kapsamda ele alınır.

“Kalbinde zerre kadar kibir olan cennet yüzü göremez” denilir. Kibirli olmak yahut olmamak da ahlaki bir sıfattır. Zina eden, içki içen için böyle kesin ve çok ağır bir gerçeklikten bahsedilmez dinde. Günahlar ve ibadet noksanlıkları için en fazla, “Tövbe edin, umulur ki bağışlanırsınız” mealinde bir şeyler söylenir. Biz ise bunu bile ya hiç affedilmeyecekmişiz gibi yahut tövbe edersek kesin affolunacakmışız gibi siyah ve beyaz mantığıyla algılarız. Oysa burada ne yüzde yüz ümit aşılanır ne de yüzde yüz, “Öldünüz, bittiniz, daha iflahınız mümkün değil” denilir; sadece, “Umulur ki…” şeklindeki ifadeyle ihtiyatlı bir mesaj verilir, bu iş Allah’ın ilahi rızasına havale edilir.

Aynı şekilde bakınca, azıcık derin düşününce, birazcık olsun akıl edince, “Bir din ancak bu denli muhteşem olabilir” dediğim yüce inanç sistemimizde, “Bizi aldatan bizden değildir” buyrulur. Bizi aldatandan yani yine ahlaki bir sıfatın noksanlığından bahsedilir; hacca gitmeyen veya zikir yapmayan, alevi yahut suni olmayan bizden değildir denilmez.

Kul hakkının, özellikle bunun kamu hakkıyla yani tüyü bitmemiş yetimle ile ilgili olanının asla affedilmeyeceği vurgulanır. “Oruç tutmayan affedilmeyecektir” denildiğini göremezsiniz.

Bu böyle devam edip gider ama aynı gerçek hiç değişmez dinde. 

Oysa böylesi muhteşem bir dinin bırakın aynı ölçüde muhteşem müdavimleri olmayı onu özgün muhteşemliğine yaraşır şekilde algılamaktan bile aciz düşmüş bağlıları olarak dini büyük ölçüde (sözde olmasa bile lisanı halimizle böyle) ibadete indirgemiş durumdayız. İbadeti de büyük ölçüde namaza... Namaz eşittir din, örtünme yahut abdestli gezmeyi eşittir takva zannederek yaşayıp gider olmuşuz. Müslümanlığımız yamalı bohçaya dönmüş. Herkes yamasız kısımlarla ferahlanıyor, oysa aynı elbisede daha fazla yer tutan yamalı kısımlarını görmeye cesaret edebilenimiz neredeyse yok gibi!

Böylece ortaya;

İbadet ederken bile günah işleyebilen lakin bunun farkında dahi olmayan (mesela abdest alırken şarıl şarıl su akıtabilen, böylece helal ile haramı koyun koyuna yatırabilen çünkü açıkça ve çekinmeden, hem de senelerce israf edebilen)

Üst kattaki komşusu açken alt katta göbeğini kaşıyarak huzurla uyuyabilen, en fazla Erzurum’dan tulum peyniri getirttiğinden lakin bu seferkinin önceki kadar iyi çıkmadığından falan dem vuran,

Üstü Mekke altı Paris denilen bir tarzda giyinebilen, sadece kafasındaki kılları kapattığı için işi halletmiş olarak görebilen,

Makam – mevki kulluğundan yahut meslek taassubundan sarhoşa dönmüş, yüzünden kibir pulları dökülen lakin  (sürekli abdestli gezdiği için olsa gerek) beyninin içindeki bu yaman defoyu bir türlü fark edemeyen,

Velhasıl Müslüman olan batılıların,  “Dine değil de sizin yaşantınıza baksaydım Müslüman olmayı aklımın ucundan bile geçirmezdim” dedikleri kadar tuhaf bir “dindar” portresi çıkıyor ortaya.

Bu çarpık Müslümanlık algısının ailedeki yansıması, “Ana hakkı da ana hakkı” diyerek sürekli anasını tutan, ancak kul hakkının da aynı derecede önemli olduğunu kavrayamadığı için Allah’ın kendisine emanet olarak verdiği eşinin her gün hakkını afiyetle yiyebilen bir eş olmaktır.

Bu çarpık yorumlamanın bürokrasideki görünümü; bir kısmını kısa sürede maaşla zengin ederken diğer bir bölümünü sefalete mahkum edebilen ve bunda hiçbir behis görmeyebilen, bu inisiyatifin kendisinin en doğal yetkisi olduğunu düşünebilen, diline doladığı dinsel söylemlere ve niçin yaptığını bilemediğiniz ibadetlerine bakmasanız rahatlıkla,  “Aslında dinle ilgisi olmayan kişilerden pek de bir farkı yokmuş” diye düşündüğünüz yönetici karakteridir. 

Bu bozuk din algısının bankadaki izdüşümü asık suratlı, yirmi dört saat kalp kıran, ruhları karartırken yüzündeki nuru da söndüren bir memur olmaktır.

Bunun hastanede çalışan bir doktorun anlayışındaki tezahürü hastalık olan olmayan her soruna ilaç yazmak, sanki bedelini Yunan devleti ödeyecekmiş gibi davranmak, ülkesinin geleceğini Antalya sahillerinde geçireceği iki günlük tatile satmak demektir.

Evlat olarak görünümü asi, dik başlı, hoppa olmak (sonra da, en fazla bu ahlaki sorunlar için çocuk psikiyatrisine gitmektir); vatandaş olarak yansıması ise, “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” temennisi taşımaktır.

Esnafa yansıması bozuk ve hileli gıda satarak midesini cehennem alevleriyle doldurmak; çoluk çocuğunu haram ile doyurarak kendi eliyle ateşe atmak, böylece nefsi fesada uğratmaktır.

Din adamına düşen hissesi de günaha bile açıkça günah diyememek, en fazla, “Dinen doğru sayılmaz” türü yumuşatıcı bir üslupla konuşmayı, çoğunlukla ise susmayı vazifenin ifası zannetmektir vs.

Bu sakatlıktan kendilerini dindar olarak tanımlamayan kişiler bile nasibini almıştır. Onlar da hiçbir şey yapmadan, “Ama bizim kalbimiz temiz” teranesi tutturmuşlar, öyle yaşayıp gitmektedirler. Oysa yüce yaratıcıyı gereği gibi takdis etmemiş, sürekli yüceltmemiş yani kendisine gereği gibi kulluk yapmamış bir kulun kalbinin “kendince” güzel oluşunun tek başına Allah’ı razı etmeye yetmediğini, Allah’ın sadece temiz bir kalp değil; hakkıyla kulluk da beklediğini görmemekte ısrarcıdırlar.

Velhasıl bahsini ettiğim bu tuhaf algının toplumun her kesimine  düşen ortak hissesi; gerçeği dost doğru, tam da olduğu gibi anlamak gibi bir derdin olmaması hastalığına yakalanmak, sadece işimize nasıl gelirse öyle kavramaya çalışma kara sevdasına düşmektir.

Sonuç

Çoğu kişinin yarın huzuru mahşerde büyük bir şaşkınlık ve şok yaşayacağına, evdeki hesabın pazardakine uymadığına hayretle şahitlik edeceklerine inanıyorum.

