• https://api.whatsapp.com/send?phone=05521012184
  • https://www.twitter.com/@kifsamer
  • https://www.instagram.com/psikologizzetgullu
  • https://youtube.com/@psikologizzetgullu

Mesleki Cevaplarım

TIP BAYRAMINDA COŞAN VE AYAKTA ALKIŞLANAN BİR HEKİME CEVAP

“Kusuru yüzüne söylenmeyen adam ayıbını hüner sanır” derler.

O sebeple tıp bayramı münasebetiyle Zonguldak’ta ateşli bir tıp öğrencisinin yaptığı konuşmadaki bazı cümleleri (ki doktorları ayakta alkışlatmış bu cümleler) aşağıda tek tek ele alacağım.

Cimle 1: “Hastaları birer müşteri olarak gören, hastalara ‘Benim vergimle senin maaşın ödeniyor’ düşüncesini benimseten anlayış, doktorların yıllarca vermiş olduğu emeğin, gençliğinin baharında sosyallikten uzak geçirmiş olduğu yılların hiçe sayıldığının resmidir. Bu anlayış halkın bize ve mesleğimize karşı olan saygın duruşunu değiştirmiştir”

Cevap: “Hastalara benim vergimle senin maaşın ödeniyor düşüncesini benimseten…” deniyor, dikkat ediniz.

Mantığa bakın! Bu mantık o kadar kendinden emin ve tıp camiasında o denli yaygın ki ayakta alkışlanıyor!

Yani devlet (kastettikleri aslında hükümet) ne yapıp etmeliymiş, halkın bu çağdaş ve bilinçli vatandaş algısına / duruşuna doğru gelişmesini önlemeliymiş.

Yani batının yıllar önce geldiği noktaya biz gelmemeliymişiz. Ki halkın doktorlar karşısındaki eli mahkum tutumları, tıpkı eskisi gibi ezik duruşları, yedikleri fırçaları ve gördükleri ilgisizlikleri dahi sineye çekişleri devam etmeliymiş.

Türkçesi bu!

Evet, halk vergi verse bile yeri geldiğinde siz bizim vergilerimizle iş yapıyorsunuz diyememeliymiş. Sadece vergisini vermeliymiş ama sesini çıkaramamalıymış, hesap soramamalıymış!

Niye?

Hekimler ayrıcalıklı insanlar olarak kalmalıymış! Bu statüko korunmalıymış! Çünkü okurken çok sosyal olamıyorlarmış, zor eğitim alıyorlarmış falan, ondan!

Zorguldak tıpta okumak zor da ODTÜ elektronikte okumak, İTÜ uçak mühendisliğinde okumak, Hacettepe fizikte ders görmek  vs. değil mi?

İkinci ayakta alkışlanan cümleye gelelim:

Cümle 2: “Gençliğin baharında sosyallikten uzak…”

Cevap: Valla tıp okudukları halde gayet sosyal olanaklar yaratan çok fazla tıp öğrencisi vardır. Kaldı ki kimse kimseyi zorla tıp okumaya mecbur etmiş falan da değildir. Bu durumda biz çok zorlandık diyerek her türlü konuda ayrıcalık talep etmek mantıklı bir talep değildir.  Her üniversite öğrencisi az ya da çok zorlanır. Bu üniversite okumanın doğasında vardır! Ancak hiçbir üniversite öğrencisi çocukluktan başlayıp ölene dek çalışan bir inşaat işçisi kadar zorlanmaz!

Cümle 2:Bu anlayış (hükümet politikaları) halkın bize ve mesleğimize karşı olan saygın duruşunu değiştirmiştir

Halkın saygısını değiştiren hükümet değil; en başta bir kısım hekimlerin kendileridir.

Üç kuruşluk eşantiyon için mesleğini ayaklar altına alabilen, bir kalem ve takvim için mesleğini ve etik değerleri tartışmaya açabilen, eşantiyona eyvallah demese de yüksek sesle karşı da çıkmayan, hatta sırf eşantiyon için ilaç yazacak kadar onursuzlaşabilen bir kısım doktorlardır! (Genelini tenzih ediyorum elbette). Ancak insanlar meslek içi yanlışlarla ilgili istisnaları genele teşmil ederek algılar!

Performans sistemi geldi diye anında ameliyatları patlatan, kontrol sürelerini bir anda ayda birden on beş günde bire çeken (ayda aynı hastaya iki kere giriş yapmak için), 600 liraya günde 12 saat çalışan temizlik işçilerinin yanında sürekli ağzından para da para, daha çok paradan başka söz çıkmayan bir kısım hekimlerdir.

Emeği değil de görece olarak biraz fazla ve zor olduğu düşünülen eğitimi kutsayan hekimlerdir!

Sadece biz saygı görelim ama biz kimseye saygı duymayalım zihniyetinde olan,  adamına göre muamele eden, kimine siz diyen kimine ise sen diye yaklaşan, en zavallı ve bitik durumdaki hastaları en çaresiz ve eli mahkum anlarında psikolojik olarak ezen, babasının oğlu gibi sürekli tersleyen, fırsatını buldu mu (eski muayenecilik dönemini hatırlayalım) parası yoksa şayet ölse bile tedavi etmeye yanaşmayan bir kısım hekimlerdir.

Kimse kimsenin saygınlığını azaltamaz. Bunu ancak kişilerin kendileri becerebilir!

SONUÇ

Hem çok para hem çok itibar olmaz. Millet çok para verirse çok hesap sorar!

Bu hesap sorma pozisyonları artarsa saygı aynı oranda azalır!

Hekimler tercihini yapmalıdır.

Eskiden az para çok itibar vardı. Doğrudur!

Şimdi çok para az itibar… Bu da doğrudur!

İkisi bir arada olmaz! Olmuyor işte!

Vatandaş para verirse (maaşın 2 – 3 katı ek ödeme veriyor çünkü)  işini düzgün yap kardeşim der, bu onun en doğal hakkı olur!

Kimse babasının hayrı için iş yapmıyor sonuçta!

ÇOCUKLARINIZLA İLGİLİ BİR ABLA NASIHATINA CEVAP

"Harika bir yazı" deniyor, mutlaka okunması tavsiye ediliyor. Facebookta dolaşıyor bu günlerde.
 
Ben mi harikanın ne olduğunu anlayamaz hale geldim yoksa milletin harika algısı mı bozulmuş, anlayamıyorum. 
 
Bu kadar sığ, şunu şunu yapın diyen ama esas mesele olan bunun nasıl yapılacağına dair en ufak bir laf etmeyen şeyler nasıl harika olabilir!
 
Üstelik buradaki önerilerin en alası yıllardır okuduğumuz pek çok kitapta, dahası orada - burada, bir biçimde karşımıza hem de fazlasıyla çıkmadı mı hiç!
 
Bu yazı onların son derece basit bir tekrarı değil mi!
 
Yoksa bu bana mı böyle geliyor?
 
Bu "harika" algısı çok az okuyanların abartılı etkilenmesi meselesi mi ya da?  
 
İşte o yazı ve bazı yerlerine paragraf içinde -turuncu yazı rengi ile verdiğim cevaplar:

Hayat Bir Çocuğa Nasıl Anlatılmalı? (Aylin Kotil)

"Arkadaşımın kızı bir yaşına gelmişti, 'Sen eğitimcisin, neler öğretmem gerekiyor, bazen kendimi çok çaresiz hissediyorum' dedi. Sorusu kolaydı ama yanıtı zordu, akıl vermesi basitti ama uygulaması karmaşıktı, anlatmaya başladım:

Annelik uzun zaman alan ve günün yirmi dört saati devam eden adı 'insan yetiştirmek' olan bir iş. Bir kere bilmelisin ki, zaman alacak. Neye zaman harcarsan onun karşılığını alırsın. İşine zaman harcarsan işinden, eşine zaman harcarsan eşinden, çocuğuna zaman ayırırsan da ondan karşılığını alırsın. Yapabiliyorsan gözyaşlarını tutmamasını öğret, acı çekmeden olgunlaşamayacağını...

