• https://api.whatsapp.com/send?phone=05521012184
  • https://www.twitter.com/@kifsamer
  • https://www.instagram.com/psikologizzetgullu
  • https://youtube.com/@psikologizzetgullu
Algı Tamircisi
www.izzetgullu.net
Son Risale Dersi
23/01/2023

Yıllar önce elime ufak bir Risale geçti. Hastalar Risalesi'ydi adı. Okuduğumda canı gönülden hasta olmayı istemiştim. Hastalık sevilir mi, bana hastalığı sevdirmişti. Bunda elbette Risale'nin ikna edici gücü kadar heyecanlı, çabucak etkilenen, anında galeyana gelen gençlik fıtratının da etkisi vardı.
 
"Vesvese ehemmiyet verirsen şişer, ehemmiyet vermezsen söner." cümlesi de Risalelerde geçer. Sorunlarınızı çözmek istiyorsanız onları evvela önemseyin, öncelikle sorunlarınızı ciddiye alın, takıntı önemli bir sorundur." şeklinde geleneksel bir eğitim almış bir psikolog olarak, bu maluma aykırı yaklaşım çok ilgimi çekmişti. Üzerinde kafa yormama, bu mantığı başlangıç noktası kabul ederek yola çıkmama ve zaman içinde, klinik tecrübelerimi de işin içine katarak etkili bir metot geliştirmeme vesile olmuştu. Şimdi bu metotla nice uzak yerlerde ne çok insanın hayatı değişiyor. Psikiyatriye göre takıntı bu alanın kanseridir. Genellikle de "kesin bir tedavisi yoktur, ilaçla idare edeceksin." dediklerini siz de çok duymuşsunuzdur.
 
Üniversiteyi ilk kazandığımda, bir süre yurt çıkmayınca Risale okuyan ve "Okuyucular" adıyla bilinen bir grup öğrencinin evinde kalmıştım. Kayıt yaparken bizi gözlerine kestirmişler, yanımıza gelerek tanışmışlar, işlemler esnasında yardımcı olmuşlar ve evlerine davet etmişlerdi. Ağustos (olsa gerek) sıcağında, Ankara'nın göbeğinde siyah takım elibise ile kayda gelmiş 18'lik delikanlıyı kim tanımaz ki!
 
Kastamonulu olduğumu öğrenince "Kastamonu Lahikası" adlı eseri göstermiş, hemşehrilik damarımızı da sürecin içine katarak daha çabuk hemhal olmamızı sağlamışlardı. Yıllar sonra babam bu mevzu açılınca "Adamlarda Kastamonu hakkında bile kitap vardı." der, o günü böyle anımsar.
 
Yurt çıkana kadar 15 gün burada kalmıştım. Hayatımın en huzurlu günleriydi diyebilirim. Sabah erkenden namaza kalkılırdı. Abdest için bir süre sıra beklenirdi. Namaz çok uzun sürerdi. Sonra halka şeklinde oturulur, sırayla Risale okunurdu. Evde müthiş bir huzur havası hakimdi. O zamanlar bu huzur duygusu beni çok etkilemişti. Ama zamanla Budistin tapınakta, Yahudinin Havrada huzur bulduğunu farkedince, huzur duygusu benim için artık tek başına önemli bir ölçü olmaktan çıktı. Kim neye inanıyorsa onun huzuru orada. 
 
Bu duygumda, ufacık bir şehirden, hatta bir anadolu köyünden çıkıp koskoca bir metropole gidince yaşanılan yalnızlık ve güçsüzlük duygusunun sebep olduğu güvenli bir limana sığınma ihtiyacının da rolü olsa gerektir. Koca binalar beni yutacak gibi görünürdü gözüme. 
 
Daha sonra kampüsteki yurt çıktı ve bu evden ayrıldım. Bir süre sonra beni aradıklarını duydum. Bana, kaldığım süreçteki masraflarımla ilgili bir hesap çıkardıklarını öğrendim. Buna oldukça bozuldum açıkçası. Allah rızası için misafir ettiler zannetmiştim çünkü. Sanki bana kuzu mu kestiler, çok mütevazi sofralarda oturup onlar ne yiyorsa ben de onları yedim demiştim.
 
Belki de haklıydılar. Sonuçta onlar da öğrenciydi ve besbelli ki diğer bazı cemaatler gibi birileri tarafından fonlanmıyorlardı muhtemelen.
 