Dinde geçen, “Müflis kullar” yani, “İflas edenler” tanımlaması da zaten bu hakikati işaret etmiyor mu

ASLINDA HAYAT METAFİZİKTİR

Bakmayın siz uçağın metalden, binaların demirden ve tuğladan, ağaçların da odundan oluşuna! Hayat aslında ne fiziktir ne de matematik; o sadece ve sadece metafiziktir. Ancak çoğu kişi bu gerçeği göremez. Buradaki yanılgı nice insanın dağ gibi cüsselere aldanıp da fare kadar ürkek yürekleri göremeyişlerine benzer.

Hayat matematik olsa verilen her şeyin eksilmesi gerekir. Oysa zekat verdiğinizde malınız eksilmez, bilakis artar! Bunu zekat veren kişiler çok iyi bilir! Üstelik de bu artış verdiğiniz, en önemlisi de artması için görünüşte hiç bir nesnel neden olmadığı halde gerçekleşir.

Sözgelimi sadaka beladan korur. Hem de kuşanılan zırhtan, takınılan onca dikkatli tutumdan bile çok daha fazla. Hatta bunların bile işe yaramadığı yer ve zamanlarda! Hem de öyle bir korur ki o esnada yaşanılan şeyler aklınıza durgunluk verir, söz konusu kritik süreçte metafizik bir şeylerin olduğunu, bunun başka bir izahının bulunmadığını bir biçimde hissedersiniz de o an. Öyle ki madde ötesini tanımaz bir ateist bile olsanız!

En fazla, “Burada madde ötesi bir durum var” diyemezsiniz belki lakin, “Garip bir şeyler oldu ama ne bileyim işte…” demeye mecbur kalırsınız mutlaka! Bu tuhaf oluş biçimini doğru yere bağlayamasanız dahi olup bitenlerdeki enteresanlığın mutlaka ama mutlaka farkında olursunuz yani. Verdiniz sadakanın karşılığı olarak sadece sevap kazanmaz, ayrıca inancınıza kuvvet gelsin diye, ilahi bir lütuf olarak özellikle bu hissediş içine sokulursunuz!

Namaz kılarsınız, birden yüzünüz nurlanmaya başlar! Hayır hemen bunu alınan abdeste yani suyun temizleyici özelliğine bağlamayın! Bu yüzü günde beş kere yıkamakla izah edilemeyecek, tenin dışındaki temizlikten çok ruhtan yansıyan,  nurani nitelik taşıyan daha derin parlamadır.

Bereket meselesi de böyledir. Siz karı koca çalışırsınız! Her ay evinize yığınla para girer ancak tek maaşlı sıradan bir memur kadar rahat edemediğinizi, her ay sonunu güç bela getirdiğinizi görürsünüz! Bir çok kişi asgari ücretle geçinir lakin para sorunlarını ağzından bir kere işitemezsiniz ancak sizin konuşmalarınızın kahır ekserisi parasal yetersizlik kaynaklı olur! Bir alınan paraya bakarsınız, bir de ödemeniz gereken rakama. Matematiksel olarak sorun yok gibidir hatta elinizde önemli bir miktar da kalmalıdır ancak bir anda sürece gizemli bir el değer sanki. Yani yine açık açmış, yine bir sonraki aya sarkmıştır sıkıntılarınız! Normalde ödedikçe azalması gerekir lakin sizin ki ödedikçe adeta artıyor gibidir. Biri biterken diğer bir açık başlıyordur yaşamınızda! Bu arada o tek maaşlı dediğiniz sıradan memur ikinci evini almış, çoluk çocuk her pazar piknikten dönmeye devam ediyordur aralıksız! Sizin ise kazancınız biteviye artsa bile iki yakanız bir araya gelmiyordur hiç.  Dünya hayatında bunun normal olduğunu düşünmeye başlayarak kendinizi teselli ediyorsunuzdur ancak buradaki durum asla normal bir durum değildir. Tabi ki basiretli bir gözle görebilenler için!

Dediydi deyin ve deneyin isterseniz; sabahları çok erken kalkamaya devam ettikçe güneşin ilk ışıklarıyla işe koyulmasanız, evinizde boş otursanız dahi kazancınızın bereketinin arttığına, zinaya ve şükürsüzlüğe devam ettikçe de ne kadar kazanırsanız kazanın, ekonomik parametreler ne kadar lehinize görünürse görünsün, sonunda avucunuzdakilerin sıfıra sıfır elde var sıfır olduğuna mutlaka şahit olacaksınızdır!

Faiz de hakeza öyle! Bir kere elinizi verdiniz mi kolunuz, zamanla da gövdenizin gittiğine şahit olursunuz! Lehinize olan tüm matematiksel gerçeklere rağmen orta ve uzun vadeli sonuç her seferinde koca bir yanılgı ve hüsran olur! Ekonomisini yıllar önce rayına oturtmuş, üretimi son noktalara dayanmış, artık top atsanız etkilenmez dediğiniz koca koca ülkelere bir bakarsınız ki borç yükleri artmış, hatta iflas bayraklarını çekmeleri an meselesidir. Şaşırırsınız! Şu garip dünyada bu sefer de güçlü olanın zayıftan daha çabuk yıkıldığına şahit olursunuz. Bir kez daha zihinleriniz dumura uğrar böylece! Oysa mantıken zayıf olan güçlüden çok daha yakın olmalıdır yıkıma! Ama öyle olmaz! Yine gizemli el sahnededir sanki! Bu el yine meseleye görünmez bir biçimde el atmıştır!

Zulüm eden mutlaka zulme uğrar! Bu öylesine bir metafizik gerçekliktir ki halk kendi arasında bile bu gerçeği sürekli teyit ederler, “Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste” falan derler. Yani bu gerçeğe halklar asırlardır topluca şahittir. Bir zalime çevresinde yoksa bile uzaktaki (kişi ya da devlet), hiç umulmadık bir zalim musallat oluverir bir anda. “O zalimin bu zalimle ne işi olur ki” deseniz bile bunu da öyle aklınızla falan izah edemezsiniz kolay kolay.

Bir de sustukça sıranın susana gelmesi hadisesi vardır! Bu sloganı daha çok solcu ve sosyalist kişiler kullanırlar. Çünkü onlar da esasında bu metafizik gerçeğin farkındadırlar! Bu metafizik hakikate göre sadece zalim bir başka zalime musallat olmaz, öyle veya böyle, sonuç itibariyle zalimlik karşısında susanlara da mutlaka gelir zulme uğrama sırası. Suskun kalanlar kendilerine suskun kalınmasıyla bunu mutlaka tadarak yaşarlar!

Enteresandır, devletler en güçlü dönemlerinde yıkılmaya başlar mesela. Roma imparatorluğu böyledir. Üç kıtaya yayılmış cihan devleti Osmanlı da! Hatırlayın, yükselme devrinden sonra gerileme başlar! Yükselmeye başlamış hatta yükselmiş bir devletin birden gerileme aşamasına geçmesi ne kadar enteresandır. Sanki yine aynı görünmez el, “Gücümün tam zirvesindeyim artık” dediği anda ona aslında ne kadar güçsüz olduğunu hatırlatmak, göstermek istemektedir.