Kıskanmamayı öğret ona, arkadaşının başarısından mutlu olmayı, birlikte sevinçleri paylaşmayı, içinden 'neden ben değil de o?' demeden...

Kazanmaktan mutluluk duyup içine sindirmeyi, ama aynı zamanda kaybetmeyi öğrenmesini. Çünkü bir adım sonrasında görünüşte galip olanları gösterecek hayat ona. Her şeyin bir sonu olduğunu öğret. Sahip olduğu bütün değerlerin bir gün keyif vermeyebileceğini, kazanılan ve harcananın bir sonu olduğunu.

Gidilen yerlerin zamanla bıkkınlık verebileceğini, her şeyi tüketebileceğini, tüketemeyeceği tek şeyin bilgi olduğunu öğret. 
 
Kitaplardan keyif almasını... (Hayır, kitap keyif işi değildir; kitap okunması gerekli olan, sırf gerekli olduğu için okunması gereken bir hazinedir. Yıllardır bizi boş zamanlarımda kitap okuyorum diye diye kandırmadılar mı! Kitap işini boş zaman aktivitesi gibi algılatarak koymadılar mı en derin uçurumu, kitapla aramıza! Bu tavsiye boş zamanın yoksa okumamakta mazursun demektir; beyin bunu böyle algılar... Buna benzer bir öneri buradaki... "Keyif al" demek keyif alamadığında okuma boşver demekle aynı şeydir. Beyin bu öneriye inanırsa kendisini böyle kodlar. O sebeple her zaman söylüyorum; bu alan ağzı olanın konuştuğu, kaş yapmaya çalışırken nice gözlerin çıktığı çivisi çıkık bir sahaya dönüştü ne yazık ki)

Ders çalışmak istemiyorsa zorlanmamasını (ders çalışmak bir görevdir. Görev bilinciyle çalışılmalıdır. Bu öneri sabah okula gitmek istemediğinde zorlanmamasını... demekla aynı mantıksal tutarlılıktadır. Bir görevi keyfe keder bir haz uygulaması gibi lanse etmek de beyinlerde ders çalışmakla bir duygu durum arasında yalan yanlış bağ kurar; ki bu bizatihi başarıya engel olur) ama okumayı sevmesini öğret ona. Elbet er ya da geç alacaksın biliyorum, ama mümkün olduğunca geç al ona bilgisayarı. Ona kendisi ile kalacağı sakin zamanlar ver, sıkılmayı öğret ona, sıkılıp da kendini yönlendirmeyi bulmasını.

Doğaya götür onu, hayvanlardan korkmaması gerektiğini öğret. Arıların bizi sokmasından çok, nasıl bal yaptığını anlat. Doğanın kendi içindeki gizemini bulmasına yardımcı ol, yağmurdan sonraki toprak kokusundan keyif almasını sağla.

Soğuk kış gecesinde ateş yakmayı öğret, belki büyüdüğünde bir gece sevgilisine ateş yakar ve belki binlerce yıldızın altında birbirlerine sarılırlar, bunu öğretmemiş diğer sevgililerin aksine...

Şartlar çok zor olsa da yalan söylememesi gerektiğini öğret ona. Kazandığı elli milyonun piyangodan çıkan beş yüz milyardan çok daha keyifli olduğunu öğret.Alın terine saygıyı öğret ona.

Aşk acısı çekmenin hiç aşık olmamaktan daha güzel bir duygu olduğunu öğret. (Aşk acısı çekmenin hiç aşık olmamaktan daha iyi olduğunu öğret ona... Ne güzel değil mi! Maşallah! Aşka bakış işi değerler meselesidir. Kişilerin kendi değer algısını başkasına nasihate dönüştürmesi ne acı) Kendi doğruları üzerinden kimsenin onu yargılamasına izin vermemesi gerektiğini öğret,başkalarını da kendi doğruları üzerinden yargılamamayı...

Bunun başkalarını dinlememek olduğunu değil, söylenenleri kendi eleğinden geçirmesi gerektiğini öğret. 

Kendi fikirlerine inanmanın güzelliklerini anlat. (Bu mesajın Türkçesi şu: Fikirlerine inan. Doğru da olsa yanlış da olsa. Senin fikirlerin çünkü onlar. Senin olması yalan ya da yanlış olma olasılığından bile daha önemlidir. Kurcalama. Araştırma. Senin ise kalsın yerinde. Fikri sabit ol. Senin olsun da, varsın yanlış olsun. Fikirlerin senin kaderin olmuş ne önemi var! Senin ya! Sen ona bak! Ne diyebilirim ki) Hayatı sorgulamayı öğret ona...

Bilginin en büyük güç olduğunu öğret.Yapabilirse bunu en büyük fiyata satmasını, ama kalbini ve ruhunu kendisine saklaması gerektiğini öğret. Haklı olduğu konuda sonuna kadar diretmesini öğret ve haklıyken dik durmasını.

Günün birinde yaptıkları değil yapmadıkları için pişmanlık duyabileceğini öğret. ("Pişman olma, her şeyi yap. Yapmadığına pişman olursun"  gizli zehiri enjekte edilmiş burada da. Bunun beyinlerde tamamlanacak kısımları, "Dene, denenmedik bir şey bırakma"dır. Ahhhh ahh! Kreş sahibi kendileri. Çocuk yetiştiriyor)

Basit yaşaması gerektiğini öğret ona, çay içmekten keyif almayı... 
 
'İstemiyorum', 'hayır' demeyi öğret ona, istediğinde ise 'istiyorum' demeyi. (Manası: İstiyorsan istiyorum de. Bunu demen için sırf istemen kafi. İstek tek önemli şeydir. Gerisi hikaye! Canın ne istiyorsa o senin doğrundur, gerisini takma. Mutluluk = istek kodlaması)

Sevdiğinde ise 'seni seviyorum' diyebilmeyi öğret ona. Bir kot pantolon ve tişörtle üniversiteyi bitirmeyi öğret ona. Temiz kokmasını...

Sorgusuz sevmeyi... 
El yazısı ile notlar yazmayı... 
Lafı dolandırmamayı... 
Sevdiklerinin hiçbir zaman çantada keklik olmadığını, dostluğa yatırım yapması gerektiğini, kıymetini bilmeyenlerden uzaklaşmasını öğret ona. 
Müziği sevmesini, sporla barışık yaşamasını.
 
İşlerin hiçbir zaman bitmediğini söyle ona, en yoğun zamanda bile kendine vakit ayırması gerektiğini öğret... 
Ama en çok da kendini sevmesini öğret... 
Kendini sevmezse kimsenin onu sevmeyeceğini... 
Kendine çiçek almazsa kimseden çiçek beklememesi gerektiğini... Kendine özenli yemekler yapıp sofralar kurmazsa kimsenin onun için yemek hazırlamayacağını...

Hayatta her şeyden çok kendisinin önemli olduğunu öğret ona.."

SONUÇ

Sınavlarda olsa 4 yanlış 1 doğruyu götürür en fazla. Telafisi var...

Öğütler, kerameti kendinden menkul abla nasihatları eğer psikolojierinizle veya çocuklarınızla ilgili ise alımlı bir yazının içine serpiştirilmiş olması kurtarmaz vaziyeti; bu alandaki bir kaç yanlış çocuğunuzun ruhunu alır - götürür.

Daha trilyon verseniz bulamazsınız.

Benden söylemesi 

DR. CEM KEÇELİ'YE CEVAP

CİSED başkanı ve aynı zamanda bir gazetede yazar olan Dr. Cem Keçe geçenlerde katıldığı bir tv. programında ilişki esnasında heyecan veriyorsa komşunun bile hayal edilebileceğini söyledi.

Hemen belirteyim:
 
Maazallah kendi komşularından birisi ilişki esnasında bizlerin, başka insanların, hatta belki de sayın uzmanın kendi ailesinden birisini falan da hayal edebilir diye düşünmemiş olmalı. Öyle ya şunlar şunlar hayal edilemez, onlar müstesna diye bir şerh düşmemiş!
Demek boşluğuna denk gelmiş.
 
Bu skandal sadece Müslüman mahallesinde salyangoz satmak olması, ahlakın dibe vurduğunun en tipik göstergesi olması bakımından önemli bir gösterge değil kuşkusuz. 
 