Evde ne bir televizyon ne bir gazete vardı. Siyasi en ufak bir konuşma, ima yoktu. Radikal değillerdi. Rejimi ele geçirme gibi sinsi bir gaye gütmüyorlardı diye hatırlıyorum. Tabi zaman içinde büyüdükçe değişmedilerse, onu bilemem elbette. Malum, büyüyenin, artık ben oldum diyenin ilk yaptığı şey hemen değişmektir bu coğrafyada. Zaten yüz görünümleri, huyları, genel karakteristik davranışları filan da büyük ölçüde birbirine benziyordu ve bakınca ne kadar halim selim oldukları açıkça belli oluyordu. Bugün bile halen bir Nurcuyu 200 metre öteden tanırım. Kapalı devre işleyen küçük yapılar içindeki tek yanlı yüklemeler insanları bir süre sonra tektipleştiriyor ve büyük ölçüde de birbirine benzetiyor. Ben bu olgunun fıtri olmadığını, herkesin ayrı bir yaratılışının bulunduğunu ve öyle de kalması gerektiğini düşünüyorum. Bu, Risale okumaktan değil, Nurcu olmaktan kaynaklanıyor kanaatindeyim. Risale okumakla Nurcu olmak kuşkusuz ki apayrı şeylerdir. Çay içmekle tiryaki olmanın ayrı şeyler olması gibi. 
 
Yıllar sonra bir şehre atanınca orada da aynı grubu buldum. Hacı hacıyı Mekke'de beş dakkada bulur derler. Aynı güvenli limanı, aynı huzuru aradım besbelli ki. Yine bir süre sohbetlerine gittim. Tertemiz, hiçbir dünyevi (maddi, makam vb.) menfaat gözetmeyen, halim selim insanlardı. O dönemde, bu konuda babama bile kefil olmam ama onlara olabilirim derdim. Halen de derim: Bir gün bir dini gruba girecek olsaydım, Risale okuyan Nurcu grupları tercih ederdim! Ama bir gruba girmek, şu cu bu cu olmak, sadece bir gruba ait olmak benim hem fıtratıma hem de şimdiki din anlayışıma oldukça ters artık. Din dünyasında yapılan yatay yolculuk göğe yukarı yapılan dikey yolculuğa benziyor. Yükseldikçe görüş açınız değişiyor. Haliyle gördüğünüz şeyler de. Büyük sandığınız nice şeyin aslında ne kadar ufak olduğunu farkediyorsunuz ya, aynen ona benziyor. 
 
Risale okunurken heyecanımdan "Hocam üstat çok haklı, bakın bu konuda ayet de var... Hocam üstat çok doğru demiş, bu hususta hadis de var" filan deyince, bir yerden sonra sohbet grubu içinde rahatsızlık oluştuğunu farkettim. "Risale yetmiyor mu, onda zaten hepsi var, niye başka şeyleri sohbetin içine katıyorsun ki." dercesine, buz gibi birden soğuyan bir havaydı bu. Bunu tekrar tekrar yaşadım. Anladım ki, "Risalelerde her şey var." anlayışı hakimdi ve başka kitaplara, sırf bu sebeple çok da sıcak bakılmıyordu. Zaten ortamda başka da bir kitap göze çarpmıyordu. Heyhat! Risale'nin bile yetebildiğine ama Kur'anın tek başına yetmediğine inanan biz müslümanlar! Onaylamaya bile sıcak bakılmayan bir yerde eleştiriye nasıl sıcak bakılabilir ki! Eleştiri yoksa gelişme de yenilenme de değişim de yoktur. Oysa bunlar her alandaki kalkınmanın itici motorudur. Eleştiriyi nimet sayan milletlerle eleştiriyi ihanet sayan toplumların gelişmişlik düzeyi ortada.
 
Bir huyumu çok severim: Bir hata gördüğümde asla kulak arkası etmem. Bir kereden bir şey olmaz demem. Her şeyin o kahrolasıca "bir kere" ile başladığını çok iyi bilirim! Bir kere yapılan mutlaka tekrar tekrar da yapılır ve gide gele yol olur. İzi gördüyseniz patika olmasını beklemeye gerek yoktur. Çarşambaya tanık oduysanız ertesi günün Perşembe olduğunu tecrübe etmeye ne hacet!
 
Haliyle gereken tepkiyi mutlaka veririm. Ve verdim de, oradan ayrıldım.
 
Hep diyorum ya, her şey telkinin eseridir diye. İki sene Risale sohbetine gidip de Süleymancı olunmaz. İki sene Menzil tarikatı ayinlerine gidip de Nurcu olarak geri dönülmez.
 
Her kitap okunmalı. Dünyada okunmaya değer nitelikte ama asla ömrümüzün yetmeyeceği kadar çok kitap var. Mesela benim ELEK ve Sen Hasta Değilsin kitaplarım gibi.:)) Risaleler de mutlaka okunmalı. Fakat Nurcu olmaya, bir gruba girmeye, bir gruba ait olmaya, farklı bir isim veya sıfat almaya gelince hayır!