En büyük olan yahut ben en büyüğüm demeye çalışan hatta diyen kişiler veya devletler en küçükle vurulur örneğin. Firavun suyla, Nemrut sivrisinekle tadar güçsüzlük gerçeğinin şerbetini. ABD gibi kudret timsali bir ülke her yıl, elinizi uzatsanız yakalayamayacağınız, adeta üfleme kabilinden bir rüzgar afetiyle (kasırga vs) alt süt olur sürekli!

Gönül kaçanı kovalar. Oysa mantıken gönül kendisine koşanı kovalamalıdır! Yok, dedim ya, yaşamda esas hüküm süren gerçek nedensellik ve matematik yahut fizik değildir; metafiziktir.

Sustukça heybetiniz artar, konuştukça kaybedersiniz! Çözmeye çalıştıkça çözümsüzlüğü derinleştirir, aza kanaat ettikçe azın bir anda çoğalmaya başladığına şahit olursunuz!

Belki şaşırmazsınız bunlara! Ama bu ortada şaşılacak bir şey olmamasından değildir. Ünsiyet perdesi yüzündendir sadece.

Velhasıl örnekler çoğalsa da bir gerçek hiç ama hiç değişmez: Hayat madde değil mana; fizik değil metafiziktir.

Tabi ki görebilenler için!

Endama, boya posa kanarak alttaki esas gerçek olan fare gibi ürkek yürekleri ıskalamak türünden algılama hatalarına düşmeyenler için!

ARTIK ÖLMEK DE ZOR İŞ

DOĞUM YANİ DÜNYAYA GELME EVRESİ

Eskiden yaşamın üç ayağından ikisi olan doğum ve ölüm bedavaydı. Sadece ortadaki üçüncü evre olan yaşamak ücret gerektirirdi ve o da çok cüzi bir bedel meselesiydi. Oysa günümüzde hem dünyaya geliş hem de ölerek gidiş ciddi bir maliyet gerektiriyor.

Öncelikle çocuk ana rahmine düştükten sonra her ay düzenli kontroller başlıyor. Çoğu kişi artık bu düzenli kontrollere gitmese çocukları dünyaya gelmeyecekmiş gibi bir algıya sahip. Yine bu süreçte para verilerek ek gıdalar alınabiliyor, aylık kontroller için zaman zaman değişse de ek ödemeler yapılabiliyor.

Çocuk dünyaya geldiğinde neredeyse ana sütünü değil, adeta, “Beni kullanın” dercesine cazip bir havada sunulan mamalar arzı endam etmeye başlıyor. Birçok kişi mama kullanmayı anne sütüne tercih edebiliyor. Bir kullanımlık bezler, binlerce çeşit oyuncaklar ve dahası. Eskiden en kolay, en bedava iş olan çocuk yapma işi günümüzde ciddi bir kaynak ve harcama gerektiriyor. Gölgesini satamayacağı her ağacı tek tek keser denilen hırçın kapitalizm kaşla göz arasında bize bu işi öyle güzel dayatmış ki kimse bunun neden böyle olduğunu, aksinin mümkün olup olamayacağını dahi düşünemiyor artık.

UZUN OLAN YAŞAMA DÖNEMİ

Doğum ile başlayıp ölüm ile bitecek olan hayatın ortadaki yaşama bölümüne ve onun bedeline gelince. En pahalı olan yaşam evresi burasıdır. Bu sürecin yemesi içmesi, giyinmesi iyileşmesi, gitmesi gelmesi eğlenmesi, velhasılı her şeyi ciddi bedeller ödemeyi gerektirir.

NİHAYETE ERME, ÖLME VE ÇEKİP GİTME AŞAMASI

Daha dünyaya gelmeden bir sürü bedel ödeyen, yaşarken nefes alıp verme dışında adeta ücret vermediği hiçbir şey kalmayan insanoğlu ölmekle de kurtulamaz, bu kapital ahtapotun her yeri ördüğü ağından. Artık ölmek de en az doğmak kadar paralı ve pahalıdır.

Eskiden bir kefen yeterliydi ölmek için. Şimdi öyle değil. Kefen tek fatura değil, sadece ilk kalem harcama ölen için. Kefen aldıktan sonra bir de aile kabristanına yakın bir yerden mezar alanı almak gerekir. Bunun yaşanılan şehre ve mezarın bulunduğu araziye göre değişen bir bedeli vardır. Yo mezara girmekle dünyadaki işi biter belki ölenin ama dünyaya olan borcu bu kadar çabuk bitmez! O kapital adındaki canavar bir kere dadandı mı  ölünce bile kolay kolay bırakmaz adamın yakasını! Ölüden alamasa yakınından alır!

Kefen, mezar yeri satın alma ticareti bittikten sonra dinde var mı yok mu pek bakılmaz, helvası dağıtılır kısa süre içinde. (Bu adet bana hep, “Oh, öldü de kurtulduk, bak helvasını dağıtıyoruz - yiyoruz” deniliyormuş gibi gelir nedense)

Üçünde mevlit adeti vardır ve bu uygulama artık ölme işinin olmazsa olmazlarındandır. Mevlit sadece okuma ve dua etme olmaktan çıkmış, zamanla yemek /  ikram odaklı bir taziye töreni haline dönüşmüştür. Bu uygulama sektör haline de gelmiştir, hazır yemek getiren firmalar vardır. Ölü evi en azından o acılı yas sürecinde bu işin angarya boyutuyla ilgilenmez. Bu uygulamanın ücretini öder sadece!

Söz konusu mevlit esasında bir dua, kısa bir Kur’an tilaveti ve azıcık da sohbetten ibarettir. Ortalama -yemek de dahil- bir saatte biter. Ancak bir hocanın çok rahat halledebileceği bu mevlide en az iki, çoğu zaman da üç hoca gelir. İş bölümü yapılmıştır, biri sohbet eder, biri Kur’ an tilavet eder, öbürü de kısacık duayı yapar. Haliyle hoca üç olunca ücret de o oranda artmış olur. Ölme işinin kabaca faturası böyledir.

Herkes gibi maddi olarak zor günler geçirdiğim dönemler olmuştur. Çok iyi hatırlıyorum, o günlerde garip bir biçimde aklıma, “Bu günlerde inşallah birinci dereceden bir yakınıma bir şey olmaz” düşüncesi gelmiştir hep. Bu dönemler, “Param yok” demenin en zor olacağı günlerdir haliyle! İnsan yakını bu dünyadan ebediyen giderken onun için lazım olan son ücrete nasıl, hangi vicdanla “yok” diyebilir ki! Kredi kartı da geçmez ki! Bankayla, kredi ile falan da uğraşacak vakit yoktur! O yüzden bahsettiğim günlerde, bir gönlü zengin akraba çıkıp da, “Sen karışma hısım, kenara çekil” demezse ne yaparım diye çok düşünmüşümdür!

Velhasılı

Sadece yaşamak değil, doğmak da ölmek de artık zor iş!

NEDEN KUR’AN OKUMAZLAR

Öyle ya da böyle, inanan bir çok insanın (hepsini tenzih ederim) ortak özelliği fazla Kur’ an okumaya yanaşmamalarıdır. 