Öyle olsaydı şayet, meseleyi din alimlerine ve koskoca diyanete bırakır, bu cevabı vermekle falan hiç uğraşmazdım!
 
Dr. Unvanlı bu şahıs demek ki en temel psikolojik gerçeklerden bile habersiz. 
 
Asıl vahamet burada! 
 
Oturmuş bir örgütün başkanlığını yapıyor, yüz binlere yol yordam gösteriyor!
Bir doktor bir, bilemediniz iki hastaya zarar verir en fazla; sıra üçüncüsüne gelmeden birileri buna dur diyebilir! Bu tür aklı evvel uzmanlar bir demeçleriyle binlerce kişinin ilişkisini, mutluluğunu, huzurunu zehirleyebiliyor! 
 
O yüzden hep söylüyorum:
 
Anatomi bilmeyen birini sadece sonuca dönük ilaç ve tanı eğitimi vererek doktor yapamazsınız. 
 
Aynı şekilde fakülte düzeyinde psikoloji eğitimi almayan bu tür kişilere danışmanlık yetkisi verirseniz ilkokul çocuğunun bile bildiği klişe önerileri en ala uzmanlık öğüdü sanarak sağa sola empoze etmeye devam eder!
 
Ünlü psikiyatri Profesörü Sayın Nevzat Tarhan'ın da dediği üzere insan ruhuna yaklaşmanın onun bedenine yaklaşmaktan daha az tehlikeli olmadığını bilmeyenlerin yetki verdiği, unvan dağıttığı, uzman seçtiği ve çalıştığı, meslek icra ettiği bir ülkede yaşıyoruz ne acıdır ki.
 
Artık fakülte düzeyinde psikoloji okumadan, dahası psikolog olmadan iki yıllık bir eğitimle uzman psikolog olunabilen bir ülkeyiz.
 
Evet, psikolog olmadan uzman psikolog olunabilen bir ülkeyiz artık.
 
Yakında hastanelerde çalışan bir sürü dr. da aynı şekilde önce yardımcı doçent, sonra adım adım profesör yapılacakmış!
 
Bu ayrı mesele. 
 
Dönelim Dr. Cem Keçeli meselesine.
 
Bu uzman en basit, en temel psikoloji gerçeğini bile bilmiyor maalesef.
 
İşin asıl acı yanı bu!
 
"Cinsellikte fantezi faydalıdır, gerekirse komşunuzu bile hayal edebilirsiniz" diyor. 
 
Bu uzmanı tweetırda 200.000 kişi takip ediyor. 
 
Hayır, böyle başa böyle tarak deyip geçemeyiz.
 
Oturup ciddi ciddi, kara kara düşünmemizi gerektirecek nitelikte bir gerçekle karşı karşıyayız. 
 
Önüne gelenin Kişisel Gelişimci, hipnozcu, NLP'ci yahut dr. adı altında iş gördüğü, en önemlisi de temel psikoloji eğitimi olmadan ona buna akıl verilen, yol yordam gösterilen, pervasızca ve ağızlardan çıkanların sorumluluğunu hissetmeyecek derecede bu işin doğasına aykırı nice ruhlarca ahkam kesilen bu sektör çürümüş! 
 
Niye sorunlar uzman sayısı ile paralel artıyor sanıyorsunuz!
 
Bunu yıllardır yazıyorum! 
 
EY DR. CEM BEY
 
Gerçek partnerle ilişki yaşarken başka partnerle ilgili hayal (fantezi) kurmak bir ilişkide ortak olarak bulunması gereken düşünceleri ve duyguları birbirinden koparır. 
 
Davranış gerçek partnere yönelmiş, düşünce başka partnere yönelik çalışan bir ilişki bir arada ve paralel bir biçimde yürümesi gereken bir süreçte ruhsal bütünlüğü bozar.
 
Bu el işte göz oynaşta durumu zamanla gerçek partnere karşı duyarsızlaşmaya, yaşanılan hazzı başka hayali partnere yüklemeye, böylece gerçek eşten adım adım soğumaya yol açar.
 
Hayal etmek "imgeleme" adında psikolojide zaten duyarsızlaştırma oluşturmak için kullanılır.
 
Duyarsızlığın bir diğer adı hissizleşmektir. Yani sen bilerek veya bilmeyerek eşleri birbirine karşı hissizleştiriyorsun.
 
Üstüne "heyecan için gerekli" diyerek bir duygu türü olan heyecana abartılı önem atfediyor, böylece olası heyecan azalmasına karşı eşleri gereğinden fazla duyarlı hale getiriyorsun! Böylece ayrışmaların tohumunu ekiyorsun sinelere!
 
Anlaşılıyor ki sen bunu bile bilmiyorsun daha! 
 
Aldatmalara fantezi kılığı adı altında çanak tutmanı saymıyorum bile.
 
Bu durumda adının önünde Dr. yazmasını, ulusal bir gazetede yazı kaleme almanı, tweetırda 200.000 küsur kişinin seni takip ediyor görünmesini ben yemiyorum.
 
Yiyenlere afiyet olsun.

PSİKİYATRİST DR. AGAH AYDIN'A CEVAP

Psikiyatrist Agah Aydın diyor ki:

"Yasını tutmadığınız her acı bir biçimde sizden çıkar"

Maşallah, çok doğru söylemiş.

Lakin soruyorum:

Yas tutmaya kim engel oluyor?

Buna engel olan; kriz sonrası depresyon, ayrılık anksiyetesi, travma sonrası stres bozukluğu vs. diyen, sonra da, "Depresyondasın, al şu ilacı iç, hemen rahatla, boşuna üzülme" diyen psikiyatristler değil mi!

Krizin, ayrılığın ve travmanın yasını tutmak kabilinden olan duygusal süreci kim baskılıyor?

Şecaat arz ederken sirkatin söylemek miydi neydi, işte o tam da bu olsa gerek!

Şahsını tenzih ederek söylüyorum:

Sayın doktorumuzu Allah konuşturmuş olmalı!

Bu alandaki teori ile pratik arasındaki uçurumu, en önemlisi de alana hakim olan çarpık zihniyeti görün diye!

Hep söylüyorum:

Psikiyatri ve elindeki yegane "etkisiz silah" olan antidepresanlar olumsuz olaylarla olumsuz duygusal tepkiler arasındaki (olması gereken) doğal etki - tepki ilişkisini bozuyor.

Olumsuz olay olsa bile olumsuz etkilenme olmamalı (çünkü bu hastalık, iyileştirilmeli mantığı) diyerek bu sistemin fıtri çalışma mekanizmasını parçalıyor.

Bu, bir oyuncağın uzaktan kumandası ile sinyal gönderildiği halde tekerlekler dönmemeli diyerek o tekerleğin dönmesini mekanik bir müdahale ile engellemeye çalışmaya benzer ki bu "sinyal var ama dönme yok" pratiği oyuncağı bozar! Bir süre sonra oyuncak sinyal almadan bile tekerleklerin dönebildiği, bazen kendi kendine ışıkları falan yanabilen bozuk bir nesneye dönüşür.

Aynı şekilde bir süre sonra organizma olumsuz bir yaşam olayı söz konusu olmadan bile olumsuz duygusal tepkiler üretir hale gelir.

Çevrenize bakın: Sebepsiz yere sıkıntı çekenler, bir neden yok ama mutsuzum diyenler vs. genelde hep bu popülasyondur.

Dediğim gibi:

Bir elektronik alet bir sefer bozuldu mu artık gerekli gereksiz sinyal verir, durup dururken ses çıkarır, kendi kendine ışığı falan yanar ya, aynen öyle!

Hep söylüyorum:

Göstergeleri yanmayan her makineye bozulmuş muamelesi çeken, elektrik kablosunda bir gevşeklik var mı, fişte bir sorun olabilir mi yahut elektrikler kesik olamaz mı demeyen (bunlara pek bakmayan) modern psikiyatri bizi iyileştirmiyor; hasta ediyor!

İnanmayanlar, ikna olamayanlar yazılarıma baksınlar ve bunları tek tek nasıl ispat ettiğimi gözleriyle görsünler.