Ben "Müslüman" adı dışında isimler almayı ve dinde gruplaşmayı doğru bulmuyorum. "Dinde grup grup ayrılanlardan olmayın." ayeti elbette bunda temel belirleyici. Bunun psikososyal sakıncalarının olduğunu da değerlendiriyorum. Meselenin bu yönü de benim için çok önemli. Grup psikolojisi grup dışından koparıyor. Grup psikolojisi ister istemez tektipleştiriyor. Özgünlükleri yok ediyor. Hemen herkesi birbirine benzetiyor. Tepkiler, tavırlar, refleksler, hatta simalar bile aynılaşıyor. Tek yanlı girdiler zihnin çalışma sistematiğini de etkiliyor. Meselelere çok yönlü ve analitik bir anlayışla bakabilmeyi zorlaştırıyor. Dışarıdan gelecek hakikatlere karşı sizi şartlandırıyor ve kapatıyor. Çünkü küçük gruplar içinde ve tek yanlı girdi yüklemesi aynı zamanda telkin etkisi meydana getiriyor. Hep bir veya iki kişiyi üstat görmek koşulsuz itaate yol açıyor. Biz anlamayız, üstat bilir anlayışı kişileri etkisizleştiriyor ve pasifleştiriyor. Edilgen, sorgulayamaz ve itiraz edemez insanlar meydana getiriyor. Kur'anın bütünselliği merkezde olmadığında, indirgemeci bir anlayışla, Kur'andan bir iki temel meseleyi öne alıp da dini dünya onun etrafında şekillendiğinde ya tekbirle adam kesecek kadar ileri giden radikaller ya da önünde adam doğrasanız sesini dahi çıkaramayacak derecede ürkek bir yapı ve anlayışlar meydana geliyor. Kur'an dışı zanni kaynaklar ifrada ve tefride yol açıyor. İtidalden, mutedil olandan uzaklaştırıyor. Bence dindarlık kaynağını, dinin tek kaynağı olan Kur'andan almalı. Kur'andaki dengeli mesajlar müslümanı da dengeliyor. Kur'an dışındaki kaynaklar ise bir iki meseleyi (mesele imani mesele, cihat vb.) çok öne çıkararak müslümanı bir iki alanda sivriltirken bir çok alanda geri bırakıyor. Bir kaç yönününüz sivrildiye mutlaka başka yönleriniz  geride kalır. Tampon öne çıktıysa arabanın arkasının o nispette geride kalması misali.
 
Kuşkusuz ki felsefi izahları olması ve imani meseleleri mantıklı bir bakış açısıyla ve çok güzel örneklerle ele alması hasebiyle, Risaleler çok önemli. Hele hele şu iman sorunlarının zirve yaptığı asırda. Lakin iman konusu çok önemli diye sabah akşam onunla iştigal edilmemeli. İlaç hastayken alınır. İlaç çok faydalı diye, hasta iyileştiği halde, hala içirilmez. Hasta iyileştiği halde habire aynı ilacı içirmeye devam etmek hatalıdır. Sadece ilaç değil, dozu da önemlidir. Az doz etkisiz kalarak, fazla doz ise zehir tesiri meydana getirerek yine hastaya zarar verir. 

Ayrıca bu indirgemeci din anlayışları bir aşırılıktır ve bu sebeple Kur'ani değildir. Dikkat edin: Kur'an şirk, namaz gibi mevzular için "bunlar çok önemli konular" diyerek baştan sona kadar sürekli namazdan, şirkten bahsetmez. Bir konunun çok önemli olması sabah akşam onunla iştigal etmeyi doğru kılmaz. Su çok önemli diye her dakika sadece su içilmez. Yemeğe de, tatlıya da, meyveye de ihtiyaç var. Suyun hepsinden daha önemli olması sadece onunla yetinmemiz gerektiği anlamına gelmez.

En başta bu, duyarsızlaştırır. Ha bir meseleyi az ele almaktan kaynaklı ilgisizlik ha bir meseleyi çok fazla ele almaktan kaynaklı duyarsızlaşma. Çoğu zaman iki zıt süreç aynı sonucu doğurur. Yolun sağından çıkmakla yolun soluna çok yaklaşmak aynı sonuca götürür. Çok uzaklaşmakla çok yaklaşmak da öyledir. İkisinde de göremezsiniz. Elinizi gözünüze iyice yaklaştırarak bunu deneyebilirsiniz.
 
Saidi Nursi'nin bazıları gibi düşmanla işbirliği yapmaması, savaştan kaçmaması, kurtuluş savaşı aleyhine fetvalar yayınlamaması, tam tersine "ben ulemayım" diyerek dergahına kapanmak yerine Kurtuluş savaşında düşmanla bizzat savaşması... Hatta Ruslara esir düşmesi ve sarığını hiç çıkarmaması... Bu davranışlar son derece samimidir ve çok takdir edilmelidir. Ben bir insanın davasını değil, o konudaki samimiyetini çok önemserim. Benim için samimi bir marksist riyakar bir müslümandan ellisekiz buçuk derece daha efdaldir.