Bu Kişiler ya Kur’ anı hiç okumazlar yahut sadece Arapçasıyla yetinirler. Sonra da, “Yol gösterici, hidayet rehberi” denilen bir kitabın ne dediğini, nasıl ve hangi bilgilerle – buyruklarla yol gösterdiğini bir kez olsun düşünmeden / anlamadan, ruhsuz bir cesedi canlı saymak misali “anlamasız bir eylemi okumak sayarak” yaşayıp giderler. Et ile tırnak gibi olan lafız ve manayı ayrılmaz bir bütün olarak görmez; sadece Arapçayı kutsallaştırırlar! Yani mektubu değil de zarfı!

Sözgelimi Kur’ an okuduklarında türbanlı olan birinin türbansız birini sırf başı açık diye içinden geldiği gibi kötüleyebilmesine, alıştığı şekilde değerlendirebilmesine, sonra da ona kızıp kin güdebilmesine, bunu da cihat yahut takva alameti sayabilmesine imkan kalmaz. Öyle olunca da kendince, türban takanla takmayan arasında nefsinin hoşuna giden bir fark kalmaz! Bu ise onun nazarında haksızlıktır! 

Okursa Allah katında başı açık olanın kendisinden daha makbul bir kul olabileceği gerçeğini görüp üzülebilir. Bu da onun başında zaten güç bela taşıdığı ve gerek din gerekse kul katında ayrıcalık kattığını düşündüğü örtüsünün psişik ağırlığını artırabilir!

Kur’ an okuduklarında dünyanın bir ucunda aç, zulme ve haksızlığa uğramış, hatta ölen Müslümanlar varken bir köşede tesbih çekmenin, bu sayıyı her gün üç binlere, dokuz binlere, otuz binlere falan tamamlamanın, sonra da bir kuş sütü eksik sofralarına, “Ya bismillah” diyerek oturmanın yetmediği, hatta bu durumda veballerinin katlandığı görülür. Bunu kolay kolay kim görmek isteyebilir ki!

Her gün Kur!an okunursa Allah’ın, “İflas eden mü’minler” den bahsettiğine şahit olunur. “Vay o namaz kılanların haline” ilahi ikazına muhatap olunur. Ardından, cennet için, ebedi kurtuluş için sadece sevap kazanmanın yetmediği, onları muhafaza edebilmenin de çok önemli olduğu, bunun için ise daha onlarca fırın somun ekmek yemeleri lazım geldiği gerçeği görülür. Sürekli oturmaya alışmış hantal bir bünye için bu gerçek tahammülü çok zor bir gerçektir. Dolayısı hiç okumamak, bildiği ve zannedildiği gibi inanıp gitmek, sonra da bununla ferahlanmak en iyisi olarak düşünülür!

Kur’ an okuduklarında hayatları boyunca her türlü günahı işleyip bir tövbe ile, hele hele bir hac farizası ile analarından doğmuş gibi olmalarının Allah’ın kesin bir vaadi olmadığı, o çetin günde her şeyin tartıya vurulacağı, hardal tanesi kadar günahın bile cezasız kalmayacağı (Allah’ın dilemesi dışında) görülür. Onlar da haliyle her okuduklarında huzurlarını kaçıracak olan bu gerçekleri görmek istemezler. Tövbelerini, yaşlanınca kıldıkları namazlarını ve yaptıkları hac görevlerini hatırlayıp cennetlik olduklarından yüzde yüz emin bir duyguyla, böylece aldatıcı bir iç huzuru içinde yaşayıp gitmeyi yeğlerler.

Kur’ an okurlarsa, “Tebessümün, yumuşak huyun, sabrın, metanetin, güzel sözün mü’minlerin karakteri olduğu gerçeği ve “Güler yüz sadakadır” buyruğu asık ve asabi yüzlerine çarpar; kendilerine sık sık haşin ve Nemrut’a çalan suratlarını anımsatır. Böyle bir aynaya kim bakmak ister ki!

Kur’ an okurlarsa haksızlık karşısındaki ataletlerine ve suskunluklarına, “Sağ duyu” deyip geçiştiremezler. Korkaklıklarına, yılmışlıklarına ve sinmişliklerine de, “Soğukkanlılığın muhafazası” payesi takamazlar! Maazallah o zaman dilsiz şeytan olurlar! Oysa onun gözünde şeytan olsa olsa farklı cemaatteki ya da mezhepteki kişilerdir. En çok da bir cemaatte olmayan, bir mezhebe tabii olmayan kişidir sadece!

Okuyunca görecekleri, “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan…” buyruğu kibirden taşa dönmüş ruhlarının tadını kaçırır. Okumayarak bu hallerinin dinin azametiyle alakalı ve günahkarlara verilen ve temelde İslami şuura dayanan Salih bir tepki biçimi gibi algılayıp gitmeyi yeğlerler. Nefislerinin telkin ettiklerini seçebilmek için Kur’ anın nasihatlerinden uzak kalmayı tercih ederler. 

Kur’ an okurlarsa komşusu açken umarsızca tok yatmaları, sıfırı ile değiştirilen 2010 model arabaları, yardım isteyen birine, “Vallahi yok, olsaydı başım gözüm üstüne” derkenki iki yüzlülükleri ve yalanları huzurlarını kaçırır. 

VELHASILI

Kur’ an okurlarsa ya her gün dedikodu yapamazlar ya da bunu aynı ağız tadıyla beceremezler.

Kur’ an okurlarsa altı Paris üstü Mekke bir tarzda giyinemezler! 

Kur’ an okurlarsa İslam’ın baş kapatma veya bir cemaate ait olma yahut bir partiye oy vermekle sınırlı olmadığı görülür! İslam’ın esasında “güzel ahlak” olduğu falan anlaşılabilir! Güzel ahlak ise zordur. Özü ile bağı koparılmış, büyük ölçüde içi boşaltılmış birkaç mekanik ibadet ile olup biten bir din işini durduk yere zorlaştırmak, bir bakıma eski köye yeni adet getirmek (hepsini tenzih ederim) kimin hoşuna gider!

Kur’ an okurlarsa şayet zayıflamış bir iman arsası üzerine kurdukları yapay dindarlıklarının getirdiği aşağılık kompleksini “züppe” tavırlarla izale edemezler, cilalanan vicdanları izin vermez buna çünkü!

Kur’ an okurlarsa şöyle ağız tadıyla günah işleyemezler, günahla sevabın kol kola halay çekerek yaşanılıp gitmesindeki deruni çelişki açığa çıkar, böylece keyiflerini kaçırır!

Kur’ an okurlarsa, “Aşağı Nil’in kenarında kaybolan kuzunun” dahi mesuliyeti duyulur, gece alt tarafı bir çift olan göze uyku girmez! Oysa o izlediği “bol aşk sahneli” dizi sonrası bir kase yoğurt yiyip uzanıp uyumazsa yapamaz!

Kur’ an okurlarsa iş yerinde, PC başında oyun oynarken keyfice, “Bugün git yarın gel” diyemez mesela vatandaşlara! 

Kur’ an okurlarsa ruhu bırakıp cesetle uğraşamazlar, kıt kaynaklarını içi boş olacağını bile bile her köşeye cami yapmakla harcayamazlar! Maazallah imani ve dini kitaplar almak ve dağıtmak gibi daha hayırlı işlere sarf etmek zorunda kalabilirler ki bu onların, elinde oyuncağa döndükleri nefislerinin hiç hoşuna gitmez! Nefis ya kolay kolay hayır yaptırmaz yahut da doğru yere yaptırmaz! Çoğunu bu iki tuzaktan birine mutlaka düşürür!