PEDAGOJİ DERNEĞİNE CEVAP

TÜRKİYE PEDAGOGLAR DERNEĞİNE CEVAP

Son dönemde popülaritesi hızla artan bir dernek: Türkiye Pedagoji Derneği!

Malum, sürekli bildiri yayınlıyorlar!

Son olarak Yeteneksizsiniz programında Sayın Hülya Avşar'ın 4 yaşındaki şirin bir çocuğu poposundan öpmesini gayet riskli bulmuşlar.

Doktora hediyeye eşantiyon denilen, yasak olan tıbbi reklama da tanıtım kılıfı ile yer açılan böylesi çivisi çıkık bir alandaki bu "ince hassasiyet" ilk bakışta göz yaşartıcı gibi duruyor!
 

PSİKOLOG OLARAK CEVAP

Esasında bu eleştiri ve yayınlanan bildiri o derece abesle iştigaldir ki.

İki temel argüman kullanılmış bu bildiride:

1.Çocuğun cinsel bölgesi sevgi nesnesi olarak kullanılmış.

 2.Çocuğun bu sevgi gösterisinden korkması.

Hemen ikincisinden başlayarak cevap vereyim ve sorayım:

Popo ne zamandan beri cinsel (erojen) bölge oldu? (Sapık içerikli pornografik filmleri baz almazsak tabi)

Popo cinsel bir bölge değildir; boşaltım sisteminin uzantısıdır. Esasında Freudiyyen bakış açısına dayanan sakat bir yaklaşımı mutlak bilimsel gerçek sanmak, dolayısı ile bu bölgeyi erojen bölge olarak kabul etmek büyük sakıncadır ki bu ayrı bir yazının konusu olacak kadar önemlidir.

1. Maddeye yani çocuğun korkması hususuna gelince:

Korku olağan bir duygu türü müdür yoksa patolojik nitelikli bir yaşantı mıdır?
 
Çocuklar uzun çocukluk yılları boyunca hiç korkmazlar mı?

Onlar her yanı korku uyarıcısıyla dolu böylesi bir dünyada cam bir fanusun içinde mi yaşarlar?

Haberlerde veya dizi vb. filmlerdeki korku ve şiddet unsurları Hülya Avşar'ın bir çocuğu sevgiyle, şefkatle poposundan öpmesinden daha az mı sakıncalıdır?
Kaldı ki çocukta en ufak bir korku emaresi gözlenmemiştir.
Çocuk psikolojisini bu denli çıtkırıldım bir yapı gibi lanse etmek, korku duygusuna patolojik bir yaşantı gözüyle yaklaşmak en büyük pedagojik sorun değil midir?
 

Bu sakat algılama için yıllardır psikiyatriyi eleştirirken şimdi bir de pedagoji mi çıktı karşımıza?

BU TUTUMUN EN OLASI NEDENİ

Bu tür afaki ve son derece sığ olan zorlama analizler bizim alanda çok yaygındır. Bu tepkileri saf bilimsel gerçeklerin dışa vurumu olarak değil; maluma aykırı şeyler söyleyerek dikkatleri çekme eğiliminin somut yansıması, piyasada popülarite noktasında biraz gerilerde kalmış bir mesleği kolayca öne çıkarma çabası, en önemlisi de, "Bu iş herkesin bildiği gibi değil, mesele sizin zannettiğiniz kadar basit değil; doğrusunu bilmek için bizim gibi pedagoji uzmanı olmanız gerekir" mesajı taşıyan, yani alanda söz söyleme konusunda yegane otorite sayılma arayışı gibi nedenlere dayanan gayri bilimsel çıkışlar olarak okumak gerekiyor.

VELHASIL

Çocuk ve psikoloji işini aşırı hassas ve kırılgan bir mesele gibi sunan uzmanlar ve meslekler yüzünden sorunların uzman sayısı ile paralel bir şekilde arttığını,

Cezaevinde 20 senedir mahkum olan çocukların bile psikolojilerinin o kadar kolay bozulmadığını,

Dahası, Çin malı oyuncakların bile bu kadar kolay bozulmadığını tekrar hatırlatmak istiyorum.

PEDAGOJİ DERNEĞİNE BİRKAÇ SORU

Türkiye pedagoji derneği adıyla bir dernek kurmuşsunuz! Hayırlı olsun! Ancak bu alanda çıkan çivileri tamir etmeye niyetli bir marangoz olarak bazı sorular sormak durumundayım:

1.Ülkemizde aktif kaç pedagoji bölümü vardır?

2.Ülkemizde unvanını üniversitelerden almış kaç gerçek pedagog vardır?

3.Dernek üyelerinizin kaçı akademik anlamda gerçek pedagog unvanına sahiptir?

4.Çocuk gelişimcilerin ve rehber öğretmenlerin pedagog olarak kendilerini ifade etmesi, sizin de bu çizgide bir anlayış içinde olmanız meslek etiğiyle ne derece bağdaşmaktadır?

5.Bu saydığım meslek erbaplarına "pedagog değilsiniz" diyerek karşı çıkmayan, böylece halkın en azından unvan noktasında aldatılmasına ses çıkarmayan bir derneğin başka konulara karşı çıkması ne derece tutarlı ve inandırıcı olur? 

 

CEZA ÇOCUĞU AŞAĞILAR MI? BİR PEDAGOGA CEVAP


Aynı zamanda bir fakültede ders de veren ünlü bir pedagog twetırda özetle şunları söylüyor:

“…Cezalandırılan çocuğun kişilik kaybı ceza alması ile değil, yetişkinin böylesi bir potansiyele sahip olduğunu bilmesi ile oluşur.

…Kişilik bozuklarının neredeyse tamamına yakını çocukluk döneminde yaşanılan anılardan oluşmaktadır.

…Cezalandırmak çocuğu aşağılamaktır. Aşağılanmışlık hissi kişilik gelişiminin önündeki en büyük engeldir.”



Bu sözler bir pedagoga, yani ünlü bir çocuk eğitimi uzmanına aittir. Bu arada pedagog demek aslında çocuk eğitimcisi demektir; sorun çözmeye namzet klinik bir meslek demek değildir. Tabi ki gerçekte böyledir. Ancak herkesin her şeyi -kendi asli işinden bile- çok daha iyi bildiği ülkemiz pratiğinde öyle değildir.

O yüzden alanla ilgili eğitimsel nitelikli genel bir şeyler söylerken bunların özelde her çocuğa ne derece uyduğu hususu ve teorinin her zaman pratikle örtüşmeyebildiği noktası gözlerden kaçabilmektedir.

Bu bağlamda hemen belirteyim ki yukarıdaki sözlerin içerdiği mesajlar psikoloji biliminin en temel verilerine dahi terstir; yani bilimsel değildir. Ayrıca pratik - klinik gözlem bulgularıyla da çelişmektedir. Söz konusu yöntemin tamamen bilimsel bir yaklaşımla kullanılması halinde adeta sihirli değişimler yaratabildiğini yüzlerce kere gözlemlemiş deneyimli bir hastane psikoloğu - klinisyen olarak söylüyorum bunları.

Kaldı ki her yaklaşımın az veya çok (en azından yüzeysel bakınca) olumsuz gibi gözüken yanları olabilir. Önemli olan asıl hedeflenen etkinin yan etkiden çok daha büyük değişimler yaratabilmesidir. Esas olan saçları döküyor diye bir kanser hastası için hayati öneme sahip olan kemoterapi tedavisini boş ve anlamsız gibi lanse etmemektir. Ancak şunu yüzde yüz emin olarak söylüyorum ki doğru uygulanmış bir ödül - ceza sisteminin en ufak bir sakıncası bulunmamaktadır.