Ama bunlar ve çok daha fazlası, bir usül yanlışını doğru yapmaya yetmez. 100 sene öncesinin iptidai koşullarında sürekli benim eserlerimi okuyun iması yaptıysa bile, şayet bugünün dünyasında yaşasaydı eğer, ben yine de aynı şekilde düşüneceğini zannetmiyorum. Koşullar değiştikçe yaklaşımlar da değişir.
 
Bir Nurcu arkadaşa "Saidi Nursi saltanatçı değildi, Cumhuriyetçiydi." dediğimde "Ama İslam Cumhuriyetçisiydi." demişti. Demek Cumhuriyetin de dinlisi dinsizi var. Tıpkı müzik enstrümanlarında olduğu gibi. Malum, çoğu insana göre ney müslüman, saz gevurdur. Ney ile yapılan ayini kutsarız (Semazenler), saz ile ayine gelince (Semah) onu dine mugayir sayarız. 
 
Bu vesileyle, son olarak Nurcu arkadaşlar şu sorulara ihlasla cevap versinler isterim:
 
Bir gün, bazılarınca "öteki" olarak görülen bu Cumhuriyet yerine "İslam cumhuriyeti" yani şeriat rejimi kurulursa eğer, ortada gerçek anlamda bir Cumhuriyet kalır mı?

Bir dini rejim, gerçek bir Cumhuriyetle (seçimle) iktidarını kaybetmeye izin verir mi?

Dini rejimlerin dogmatik ve baskıcı doğası Cumhuriyete uygun mudur?

Demokrasi olmadan bir Cumhuriyet ne kadar Cumhuriyettir? Hatırlayın: Kuzey Kore'de, Suriye'de ve İran'da da Cumhuriyet vardır. 

Laiklik olmazsa demokrasi yaşayabilir mi peki?

O şeriat, bu ülkedeki yaygın ılımlı Nurculuk felsefes/esası üzerine mi kurulur mesela?

Yönetimin başına, sizin dersanenin veya bölgenin sorumlusu da olan güleç yüzlü Nurcu abiyi mi getirirler?

Yoksa Nurculuğa filan hiç de sıcak bakmayan tarikatlardan, Selefilerden ve diğer radikal kesimlerden size asla sıra gelmez mi?

Böyle bir düzen şimdiki kadar rahat faaliyet yapabildiğiniz bir düzen olur mu?

Bir dini akım gücü ele geçirdiğinde, diğer dini akımlara şimdikinden daha engin bir hoşgörüyle mi yaklaşır?

Kamudaki FETÖ ve Menzil kadrolaşması örneklerinden yola çıkarak bu soruların cevabını daha rahat verebilirsiniz.

Yoksa Laiklik ve domokrasi her birimizi, hizbimizi, fırkamızı, grubumuzu en başta birbirimizin şerrinden de mi koruyor?
 
Said-i Nursi velev ki İslam Cumhuriyeti bile dese, sırf Osmanlı döneminde, hatta Abdülhamid devrinde de yaşamış birisi olarak Cumhuriyet demesi önemlidir. Böylece, aslında teokratik rejimleri değil, özgürlükçü ve demokrasiye yakın  rejimleri yeğlediğini söylemiş olmuyor mu? 

Demokrasiyle taçlanmış bir Cumhuriyet mi yoksa İran tipi bir teokratik (göstermelik) Cumhuriyet mi Saidi Nursi'nin tercihine daha yakındır? İkincisi olsaydı eğer, zaten dini bir rejim varken neden saltanat rejimini değil de Cumhuriyeti tercih etsin ki?
 
Psikolog İzzet GÜLLÜ
www.izzetgullu.net 


499 kez okundu. Yazarlar

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın

Yazarın diğer yazıları

Birkaç Fikri Kırıntı - 26/12/2023
Sabahın beşinde
LAİKLİK DİNSİZLİK MİDİR - 24/12/2023
.
Yerli Selefiler Milli Robot Yapmış - 03/02/2023
Hatalı Kandil Algısı - 26/01/2023
Kandil Var mı Yok mu?
Niyet Ettim Kırbaç İçin Namaz Kılmaya - 22/01/2023
Allah Dışı Kaygılara Kulluk Ettirmek
Şu Zamanda Akla Kurt Düşürmenin Önemi - 22/01/2023
.
Mutsuz İnsan Projesi - 21/01/2023
.
Ruhlarımızdaki Şeriat Çatışması - 19/01/2023
Şeriat Yok Diye Yanacak Yıyız?
Tevhid, Tağut ve Beşeri Aldatmacası - 17/01/2023
Davetçilere Davet
 Devamı