Böylece Kur’ an okurlarsa birleştirici, cem edici demek olan camileri Müslümanları bir mahalle içinde bile ikiye, üçe bölen yerler haline getiremezler!

Hem Kur’ an okurlarsa şayet duydukları her kem söze, “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz” diyerek inanamazlar. 

“Bir fasık haber getirince iyice araştırın... ve “Kardeşinizin ayıbını örtün” mealindeki ayetlere uymak zorunda da kalabilirler. Bu ise başkasının aleniyet kazanmış ayıbına bakıp içlerinde sakladıkları daha büyük  kirleri temize çıkarmaya alışmış olan ham ruhlarının işine gelmez!

O sebeple çoğu dindar kişi direkt Kur'an kaynağıyla değil; araya girmiş ve kendileri tarafından seçilmiş kişi ve kitaplarla muhatap olmayı yeğler!

 

İNİSİYATİF KULLANMA PSİKOLOJİSİ

İnsan egosu çok güçlü olan bir varlıktır. O yaptığı her işte bu yönünü baz alan bir dizi eğilimler ve yaklaşımlar içersine girer. Egoyu önemsemek ve bu yönde bir eğilim ve yaklaşım içersine girmek bazen bilinçli ama çoğu zaman bilinç dışı bir şekilde olur. Egosu yok ya da çok zayıf dediğimiz nice kişide bile bu yapının belli oranlarda etkisi vardır. Sadece bu yapı kendisini biraz örtük olarak ve daha farklı kanallardan ifade etmektedir.

Ego temelde algılanan bir eksiklikten beslenir.  Eksikliğin derinliği ve önemi nispetinde ego güçlenir. Bu yönü itibariyle ego aslında bir savunucu tutum biçimidir.

Egonun en bariz göstergesi daha ziyade halk arasında “kasılma” şeklinde ifade edilen, sıcaklıktan ve samimiyetten uzak olan yüz, jest ve mimik hareketlerdir. Egonun pek bilinmeyen diğer çok önemli bir göstergesi ise inisiyatif kullanma eğilimindeki abartılı artıştır.

İNİSİYATİF KULLANMA EĞİLİMİ

İşi bir kaşeyi alıp önündeki kağıda basmak olan bir memur yaptığı işi bir süre sonra basit olarak görebilir. Bu basit görme eğilimini çevredeki kişilerin muhtelif yaklaşımları da besleyebilir. Böylece derinleşen eksiklik ve değersizlik duygusu egoyu besleyebilir, beslenerek güçlenen ego ise inisiyatif kullanarak telafi etme savunucu yaklaşımına neden olabilir. Bu sebeple basit bir kaşe basma işini bile geciktirme, kişileri tersleme, kağıdı lüzumundan fazla inceleme gibi yollarla ifadesini bulan inisiyatif kullanma arayışlarına sevk edebilir.

Belli meslekler haddi zatında sadece bir meslek oldukları halde o kadar öne çıkar ki o mesleğin sahiplerinin meslek dışı yanlarını ve yönlerini ihmal etmelerine neden olabilir. Sözgelimi her yerde işini tek bir doktorluk etiketiyle bile kolayca halledebilen, sırf bu tek bir etiketle bile kabul ve ilgi görebilen bir doktor kişiliğini muhtelif yönlerden zenginleştirme gereğini fazla duymayabilir. Çünkü buna gerek görmeyebilir. Ancak kişi bunun bir eksiklik olduğunu, dolayısı ile birçok alanda, pek çok açıdan kendisine sorun yarattığını kısa sürede fark eder. Bu fark edişin oluşturduğu eksiklik duygusu egoyu beslemeye, ego yoluyla dış dünyaya karşı bir bariyer oluşturma arayışına sevke edebilir. Sonuç itibariyle daha çok böylesi bir mekanizma ile gelişen ego, kurduğu bu bariyerleri sürekli ayakta ve dik tutma adına özellikle inisiyatif kullanma şeklinde görülen bir savunucu tepkilere yol açabilir.

MESLEKLER VE İNİSİYATİF KULLANMA

Meslekler inisiyatif kullanma araçları değildir. Dolayısı ile de meslek mensupları aslında sadece yapılan işin sadık uygulayıcıları yahut aktarıcıları olmalıdırlar. Ancak pratikteki gerçekler hiç de böyle değildir. Sadece mesleğinden ibaret olmayan, ancak meslek dışı yanlarını ve yönlerini zenginleştirmedikleri için sadece mesleki unvanlarıyla var olmaya / varlık göstermeye çalışan kişiler işlerinin sıradan ve basit rutinlerini yaparken bir süre sonra içine düştükleri değersizlik duygusundan işin içine bir yığın inisiyatif katarak çıkmaya çalışırlar. Şimdi bu eğilimin hangi meslek mensuplarına nasıl yansıdığını ele almaya çalışalım.

Din görevlileri

İmamlar ve din adamları denilen kişiler aslında ilahi kaynaktan gelen mesajları halka aktaran kişilerdir. İşlevleri esasında bu kaynaktan aldıklarını kaynağa bağlı kalarak halka taşımaktır. Ancak bu aktarıcılık meslek algısı çok gelişmemiş kişilerde değerli olma duygusunu beslemeye yetmez. Böylece kişiler dini bir meselede bile çok az dini argüman kullanırlar ama daha çok kişisellik kokan sözler etmeye başlarlar. Örneğin dini açıdan yardım etmenin öneminden bahsederler ancak bu meseleyi dini ayet, hadis ve kıssa ağırlıklı olarak kaynaktan aktarmak suretiyle değil; kendi ifadelerinin ön planda olduğu, adeta bu konuda yazdıkları bir kompozisyonu okurcasına ele alırlar. Konu hakkındaki detaylı bilgileri değil de kendi sözlerini, şikayet, eleştiri, öneri veya tespitlerini öne çıkaran bu anlayış bahsini ettiğim inisiyatif kullanma eğiliminin bir ürünüdür.

Bilim adamları

Televizyonda görürüz, konunun uzmanı sıfatıyla ekranlara çıkan kişiler gündemdeki konuları bilimin nesnel ilkeleri çerçevesinde değil; kendi öznel görüşleri ağırlıklı olarak ele alırlar. Mesela Suriye’nin askeri gücünü konuşurken ortaya bu konuda uzman olduklarını da teyit edecek nitelikte ve yeterince nesnel veriler ortaya koymaz, en fazla herkesin bildiği kadar bilgiyle analizler yaparlar. İlgili konudaki tüm verileri tek tek ortaya dökmek kendilerini basit bir taşıyıcı – aktarıcı gibi görmelerine yol açar, bu ise ego için çok doyurucu bulunmaz.