Doğru uygulanmış cezanın bir çok mühim ayrıntısı olmakla birlikte en temel iki yönünden birisi çocuğun kişiliğinin bütününü değil; sadece ilgili davranışı hedef alması ve bu cezanın mahrum bırakmak şeklinde olmasıdır. Kişiliği değil sorunlu davranışı hedef alan ve sadece mahrum bırakmak şeklinde işleyen bir cezanın aşağılayıcı nasıl bir yönü olabilir! Zaten ebeynler çocuklarını bazı şeylerden bir biçimde mahrum bırakmıyorlar mı! Hiç alakası olmadığı halde -olur da aşağılanırlar diye- her dediklerini yapıyorlar mı ya da yapmaları mı gerekiyor! Hatta hiç mahrum bırakmamak psikolojik açıdan doğru bulunmayan bir yaklaşım ve tutum biçimi değil midir!

Hep söylüyorum; bu alan kişisel görüşlerin, şahsi deneyimlerin ve subjektif değer yargılarının kolaylıkla “bilimsel gerçeklermiş gibi” empoze edilebildiği yani çivisi çıkık bir alandır. 

Çünkü bu alan uzmanların ağızlarından çıkan her sözün bilimin kesinleşmiş gerçekleriymiş gibi algılandığı, hele hele bunlar ünlü ve medyatik birilerinin ağzından çıkmış ise daha da kuvvetli bir biçimde hüsnü kabul gördüğü bir sahadır.

BİLİM NE SÖYLER PEKİ

Davranışlarda ödül ve ceza konusu en temel psikoloji kitaplarında, hatta eğitim fakültelerinde okutulan en temel öğrenme psikolojisi ders kitaplarında dahi yer alır. Ceza bir davranışın gerek yapılma olasılığını gerekse yapılış sıklığını azaltır. Öğrenmede ve davranışlarda pekiştirecler, pekiştirme tarifeleri ve sönme gibi en temel psikoloji kavramlarını bilen herkes bu gerçekleri de bilir.

Eğitim arabalardaki gaz, ödül ve ceza da frendir. İkisi birlikte çalışırsa araba yol alır. Ödülsüz - cezasız çocuk yetiştirmek frensiz araba kullanmaya benzer. Araba yolunda gittiği sürece problem olmayabilir. Ancak bu eksiklik durmanız gerektiğinde ölümcül kazalara neden olur. Sorun cezada değil; cezanın ne ve nasıl olduğundadır.

Aslında bu kişilerin ödül ve cezaya karşı olması bu yöntemi manevi eğitime yani fıtri dedikleri sisteme alternatif gibi algılamaları yüzündendir. Oysa ödül - ceza manevi eğitime bir alternatif değildir; bilakis eğitimi destekleyen ve onunla eksik kalan yönleri tamamlayan bir yöntemdir. Ödülsüz ve cezasız bir eğitimin ancak adı eğitim olur lakin sonuçları asla olmaz. Tüm eğitim kurumlarındaki karne gerçeği, iyi not ve kötü not uygulaması eğitimde ödülün ve cezanın ne derece önemli olduğunu gösterir. Karnesiz ve notsuz bir eğitim sistemi okul için ne ise ödülsüz ve cezasız bir çocuk yetiştirme sistemi de aile için odur!

ÖDÜLSÜZ VE CEZASIZ BİR MANEVİ EĞİTİM

Diyelim ki çocuğunuz henüz beş - altı - yedi - sekiz yaşında. Ödül ve cezayi frenk işi görüyor; fıtri olan bu zannederek sadece manevi eğitimi önemsiyorsunuz. Bu arada çocuğunuz yalan söylüyor yahut her istediğini bağırıp çağırarak elde ediyor. Veya ders çalışmıyor ya da televizyon başından bir türlü kalkmak bilmiyor. Ne yapacaksınız bu durumda? Dinen (ve yaşı gereği) haram olmayan bu davranışlar için günah mı diyeceksiniz! Böylece o yaştaki çocukların dinen masum olduklarını bile bile yok mu sayacaksınız! Ya da tövbe diye açık bir kapı bulunduğunu görmezden gelecek, Allah'ın affedebileceği gibi gerçeklere sırt dönecek, ev ortamındaki her olumsuz davranışını ya sevap ya günah kategorosine sokarak - abartarak mı yansıtacaksınız çocuğa! Gerçeği olduğu gibi anlattığınızda, sözgelimi, "Yavrum bu davranış dinen yanlış ama Allah affedebilir" vs. dediğinizde bu dinsel telkin bazlı eğitim çocuğun o anki davranışsal sorunlarında ne kadar tesirli olacaktır! 

En önemlisi de abarttığınızda ve gerçekleri bilerek çarpıttığınızda (ki böyle bir durumda buna kesinlikle mecbur kalacaksınızdır) bu dinen ne kadar uygun bir eğitim olacaktır! Peki daha ufacık yaşta bile bazı davranış hatalarını din adına abartılı bir biçimde kullanmanın ve çocukları sürekli dini nitelikli keskin tehdit sağanağı altında ıslatmanın çocukların bilinç altlarını nasıl bir din ve değerler algısı ile dolduracaktır; bunu hiç düşünüyor muyuz! Kaldı ki sevap ve günah motiflerini kullanmak da bir çeşit ödül - ceza değil midir! Yaş itibariyle dinden henüz muaf / masum olan çocukları reşit hale gelmiş yetişkinleri ilgilendiren yükümlülüklere katı bir yaklaşımla muhatap kılmak onları -en fazla- harçlıktan ya da tv. izlemektem mahrum bırakmak şeklinde olan ödül ve ceza sisteminden nasıl daha fazla pedagojik olabilir!
.
Ödül ve cezasız çocuk büyütmek ebeveynleri ruhen yorar, kızmak, hakaret, dayak türünden daha aşağılayıcı yaklaşımlara mecbur hale getirir. Ruh davranışlarla kalıba girer. Askerlikteki nöbet vb. uygulamalar ruhu davranışlar yoluyla eğitme çalışmasıdır. Davranışları kurallara uyma egzersizleri kalıba sokar. Kuralları işleten ise ödül ve cezadır. Ödül ve cezenın olmadığı yerde kurallardan söz edilemez. Kurallara uymayan her çocuğun içindeki masum duygular zamanla tüm eğilimlerini belirleyen taşkın bir nehre dönüşür. Ayrıca ödül ve ceza olmadığı için kuralsız yetişen çocuklar büyüdüklerinde kural gerektiren her ortama (örneğin sabit bir işe veya evliliğe vb) adapte olamaz, hemen sıkılarak havlu atmayı tercih eder hale gelirler. "Evliliğin gereklerine göre davranmalıyım, bu benim görevim, bu işin kuralı böyle" diyemezler. Evlilikte sabırlı olunması gerektiğini manevi eğitim söyler, ancak bunu içselleştirerek kolaylaştıran ya da eğreti kılarak pratikte imkansız hale getiren ödül ve ceza sistemidir. Bu olmadığında, sadece sabırlı olunması gerektiğini bilmekle sabırlı olabilmek kolay kolay mümkün olmaz.
.
Duygu bazlı değil, kural odaklı bir zihin inşası için gerekli olan kuralları içselleştiren tek şey sağlıklı olarak uygulanmış ödüller ve cezalardır. İçselleştirilen kurallar duygulara takılmadan yaşamayı öğretir. Bu, şiddete yol açan öfke kontrolünün bile en temel adımı, adeta ilk düğmesidir. Aksi ise bizde olduğu üzere duygu bazlı yaşamı yerleştirir, insanları gece - gündüz hisleriyle yatıp kalkan (adeta "duygu manyağı" diyebileceğimiz) takıntılı kişiliklere dönüştürür. (Sözkonusu sakat anlayışı inşa eden diğer güçlü bir neden de kulaktan dolma bilgilerle ve/veya ampirik bulgularla toplumların bilinçaltlarını kurgulayan / zehirleyen (bu konuyu müstakil olarak ele alan bir makalem mevcuttur) NLP, Kişisel Gelişim, Yaşam Koçluğu türü -çoğu- gayr-i bilimsel olan uygulamalar ile en temel mesleki gerçeklerden bile haberi olmayan, fakülteyi -zaten devam zorunluluğu olmayan derslerde- partnerleriyle yahut dostlarıyla cafe içlerinde ya da ağaç altlarında sohbet ederek bitirmiş olduğunu zannettiğim bir kısım meslek elemanlarıdır). Kuralsızlığın kural olduğu bir yerde inşa olan böylesi sakat bir anlayış, "Seviyorum - iyi - yaklaş; soğudum - kötü - uzaklaş" anlayışını besler. Bu anlayış, "Mutluyum - yapıyorum - tamam; canım sıkıldı - olmuyor - eyvallah" şeklinde değişik daha bir sürü kolla hayatımızı kuşatan sinsi bir psikolojik zehirdir.
.
Kurallı çocuk yetiştirmeye en iyi örnek batı, özellikle de Almanya'dır. Bu onların futbol maçlarına bile sirayet etmiştir. 3 - 0 önde de geride de olsalar disiplinli ve kurallı oynamaları hiç değişmez. Maçı baştan sona aynı tempoda götürürler. Çünkü bunu kendi görevleri yani temel kural olarak görürler. Bu anlayış onlarda içselleşmiştir. Biz ise bir anlık heyecanla 2 - 0 öne geçebilir, ancak -düşen duygu yoğunluğu neticesinde- peş peşe gelen 3 golle maçı bir anda kaybedebiliriz. Bu deli gibi seviyorum diyerek kurulan nice evliliklerin en geç bir - iki sene sonra artık nefret ediyorum diye bitirilmesine ne kadar da benziyor değil mi!