“Bana göre, kanaatimce, kişisel düşünceme göre…” diyerek konuyu kişisel görüş ağırlıklı olarak ele aldıklarını açık açık ortaya koyarlar. Oysa bu “uzman” sıfatı taşıyan kişilerden beklenen doğru veya yanlış olabilen kendi kişisel görüşlerini aktarmaları değil; ilgili konuda bilimin dediklerini ifade etmeleridir. Hem bilimin ne dediği ortaya konulsa aynı konuda birçok farklı tespit de ortaya çıkmayacaktır. Ancak her konuda bilimsel bir yaklaşım sergilemek ciddi bir birikim, bu da yoğun bir emek gerektirir. Kişisel görüşleri bilim kılıfı altında ileri sürmek ise fazla bilgi - birikim gerektirmediği için daha kolaydır.  Çünkü bunun için biraz düşünmek, düşünülenleri de etkili ve alengirli bazı söz ve cümlelerle ele almak çoğu zaman yeterli olur.

Yönetici

Bahsini ettiğim ego odaklı zaafı ve bu zaaftan kaynaklanan eğilimi olan yöneticiler her şeyin yasa ve yönetmeliklerle tanımlandığı bir işleyişten fazla haz etmezler. Çünkü böylesi bir yapıda inisiyatif kullanamazlar. O sebeple en açık ve net olması gereken konularda bile her zaman için farklı algılamalar ve uygulamalar doğar. En ilginci de böylesi konularda hukuk ve mahkemeler dahi çoğu zaman birbiriyle çelişen kararlar verebilir. Çünkü yasalar da inisiyatif kullanmayı mümkün kılacak boşluklarla doludur.

Sıradan vatandaşlar

Sıradan denilen (ki esasında herkes sıradandır), fazla yetkisi bulunmayan vatandaşlar bile sıklıkla inisiyatif kullanma eğiliminde olur. Mesela en basitinden verilen selamı almamak, “Verilen selamın alınması gerekir” toplumsal kuralına karşı inisiyatif kullanmaktır. Terslemek iyi davranma insani görevine, reddetmek kabul etme yerleşik toplumsal anlayışına karşı inisiyatif kullanmaktır. Çocuk asi davranarak, kadın sıradan bir akşam yemeğini geciktirerek, koca hiç  bir mantığı olmadığı halde eşine izin vermeyerek inisiyatif kullanır.

SEÇMELER

"HİÇ" OLMAK

 

Nasrettin Hoca'ya sormuşlar:

"Kimsin?"

"Hiç" demiş Hoca, "Hiç kimseyim."

Dudak büküp önemsemediklerini görünce, sormuş Hoca:

"Sen kimsin?"

"Mutasarrıf" demiş adam kabara kabara.

"Sonra ne olacaksın?" diye sormuş Nasrettin Hoca.

"Herhalde vali olurum" diye cevaplamış adam.

"Daha sonra?" diye üstelemiş Hoca.

"Vezir" demiş adam.

"Daha daha sonra ne olacaksın?"

"Bir ihtimal sadrazam olabilirim."

"Peki, ondan sonra?"

 

Artık makam kalmadığı için adam boynunu büküp son makamını söylemiş:

"Hiç."

"Daha niye kabarıyorsun be adam. Ben şimdiden senin yıllar sonra gelebileceğin makamdayım:

"Hiçlik makamında!"

FIKRA

 

Deliler hastanesindeki deliler bir gün hep birlikte zıplıyorlarmış. Doktor; "Hayırdır, niye zıplıyorsunuz" diye sormuş. 

Deliler, "Biz mısır patlağıyız" diye cevap vermiş. 

Doktor az ileride bir delinin sırtüstü yattığını görmüş, yanına yaklaşarak, 

"Sen de mi mısır patlağısın" demiş. 

Deli, "evet" diye yanıtlamış. 

Doktor, "Peki o zaman sen neden zıplamıyorsun? 

Deli, "Ben tencereye yapıştım"

 

Kim deli kim değil, varın siz karar verin!

PROF. ÜSTÜN DÖKMEN'DEN

Birbirimize saygili olma konusunda 3 tip temel hatamiz var...

Avrupa'da yasayan vatandasimiz, orada yerlere çöp atmiyor ama Kapikule'den girer girmez yerlere tükürmeye, çöp atmaya basliyor. Niye burada böyle yapiyorsun diye soruldugunda, herkes böyle yapiyor diyor. Kendi fikri olmayan insanin duruma göre hareket etmesidir bu.

Ikinci hatamiz, adama göre davranmamiz. Karsimizdaki adam iri yariysa, 'Buyur Abi', diyoruz, ufak tefekse, 'Ne var lan!' diyoruz. Oysa ki, insanlarin onuru birbirine esittir.

Üçüncü hata, keyfimize göre davranmak. Keyfimiz yerindeyse eve girerken 'Merhaba millet' diyoruz, degilse surat asiyoruz. Oysa keyfimiz yerinde olsun olmasin insanlara saygili davranmak zorundayiz.

Diyorum ki, yerdeki ekmege saygili olma konusunda ülkemde mutabakat var, kimse basamaz, ayagiyla dürtüklemez ya da öper, koyar bir kenara.

Ekmek nimettir kabul, peki insan nimet degil mi?

KIZILDERİLİ ATASÖZÜ

 

Bildiklerini anlat, ama akıl vermeye kalkma;

Anlatılanları iyi dinle, ama hepsini doğru sanma;

Sessiz kalmak bir şey bilmediğin anlamına gelmez;

Çok konuşmakta çok şey bildiğini göstermez;

Herkesi kendine eşit gör, her kim olursa olsun

bir insanı küçümsemek akılsızlık,

Çok büyük görmekte korkaklıktır.

Cesaret akıldan gelirse cesarettir,

Bilgisizlikten gelirse cehalettir...

 

TERZİ VE SÜREKLİ ÖLÇMEK

Adamın birine sormuşlar: "Bu dünyada en çok kimi seviyorsun" diye.

Adam, "terzimi" diye cevap vermiş.

Soran kişi şaşırmış tabiki. "Terzi mi? Bu dünyada sevilecek başka kimse bulamadın mı da terzini sevdin. Alemsin" demiş.

Adam şöyle mana dolu bir bakışla cevap vermiş:

"Bu dünyada herkes herkesi bir kere ölçüyor, sonra da hep ona göre davranıyor. Oysa terzim beni her gittiğimde sürekli yeniden ölçer."

EFLATUN'A SORMUŞLAR

 

Eflatun'a iki soru sormuşlar; 

Birincisi, İnsanoğlunun sizi en çok şaşırtan iki davranışı nedir ?

 

 

Ef...latun tek tek sıralamış, ?Çocukluktan sıkılırlar ve büyümek için acele ederler 

?Ne var ki çocukluklarını özlerler 

?Para kazanmak için sağlıklarını yitirirler. 

?Ama sağlıklarını geri almak için de para öderler. 

?Yarınlarından endişe ederken bugünü unuturlar. 

?Sonuçta, ne bugünü, ne de yarını yaşarlar. 

?Hiç ölmeyecek gibi yaparlar. 

?Ancak hiç yaşamamış gibi ölürler.

 

 

Sıra gelmiş ikinci soruya; -"Peki sen ne öneriyorsun?" 

Bilge yine sıralamış, 

?Kimseye kendinizi "sevdirmeye" kalkmayın ! 

?Yapılması gereken tek şey, sadece kendinizi "sevilmeye" bırakmaktır. 

?Önemli olan; hayatta,"en çok şey'e sahip olmak" değil,"en az şey"e ihtiyaç duymaktır.