SORUN CEZADA DEĞİL, HATALI UYGULANMASINDA

Siz (ilgili pedagogun şahsını tenzih ediyorum, genel söylüyorum) uzman olarak yıllardır onca mesleki uygulama yapar, hatta kitap yazar, seminerler verir lakin cezanın nasıl olması gerektiği meselesine iki kelime ile bile değinmezseniz ortaya çıkacak keyfi ve yalan yanlış ceza uygulamalarına bakmak, sonra da böyle ceza olmaz demek, akabinde de “sırf içinizde uyanan nahoş duyguları baz alarak” cezaya karşı tavır almak zorunda kalırsınız.

Ceza denince hapis ya da kırbaç cezasını algılayan bir kısım uzmanlar lafla peynir gemisi yürütmeye çalışan, böylece çocukla kısa sürede yüz göz haline gelen ebeveynler doğurdu. Bir mesleğe sahip olmak her şeyden önce son derece güçlü bir duyarlılığa ve mesuliyet duygusuna sahip olmayı da gerekli kılar. 

Evet davranışlarda ödülün ve cezanın önemi bilimseldir. Bu ayrıca fıtri bir hakikattir de. Cennet ve cehennem de ödül ve ceza sistemidir çünkü. Allah dahi biz kullarını sonsuz bir ödül olan cennet ile ve yine sonsuz bir ceza olan cehennem telkinleriyle terbiye eder. 

Bu biz aklı olgunlaşmış, değer yargıları çoktan oturmuş, hatta ömrünün en az 20 senesi eğitim yuvalarında geçmiş koca koca insanlarda bile böyle olacak ama “id” dediğimiz temel dürtüleri ve duyguları daha baskın olan çocuklarda olmayacak! Onları sadece eğitmekle terbiye edeceğiz…

Madem genelde eğitim, özelde ise manevi eğitim yeterli geliyor o halde Allah neden -haşa- böyle bir ödül ve ceza sistemi gereği duyuyor! Çünkü “O” kudreti sonsuz söz konusu insan olduğunda manevi de dahil hiçbir eğitimin tek başına yüzde yüz yeterli olmadığını biliyor. 

Eğitim tek başına köpek, fil, at gibi gibi bir kısım hayvanlarda yüzde yüz sonuç verir ancak.

Sayın pedagog, "Çocuğu cezalandırmak…" diyor. Oysa cezada çocuk cezalandırılmaz, davranışı cezalandırılır. 

Buradan rica ediyorum: Lütfen kendi kişisel algılarımızı ve subjektif yargılarımızı bilim diye sunmayalım... Çünkü ağzımızdan keyfice çıkan her cümle bilimsel bir gerçekmiş gibi kabul görüyor (çünkü insanlar ne duyduklarından çok kimin söylediğine önem veriyor) algı inşa ediyor, haliyle de çocuklara ilişkin hayati yaklaşımları kodluyor.

Ödülsüz - cezasız çocuk yetiştirmek frensiz araba kullanmaya benzer. Tekrar ediyorum; sorun cezada değil cezanın ne ve nasıl olduğundadır.

Tekrar ediyorum; ceza denince hapis ya da kırbaç cezasını algılayan uzmanlar lafla peynir gemisi yürütmeye çalışan ebeveynler doğurmuştur.

Uzmanlar her türlü sorunların -bilakis azalması gerekirken- neden uzman sayısı ile paralel arttığı meselesi üzerine durup iyice düşünmelilerdir. Bunun vakti gelmiştir, hatta geçmektedir bile…

Yine sayın aynı pedagog, “His…” diyor. Oysa en temel psikoloji ilkesine göre hisler bir duygu biçimidir; duygular ise çoğu irrasyonel olan duygulardır. Dolayısı ile tek başına gelişime engel olduğunu söylemek bilimsel değil; subjektif ve abartılı bir genellemedir. 

Hepimiz pedagogların vs. hiç olmadığı yerlerde – yörelerde – dönemlerde cezanın ve en ala hislerin potasında adeta bir hamur gibi yoğrularak büyütüldük. Hangimizin hangi yönü patolojik ölçüde geri kaldı. Asıl böyle bir ön kabul insana yapılan hakarettir.

Ödül ve ceza aşağılıyor demek farkında olmadan -haşa- Allah insanı cennet ve cehennemle terbiye ederek aşağılıyor demektir.

Niyetimizin bu olmaması inanç noktasında bizi şirkten yahut küfürden elbette ki korur.

Lakin bilimsel gerçeklermiş gibi sunulan bu tür subjektif öneriler çocuklarımızı ve ebeveynlerinin laf - söz değirmeninde dönüp durmaktan bitap düşen ruhlarını korumuyor ne yazık ki…

"Çocukları bilinçli bir amaçla ve disiplinli bir metotla mahrum bırakmak demek olan ceza değil; markette gezerken canının istediğini alamayan babasının yaşadığı iç parçalayıcı mahcubiyet ve bunu gördükleri halde pizza yiyebilen medeni bir dünya ile karnı tok olarak uyuyabilen bir müslüman toplum yaralar"

İLAÇLARA KARŞI ÇIKANLAR SUÇ İŞLİYOR DİYEN PSİKİYATRİSTLERE SORULAR

1. Psikoterapi malum, psikoloji biliminin bilgi, ilke ve yöntemleri üzerine kurulu bir iletişimsel yaklaşımdır. Peki  fizyolojisiz, anatomisiz hekimlik olmuyor da fakülte düzeyinde psikoloji eğitimi almadan psikoterapi nasıl mümkün olabiliyor? Yasaların bu hakkı hekimlere vermesi bu temel ve nesnel gerçeği değiştiriyor mu?

2. Gerçek bu olduğu halde hasta – asistan, usta – çırak, hastalık ve teşhis odaklı bir kategorik eğitimle yetişmiş bulunan hekimlerin terapi yapması analarının ak sütü gibi helalken 4 yıl katıksız psikoloji okuyan psikologların bu konuda, yani kendi öz alanlarında yetersiz görülmesi etik ve hakkaniyetli bir yaklaşım mıdır?

3. 4 – 5 yılda kazanılamayan bu eğitimin 10 – 15 günlük kısa kurslarla kazandırılması (üstelik de fakülte düzeyinde psikoloji alt yapısı olmadığı halde) nasıl mümkündür? Peki bir psikolog farmakoloji ve DSM kursuna gitse, ilaç mümessillerinden de ilaç ve prospektüs bilgilerini alsa (ki psikologlar bu dersleri fakültede görürler) hekimlik yapabilir mi mesela? Buna karşı çıkarken ki kaygılar terapi konusunda da geçerli olmalı değil midir?

4. “Psikologlar uzman değil ama” diyen psikiyatristler olarak uzman olmayan pratisyen hekimlerin daha riskli bir alanda medikal tanı ve tedavi uygulayabilmesine, hatta en hayati acil servislerde yıllarca hizmet üretebilmesine de karşı çıkıyor musunuz yahut çıktınız mı mesela? “Yok” ise cevabınız, bu tutarsızlığı nasıl izah ediyorsunuz?

5. “Psikolog hekimle çalışmalı” klişenizdeki tutarsızlığı görebiliyor musunuz peki? Bunu görebilmek için hekim olmak da akademisyen olmak da yetmiyor. Bu daha ziyade insaf, vicdan, adalet, kapris, mesleki kıskançlık, mesleki narsizm, etik değerler, bilimsel anlayış gibi vasıfları ilgilendirir. Çünkü psikologların emniyette, orduda, okullarda, cezaevlerinde hekim olmadan işlev görmesine hiç ses çıkarılmıyor! Bu sadece özel  sektöre gelince sorun oluyor nedense! Cidden kaygı toplum sağlığı mı burada?

6. Sözkonusu terapi, danışmanlık olduğunda hekimlerin 6 yıllık tıp eğitimlerinin bir alt yapı oluşturmadığı bir gerçektir. Bu durumda uzman hekimin asıl eğitimi psikologlarınkinden fazla ve farklı mıdır? Değilse ki değildir, bu durumda iki de bir yapılan 10 yıl vurgusu haksız bir demagojiden öte nasıl bir mana ifade eder?

7. Antidepresanların kullanımına mani olanları suç işlemekle itham ediyorsunuz. Bu hastalık ve korku umacılığı nedendir?

8. Tedavi demek sadece antidepresan demek midir! Bu kişilerin (Metin Münir vb.) tedaviye değil, antidepresanla tedaviye karşı çıkması arasındaki farkı görebiliyor musunuz? Oysa ve olsa olsa, tedaviyi engellemek suç olabilir en fazla! Artı kişilerin kendi tedavilerini seçebilme ve gerekirse kesebilme hakları vardır! O zaman kişiler de mi suç işlemiş oluyor, illa ki yardım almadılar diye?

9. Peki yıllarca bu ülkede ruhsal yaklaşımları sadece medikal tedaviye indirgemiş, en az tedavi kadar gerekli olan psikolojik danışmanlığı, terapiyi, desteği, eğitimi  ihmal etmiş; bu uğurda psikologlarla sürekli savaşmış, dışlamış; yani ne kendisi bu hizmetleri vermiş ne de başkalarına müsaade etmiş, doğru tedavi “ilaç artı terapi” olduğu halde sağaltımları senelerce sadece ilaca indirgeyerek eksik bırakmış, böylece iyileşmeyi geciktirmiş (eksik tedavi demek uzayan giden tedaviler demektir), çünkü  kişilerde “iyileşemiyorum, demek ki hiç iyileşemeyecim” düşüncesini pekiştirmiş; bu süreç sonunda hem kişileri daha fazla hasta etmiş hem de yol açtıkları uzayan tedavilerle ülke ekonomisine gereksiz yere yük bindirmiş hekimler de suç işlemiş oluyor mu?

9. Bir devlet hastanesinde çalışmak, uzman sayısı azlığı, fiziki olanaklar, iş yoğunluğu sağlık alanındaki bu vahameti haklı çıkarır mı? Bu yapısal sorunlarla ilgili hangi canhıraş çaba gösterildi? İlgili konuda, ilgili meslek derneği hangi duyarlı gayreti sergiledi?

10. Etik yok edilmek pahasına saklanan, sonra tek tek ortaya çıkan bazı bilimsel araştırma bulgularını yazmak, halkı gizlenen gerçeklerden  haberdar etmek neden tedaviye engel olsun? Halkı bozuk işleyen bir ruhsal yardım sürecinden uzak tutarak korumak en büyük ruhsal yardım değil midir? Bu durumda bir kısım cesur ve duyarlı köşe yazarları bu topluma, ruh sağlığı konusunda, sizden çok daha fazla koruyucu bir hizmet vermiş olmuyorlar mı? Yoksa burada halkı gerçeklerden uzak tutmak kaygısı ve çabası mı vardır?

PROF. DR. SAYIN NEVZAT TARHAN'A CEVAP

Prof. Dr. Nevzat Tarhan diyor ki

“Duygularımızın beynimizde biyokimyasal karşılık bulması, duygularla ilgili ölçü aletini keşfettiğimiz gerçeğine bizi yaklaştırdı.

Hangi sevgi, hangi nefret, hangi değerler bizim çıkarımızadır, sorusuna artık beynimizi ölçerek karar verebileceğiz.

Duygularımızın fiziksel bir varlığının olması insanlık tarihinin hayranlık uyandıracak keşiflerinden birisi olmuştur.

İnsan beynindeki karmaşık biyolojik süreçler ve sayısız bağlantılar, insanı doğru tanımamızda bize yardımcı olmaya başlamıştır.

Sevgi duygusunun insan beyninin özel bir işleyişine bağlı olduğunun anlaşılması, sevginin değerini ve itibarını düşürür mü?

Binlerce yıldır aşk, sanat, romantizm, kıskançlık olarak bilinen ve ‘insan ruhu’ olarak isimlendirdiğimiz kavram yeniden mi tanımlanacak?” 

Buradaki Yaklaşımın Türkçesi şudur

_”Daha ruhsal hastalıkların fizyolojisi çözülmedi” demeyin sakın. Bakın görün, biz duygularınkini bile çözdük!

_Bize hastalık yok, nesnel bulgularınız zayıf falan diye de saldırmayın; bakın bizde de her şey beyinde fizyolojik açıdan netleşmeye başladı!  Biz de artık tıbbın diğer branşları gibiyiz, hiç farkımız yok!

_O zaman doğru yoldayız; aynı işleyişe tam gaz devam!

Sonuç

Ünlü ve mütedeyyin hocamız, “Ülkemizde 100 kişiden ancak 12’sine doğru teşhis konuluyor” vahim gerçeğini katıldığı kurultayda bilim adamı meslektaşından dinliyor ancak bununla ilgili yıllardır en ufak bir çabası gözlenmiyor.

Hocamız buna iki nedenle mecbur aslında:

Birincisi; Profesör olmak bilim adamlığı demek ise, şayet “üniversite öğretmenliği” değilse sadece, bunun böyle olması icap ediyor.

İkincisi; hocamızın yürekten bağlı olduğu inanç sistemi doğruya sahip; yanlışa da karşı çıkmayı kuvvetle emrediyor.

Haliyle bu vahim sorun, bir insan için, bir hekim için, hele hele bir hoca için duyguların beyinsel mi yoksa psikolojik mi olduğundan daha az önemli olamaz, olmamalıdır da!

Hocamızın şahsını tenzih ederek söylüyorum: Esasında sorun mesleki varlık sorunu! Sorun var olma ve yok olma sorunu! Dava alanı pekiştirme, bunun için tıplaştırma, böylece tıbbi metotlara sonsuza dek yer açma davası! Gerisi çelik - çomak, gerisi hikaye! Kitlelerin ruhu bu gayeye hizmet ettiği ölçüde önemli olan basit bir nesne sadece!

PDR UZMANLARINA CEVAP

Son dönemde piyasadaki psikiyatri ve psikoloji tartışmalarına PDR’ ciler de katıldı. Google üzerinden bir tarama yaptığınızda bu konuda yazılmış bazı yazılar çıkıyor karşınıza ve son derece ilgi çekici duruyor. 

Özetle bu yazı ve makalelerde şunlar söyleniyor:

PDR uzmanları her ne kadar ağırlıklı olarak eğitim kurumlarında çalışsalar da aslında eğitimci değillerdir.

PDR’ ciler ruh sağlığı elemanıdır!

Klinik psikologluk PDR uzmanı ve psikologlara eşit mesafededir. Her iki meslek mensupları da klinik psikolog olabilir, olabilmelidir!

Türk Psikologlar Derneğinin adı yanlış, aslında Türkiye Psikoloji Mezunları Derneği olmalıdır! (“Aklın çoksa kendine sakla” türü sözler -medeni bulunmadığı için- gündelik yaşam literatürümüzden çıktı çıkalı bu tarz "had" aşmalar çoğaldı gibime geliyor.)