 

MEVLANA

 

Sen verdikçe, dost görünen çok olur

İste de gör hepsi birden yok olur

Sen kendi kendine yetmeyi öğren

Tüm dünyanin malina gönlün tok olur.

(Hz. Mevlana)

 

"Sesini değil, sözünü yükselt. Yağmurlardır yaprakları büyüten, gök gürültüleri değil." (Hz.Mevlâna)

 

OTURAN BOĞA'NIN SÖZLERİ

.

• Ağlamaktan korkma. Zihindeki ıstırap veren düşünceler gözyaşı ile temizlenir. 

• Arkamdan yürüme, ...ben öncün olmayabilirim. Önümde yürüme takipçin olmayabilirim. Yanımda yürü böylece ikimiz de eşit oluruz. 

• Bir düşman çok, yüz dost azdır. 

• Düşmanımı cesur ve kuvvetli yap. Eğer onu yenersem utanç duymamayım. 

• Derinin rengi insanları farklı kılmaz. İyi iyidir, kötü kötüdür. Büyük yaratıcı hepimizi kardeş olarak yaratmıştır. 

• Su gibi olmalıyız. Her şeyden aşağıda ama kayadan bile kuvvetli. .Yeryüzüne iyi muamele et. O babanızın malı değil, onu çocuklarınızdan ödünç aldınız. 

• Komşunun hakkında hüküm vermeden önce iki ay onun makosenleriyle yürü. 

• Ölüler güç ve bilgilerini beraberinde götürmez, yaşayanlara ilave eder. 

• Bir kere 'al şunu' demek, iki kere 'ben vereceğim' demekten iyidir. 

• Gözün ile değil yüreğin ile hüküm ver. 

• Kehanet, muhtemel bir olayı kesin bir bakış ile görmekten başka bir şey değildir. Hava ya bulutlu olacaktır ya da güneş açacaktır. 

• Eğer herkes bir başkası için bir şey yaparsa dünyada ihtiyaç içinde kimse kalmaz. 

• Yanlışı gören ve önlemek için eli uzatmayan, yanlışı yapan kadar suçludur. 

• Şeytan hakkında konuşmayın. Gençlerin kalbinde merak uyandırır. • Senin vicdanını senden başkası temsil edemez. 

• İnsanlar tabiattan uzaklaştıkça kalbi katılaşır. İnsanın gözleri öyle kelimelerle konuşur ki dil onları telaffuz edemez. 

• Verdikleri sözün sadece birini tuttu çatal dilli soluk yüzlüler; topraklarınızı alacağız dediler ve aldılar. 

• Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde, beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.

 

KUYUYA DÜŞEN EŞEĞİN VERDİĞİ DERS

Zamanın birinde bir eşek derin bir kuyuya düşer. Sahibi çok üzgün bir vaziyette saatlerce uğraşır. Lakin emektar eşeğini çıkarmayı başaramaz. Sonunda eşeğin adeta bir ağlamayı andıran seslerine dayanamaz ve "en iyisi mi üzerine toprak atıp kuyuyu kapatayım da daha çok acı çekmeden ölsün bari" diye düşünür. Alır eline küreği ve hızla koyulur işe. Kuyuya toprak attıkça eşeğin sesinin daha da yaklaştığını hisseder. Şaşırır. Saatler sonra bakar ki eşek kuyunun ağzıyla aynı hizadadır. Yaşlı adamın şaşkın bakışları arasında eşek son bir adım daha atar ve çıkar gider. Adam bu duruma bir türlü akıl erdiremez. Bu nasıl olmuştu? Oysa sahibi üzerine toprak attıkça eşek şöyle bir silkeleniyor, böylece toprağı altına alıyor ve üzerine basarak da adım adım yükseliyordu. Yani üzerine çabucak ölsün diye atılan kumu yükselmek için adeta merdiven basamağı gibi kullanıyordu.

Acaba bizler de üzerimize serpilen dert ve sıkıntı kumundan şöyle bir silkelenebilir, sonra da bunları altımıza alıp bir merdiven basamağı gibi değerlendirebilir miyiz? Kim bilir, belki de yapabiliriz! Öyle ya, bir eşek oğlu eşek bunu yapmışsa insan evladı olan bizler neden yapamayalım ki!

Not: Bu yazı, internet ortamından derlenerek hazırlanmıştır.

4 RAKAMININ GİZEMİ: PARAPSİKOLOJİK BİR KEŞİF

29/06/2012

Bugüne dek 19 başta olmak üzere 7, 13, 41 gibi birçok rakamın sayılar içindeki özel yeri üzerinde çokça duruldu. Ancak 4 sayısı da oldukça dikkat çekici olmasına karşın nedense hep atlandı. Bugün sabah birden aklıma düştü, bu sayının birazdan sizin de takdir edeceğiniz gizemini keşfettim. Evet, büyük ya da küçük, önemli yahut değil... Ama bu bir keşif! Çünkü ilk kez ortaya koyuluyor. (teyit etme gereksinimi duyanlar "daha önce bu sayıya dünyada hiç değinilmiş mi" diye Google'dan bakabilirler). Sonra da -paylaşmak hastalık haline gelmiş olmalı ki- oturdum yazmaya, bu esrarengiz sayı ile ilgili olarak aklıma gelenleri sizlerle paylaşmaya karar verdim.

Bir masanın ya da arabanın dört teker üzerinde durması gibi dünya da galiba dört rakamı üzerinde dönüyor.

DİNLER

 

Mesela dünya üzerinde dört büyük din vardır:

İslamiyet, Hristiyanlık, Yahudilik ve Budizm

 

 

Yeryüzünde kitap verilmiş dört büyük peygamber vardır:

Hz. Muhammed, Hz. İsa, Hz. Musa ve Hz. Davut

 

 

Dört tane büyük kitap vardır:

İncil, Tevrat, Zebur, Kur'an

 

 

Hristiyanlıkta dört adet İncil vardır:

Matta, Markos, Luka ve Yuhanna

 

 

Yine aynı dinin içinde dört tane mezhep vardır:

Katoliklik, Protestanlık, Ortodoksluk ve Evanjelizm

 

 

İslam dinine geçelim. 4 büyük melek vardır:

Azrail, Cebrail, Mikail ve İsrafil

 

 

4 büyük halife vardır yine:

Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali

 

 

İslamiyette ayrıca dört hak mezhep vardır:

Hanefilik, Hambelilik, Malikilik ve Şafilik

 

 

Namazın dört aşaması vardır:

Kıyam (ayakta durmak), rüku (öne eğilmek), secde ve tahiyyat

 

 

İslam dinine göre yaşamın dört aşaması var:

Dünya hayatı, kabir hayatı, haşr süreci ve ahiret alemi

 

 

İslam dinine göre tarihte helak olmuş dört kavim vardır:

Lut, Nuh, Ad ve Semud kavimleri

 

 

4 temel ibadet mevcuttur:

Namaz, oruç, zekat ve hac

 

DEVLETLER

 

Osmanlı başta olmak üzere büyük imparatorlukların ve devletlerin genellikle dört önemli aşaması vardır:

Kuruluş, Yükselme, Gerileme ve Çöküş.

 

İNSAN

 

İnsanın dört evresi vardır:

Doğma, büyüme / gelişme, yaşlanma ve ölüm

 

MADDE VE ZAMAN

 

Maddenin aslı dörttür:

Ateş, toprak, hava ve su. (Cem Yılmaz bunlara bir de “tahta”yı ekliyor gerçi)

 

 

Gizemli Piramitlerin en önemlileri de dört tanedir:

Keops, Kefren, Mikorinos ve Coser Sakarada

 

 

Zaman dört aşamadır:

Geçmiş zaman, şimdiki zaman, gelecek zaman ve geniş zaman

 

 

Vakit de dörttür:

Sabah, öğle, akşam ve gece

 

Ayrıca bir ayda dört hafta vardır.

CANLILAR

 

Canlılar da dörde ayrılır:

İnsanlar, hayvanlar, bitkiler ve hayvansı bitkiler.

 

 

Dört hayvan türü mevcuttur:

Denizde yaşayanlar başta olmak üzere sürüngenler, memeliler ve havada uçanlar şeklinde…

 

 

Hayvanların büyük bir bölümünün toplam dört ayağı vardır:

iki ön, iki de arka olmak üzere.

 

GIDA

 

Gıdada dört çeşit besin değeri vardır:

Vitaminler, proteinler, karbon hidratlar ve mineraller

 

YÖN

 

Dört adet yön mevcuttur:

Kuzey, güney, doğu ve batı

 

 

Yine yönümüzü;

İleri, geri, sağa ve sola diye dört şekilde tarif ederiz.

 

VASITA

 

Arabaların ne üç, ne beş, ne de on; tam dört tekeri vardır:

İkisi önde, ikisi arkada.

 

YERLEŞİM

 

Dört çeşit yerleşim yeri vardır:

Köy / mezra, Kasaba, İlçe ve İl

 

MÜZİK

 

Ülkemizde 4 temel müzik türü vardır:

Hafif müzik, Türk Halk Müziği, Türk Sanat Müziği, Arbesk/ Fantezi (diğerleri büyük ölçüde bunların değişik versiyonlarıdır)

 

MEVSİMLER

 

Mevsimler de dörttür:

İlkbahar, yaz, sonbahar, kış…

 

KITA

 

Kıta sayısı da aslında dörttür:

Amerika kıtası, Afrika, Avrupa ve Asyayı içine alan Avrasya ve Antartika

 

DÜNYA

 

Yeryüzündeki kara parçası dört tip arazi yapısına sahiptir:

Vadi, ova, dağ ve dağ – ova karışımı bir yapıya sahip olan engebeli araziler

 

YAĞIŞ

 

Dört adet yağış türü vardır:

Yağmur, kar, dolu ve kırağı

 

GÖKYÜZÜ

 

Başımızı göğe çevirince de dört adet yıldız görürüz:

İçinde olduğumuz dünya, ay, güneş ve diğer yıldızlar

 

SAĞLIK

 

Dört temel sağlık hizmeti vardır:

Koruyucu, tedavi edici, rehabilitasyon ve eğitim

 

 

Dört temel hastalık yapıcı organizma vardır:

Mikrop, bakteri, virüs ve mantarlar

 

SPOR

 

Dört büyük futbol takımımız vardır:

GS, FB, BJK, ve Trabzonspor

 

 

Dört temel takım sporu mevcutturr:

Futbol, basketbol, voleybol ve hentbol

 

 

Futbol da tıpkı dünyamız gibi dört esas / mevki üzerine kuruludur:

Kaleci, defans, orta saha ve ileri mevki yani ofans

 

YÖNETİM

 

Dört adet temel yönetim şekli mevcuttur:

Monarşi, Oligarşi, Teokrasi, Cumhuriyet…

 

Çağdaş parlamenter rejimlerde hükümetin / yönetimin de dört ayağı vardır. Cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar ve milletvekileri

ORDU

 

Ordular da dört temel birim üzerine kuruludur:

Hava, kara, deniz ve jandarma birlikleri şeklinde.

 

ÇAĞ

 

Çağ da dörde ayrılır:

İlkçağ, ortaçağ, yeniçağ ve yakınçağ

 

ULAŞIM

 

Temel ulaşım araçları da dörttür:

Uçaklar, karadaki taşıtlar, metro / tren ve denizlerdeki gemi ve vapurlar

 

ENGELLİLİK

 

Dört adet engel türü vardır:

Zihinsel engel, bedensel engel, işitme engeli ve görme engelliliği

 

İNSAN

 

Bilime göre insanın dört temel gereksinimi mevcuttur:

Yeme - içme, cinsellik - üreme, barınma ve güvenlik

 

 

İnsanın bütün hareketleri dört evreden oluşur:

Yatma, oturma, ayakta durma ve yürüme / koşma

 

ÇOCUK

 

Çocuğun da dört evresi vardır:

Hareketsizlik yani durağanlık evresi, emekleme evresi, ayağa kalkıp yürüme evresi ve koşma evresi

 

TARİH - SAVAŞ

 

Tarihte genel olarak dört temel savaş aleti mevcuttu:

Kılıç, ok ve yay, uzun mızrak ve bir savunma aleti olan kalkan

 

 

Günümüzde dört temel savaş aleti vardır:

Kısa namlulu olan tabancalar, uzun namlulu ve otomatik tüfekler, birçok türü bulunan bombalar ve roket ya da füzeler

 

EĞİTİM

İlkokul 5, ortaokul ve lise 3 yıl uygulaması değişti, adeta bu fizik ötesi kurala dayanamadı. Şimdilerde ilkokul 4, orta okul 4, lise 4 yıl oldu. Üniversite eğitimi de bazı istisnaları dışında 4 yıl.

İnsanın keyifli hali bile "dört köşe" diyerek dört sayısı ile tarif edilir.

SONUÇ

Esrarlı 4 rakamıyla ilgili olarak benim bugün sabah birden aklıma düşmesi neticesinde girdiğim yaklaşık bir saatlik düşünme süreci sonunda bulabildiklerim bunlar.

Şimdi sıra sizde: Ya bütün bunların ve çok daha fazlasının tamamen kör bir tesadüfün ürünü olduğuna inanın (tabi ki inanabilirseniz şayet!),

Ya da bu dünyaya ve üzerindeki her şeye esrarlı, gizemli, metafizik bir elin ustaca dokunduğunu sezinlemeye çalışın.

Tercih sizin!



KİTAP BİTTİ. BU ÇALIŞMAMDA KUŞKUSUZ Kİ EN DOĞRU SÖZÜ SÖYLEDİĞİMİ İDDİA ETMİYORUM. SADECE BİR BAKIŞ AÇISI SUNUYORUM. ŞÜPHESİZ Kİ EN DOĞRUSUNU ALLAH BİLİR!

İZZET GÜLLÜ
PSİKOLOG / YAZAR
"Sorun dinde değil!
Sorun din algımızda"


TÜRÜ: SANAL KİTAP
ADI: ALGILANAN DİN
YAZAN: İZZET GÜLLÜ
TEMMUZ / 2014

Uyarı: Bu eserin telif hakkı yazarına aittir. Yazarının izni olmadan hiç bir yolla kopyalanamaz, çoğaltılamaz, hiç bir metotla yayınlanamaz, tamamı ya da kısımlar halinde başka ortamlara aktarılamaz.