ÖNCE REHBER ÖĞRETMEN SIFATI BEĞENİLMEDİ

Malum PDR uzmanları eskiden, Eğitim Fakültesi bünyesinde bulunan Psikolojik Danışma ve Rehberlik Bölümünden "Rehber Öğretmen" unvanıyla mezun olurlardı. Yıllarca bu unvanın aslında “Psikolojik Danışman” olarak evrimleşmesi gerektiği yönünde şikayetler yapıldı, bu uğurda bir dizi çalışma ortaya konuldu. Sonunda da -Psikolog unvanı girişimleri aynı başarılı sonucu vermese de- bu unvanı kullanabilme savaşı kazanıldı. 

TAM BU NOKTADA ÖNEM KAZANAN, CEVAP BEKLEYEN SORULAR

Eğitimci olmaktan, özellikle danışmanlığı da kapsadığı halde “Rehber Öğretmen” unvanından neden rahatsızlık duyulmuştur? 

Niçin ısrarla, “Psikolojik Danışman” sıfatı talep edilmiştir? 

Bu arayışın arka planında hangi psikolojik sayikler yer almıştır?

Konunun özünü dağıtmamak açısından bu vb. soruların analizini siz okuyuculara bırakıyorum. . 

ŞİMDİ DE PSİKOLOJİK DANIŞMANLIK UNVANI YETERLİ GÖRÜLMÜYOR

Oysa ki eğitim gördükleri bölümlerin tabelasında ortak “Psikoloji” kelimesinin geçiyor olması akademik içerik, verilen nosyon, unvan, yasal tanım, yetki ve işlevler bakımından ayrı ayrı olan iki farklı mesleği tamamen aynı yapmak için yeterli değildir. 

Buradaki aynılaştırma mantığının altında iki meslek unvanından birinde “Psikoloji”, diğerinde ise “Psikoloji-k” kelimelerinin geçmesi, yani arada tek bir harf farkının bulunması, bunun ise o kadar önemli olmaması gerektiği düşüncesi yatıyor olabilir! 

(Halbuki bir harf sırf “bir” sayısı az olduğu için basit bir fark nedeni değildir. Çoğu zaman bir harf “Adam”ı bir anda “Madam” yapabilecek derecede büyük bir fark nedenidir! Sadece bir harfin farklı olması -ki aradaki tek fark bir harften ibaret değildir- “Adam”ı kesinlikle “Madam” yapmayacaktır!) 

SAVCILIK VE HAKİMLİK EĞİTİMİ DE AYNIDIR

Hem eğitim içeriği her ne olursa olsun, belli unvanlar belli kaidelerle kurallara bağlanmıştır. Her içeriği benzeyen mesleği birbirlerinin alanına dahil etmeye, kısa bir üst eğitimle ortak unvanlar vermeye kalkışmak kaosa ve pek çok sakıncaya açık bir hata olacaktır. 

Sözgelimi içerik itibariyle Mimarlık ile Mühendislik eğitimi de birbirine çok yakındır, hatta ikisi de aynı fakülteye bağlıdır. Ancak her iki mesleğin unvan, yetki ve işlev sınırlarını bir ve aynı görmek, salt eğitimsel yakınlığa bakarak ortak unvan talep etmek mümkün olmasa gerektir. 

Yine Hakimlik ile Savcılık eğitimi de benzerdir, hatta tıpa tıp aynıdır. Çünkü her iki meslek mensupları da ortak bir eğitimle, aynı hukuk fakültesinden mezun olurlar. Ancak bir savcının çıkıp da hakim gibi davranmaya çalıştığına, “Biz de aynı eğitimi aldık, biz de yargılama yapalım, biz de ceza verelim” dediğine, mesela hakimlik unvanı talep ettiğine şahit olunmaz! 

Çünkü çoktan çivisi çıkmış, adeta ahı gitmiş vahı kalmış olan bizim alanın dışında hiç bir kimse mesleği ve sahip olunan unvanları sadece alınan eğitimin benzeyen yahut benzemeyen içeriğiyle sınırlı görmez. Son derece çocuksu bir yaklaşımla meseleyi, “O dersi biz de gördük, biz onu da okuduk, o halde aynıyız” meselesi kadar basit algılamaz.

KALDI Kİ EĞİTİMLER EN AZ DAĞLAR KADAR FARKLIDIR

Kaldı ki PDR bölümlerinde rehberlik eksenli, daha çok eğitimde / okul çağı çocuklarında danışmanlık ağırlıklı bir eğitim verilir. Danışmanlık psikolojisi psikolojiyi psikoloji yapan, psikoloğu psikolog haline getiren birçok alt daldan sadece birisidir. Bu alt dallardan birisinde uzman yetiştirmeye yoğunlaşmış bir spesifik eğitim almak yeterli düzeyde ve nitelikte genel psikoloji eğitimi almaktan son derece farklıdır. 

Bu, Eğitim Fakültesinde İlköğretim Matematik Öğretmenliği eğitimi almakla Fen - Edebiyat fakültesinde Matematik Bölümü okumak arasındaki farka da benzetilebilir. İlköğretim Matematik Öğretmenliği sadece ilkokul öğrencilerine matematik öğretmeyi hedefler; dolayısı ile sınırları daha spesifik olan bir eğitimdir. Matematik bölümünde alınan eğitim ise genel olarak matematiği ele alır; o nedenle daha derin ve daha genel bir birikim kazandırır. 

Kaldı ki tüm alt dalların bir bütün halinde ve yeterli sürede öğretildiği bir eğitim almadan psikolog, psikolog olunmadan da klinik psikolog olunamayacağını fark etmek ilk çocukluk çağı düzeyindeki bir kavrayışla bile mümkündür. Mühendis olmadan baş mühendis, hakim olmadan birinci sınıf hakim olunamayacağını görebilen herkes bunu da aynı kolaylıkla algılayabilir!

BİR KISIM HIZ KESMEYEN PDR'CİLERE SORULAR

Burada esas sorulması gereken şudur: 

Neden eğitimi alınan bir alanın verdiği unvan yeterli görülmez? 

Niçin illa ki klinik psikolog unvanı talep edilir? 

Buradaki baskın amil toplum menfaati kaygısı mıdır yoksa psikologluk veya klinik psikolog unvanının kamu ve piyasa nezdinde daha ışıltılı, daha tercih edilmeye yakın bir etiketinin bulunması mıdır?

Bir zamanlar rehber öğretmen sıfatını beğenmeyen, sonunda çok talep ettikleri psikolojik danışman unvanına nail olan, lakin kısa bir zaman sonra bu etiketin de kendilerini kesmediğini gördüğüm bazı PDR’ ciler (hepsini tenzih ediyorum) eğitim psikoloğu, okul psikologu, sosyal psikolog, trafik psikologu ya da kendi alanlarında "uzman psikolojik danışman" olmak için değil de niçin illa ki klinik psikolog olmanın mücadelesini vermektedirler? 

Dediğim gibi, yoksa bu çabanın altında söz konusu unvanın serbest piyasa koşullarında daha fazla danışman çekebileceği beklentisi mi yatmaktadır?

SON BİR ANALİZ

Yeterli miyim - yetersiz miyim demeden piyasaya çıkan, bir süre sonra elde edilen başarısızlıkları mesleklerinin adıyla özdeş kılan, böylece sahip oldukları unvanları talep edilmez hale dönüştürenler kendi elleriyle yol açtıkları bu tabloyu gizlemek için kurtuluşu başka etiketlere sığınmakta buluyorlar. 

Üniversitede alınan unvanın yeterli görülmeyip ismin önünde uzayıp giden bir çok unvan arayışlarını ve etik mi değil mi demeden başka alanlardan kolayca etiket devşirme çabasını bu çerçevede değerlendirmemiz gerektiğini düşünüyorum.


Yorumlar - Yorum Yaz

 

 

"Bir yanlış gördüğünde elinle düzelt, olmuyorsa dilinle düzelt, o da mümkün değilse kalbinle buğzet. Ki bu sonuncusu imanın en zayıf noktasıdır."

(Hz. Muhammed SAV)